Son yıllarda siyasal rekabetin farklı boyutlarında gerçekleşen büyük ölçekli değişim, politik saflaşmanın koşullarında da esaslı bir dönüşüm oluşmasına yol açıyor. Yaşanan dönüşümün odağındaysa siyasal alanı ideolojik, politik ve programatik açıdan farklı bölmelere ayıran ittifak sistemleri duruyor. Yeni koşullarda kurulan birliklerin açığa çıkardığı imkanlardan bir partinin ne ölçüde yararlandığı, onun diğer partiler üzerindeki etkisinin ve siyasal sistem içindeki gücünün ne olacağını da belirliyor. Artık gündelik siyasetin doğru bir şekilde anlaşılması, 2017 halkoylaması sonrasında şekillenmeye başlayan ve giderek yapısal bir nitelik kazanan parti ittifakları anlaşılmadan mümkün olmayacakmış gibi gözüküyor.
Günümüzde parti siyasetinin ana omurgasını AKP ve MHP arasındaki anlaşmaya dayanan Cumhur İttifakı ile esasen CHP, İYİP ve SP uzlaşmasından doğan Millet İttifakı arasındaki mücadele oluşturuyor. Konu ittifak yapmayı gerekli kılan koşulların nedenini açıklamaya geldiğinde, asıl sebebin yeni anayasal rejimin öngördüğü iki turlu Cumhurbaşkanlığı seçimi olduğu görüşü genel kabul görüyor. Zira hiçbir parti Cumhurbaşkanı seçilmek için gereken yüzde 50’den fazla oy alma koşulunu tek başına yerine getirebilecek güçte değil.
Başka bir deyişle partiler arasındaki karşılıklı bağımlılığın nedeni değişen seçim sistemin etkileriyle izah ediliyor. Fakat bu “teknik” yaklaşım kendi başına ittifak siyasetinin kapsamını ve etkinliğini açıklamak için yeterli değil. Çünkü kurulan siyasi birlikler sadece genel seçimler için sonuç doğuran sınırlı bir güç birliklerinden ibaret değil. Ayrıca HDP gibi biçimsel olarak bu ittifakların dışında ama muhalefet bileşeni olarak fiilen bu sistemin içinde yer alan güçlerin konumunu sadece teknik yaklaşımla anlayamıyoruz. Diğer yandan ittifakların genel seçimlerden yerel seçimlere, yerel seçimlerden günübirlik siyasi meselelere uzanan inkâr edilemez bir kapsayıcılığı var. Yerel seçim sürecinde Bahçeli’nin yaptığı bazı çıkışlardan ötürü ilk başlarda sallantıdaymış izlenimi uyandıran ittifak mekanizması zamanla daha da pekiştirildi ve bugün partiler arası etkileşimin asıl düzenleyicisi olma vasfını üstlenmiş gibi görünüyor. Hatırlanacağı üzere Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçildiği ilk seçimde iki turlu oylama muhalefetin ortak aday çıkarmasını gerekli kılmış, ama seçimi AKP ilk turda tek başına kazanmıştı. Şimdi hiçbir partinin kendi başına bu güçte olmadığı gerçeği karşılıklı bağımlılığının çok dikkate alınmayan “politik” nedenini, yani örtük olarak varsayılan seçmen tabanında yaşanan büyük parçalanmayı göz önünde bulundurmanın önemini ispatlıyor.
Bu durumda ittifak siyasetinin işleyişini anlamak, siyasi aktörlerin karşılıklı bağımlılığının sınırlarını saptamak ve gelişen yeni siyaset yapma tarzlarını tanımlayabilmek için teknik ve politik nedenleri bir arada ele alan bir yaklaşımın gerekli olduğu açığa çıkıyor. Böylesi bir yaklaşımsa ittifakı mümkün ve gerekli kılan mantıksal çerçeveyi ittifak bileşenlerini bir arada tutan uyum ölçütü ve etkinlik kriteriyle birlikte değerlendirmeyi gerektirmektedir.
İlk olarak, ittifak mantığının güç ilişkilerinin oluşturduğu dengelerde belirlendiğini ve son tahlilde bir çatışma mantığı olduğunu söyleyerek başlamak istiyorum. İstisnalar mümkün olmakla beraber, ittifaklar bir kural olarak taraflar arasındaki uzlaşma ve ortaklıktan önce gelir ve uzlaşmazlık ve rekabet ilişkileri tarafından doğurulur. İttifak içerisine giren güçler arasındaki uzlaşma, bileşenlerin neye karşı ortaklık kurmak istediğine göre belirlenir. Yani ittifakın kurulabilmesi için başlangıçta bir yakınlık olması gerekmez; uyum karşılıklı bağımlılığın yarattığı bir gereklilik, zaman içerisinde öne çıkan ortak noktaların geliştirdiği bir sonuçtur. Kimin oluşturulan birliklere dahil olacağını, hangi taahhütlerinin ittifak siyaseti için öncelik taşıdığını çatışmanın mantığı belirleyecektir.
Konuya bu açıdan yaklaşınca Türkiye’de siyasi çatışmanın merkezinde anayasal rejimin karakteri ve hükümet sisteminin ne olması gerektiği konusunun bulunduğu açıkça görülebiliyor. Zira Cumhur İttifakı’nın ana unsuru olan AKP, asıl siyasi amacının Erdoğan liderliğindeki Türkiye’yi büyük bir dünya gücüne dönüştürmek olduğunu açıkça ortaya koymuş durumda. Bu noktada iktidarın görüş açısından Erdoğan’ın siyasi geleceği ile memleketin kaderinin kopmaz bir şekilde birbirine bağlandığını görüyoruz. İttifakın diğer unsuru olan MHP’yse AKP’yle olan iş birliğini devletin bekası, güvenliği ve güçlendirilmesi gerekçesiyle meşrulaştırıyor. Yani kısa vadede seçimi kazanma ve Erdoğan’ı iktidarda tutmak için gerekli koşulları oluşturmak için kurulmuş gözüken Cumhur İttifakı’nın izlediği siyaset, devletin bir bütün olarak yeniden yapılandırılması ve anayasal rejimin esaslı bir şekilde dönüştürülmesi sonucunu vermiştir.
Buna karşın Millet İttifakı partileri Erdoğan’ın şahsı ve ülkenin geleceği arasında kurulan özdeşliğe şiddetle itiraz etmekte ve parlamenter rejimi güçlendirerek restore etme hedefini öne çıkarmaktadır. İşin doğrusu muhalefet bileşenlerinin bu iki husus dışında birleşebildikleri bir nokta olup olmadığı açık değildir. İşte bu çatışma mantığının işleyişi ve içerdiği belirsizlikler, iç politikada rejim güvenliğini odağa alan baskıcı siyaset kadar dış politikada izlenen saldırgan ve militarist siyaseti de şekillendiren ana etmendir.
Farklı unsurlar arasındaki bağımlılık ilişkilerinin sınırlarının belirlenmesi yahut ittifak unsurları arasında uyum sağlanmasına gelince, o da karşımıza ideolojik bir sorun görünümünde çıkmaktadır. Bir siyasi ortaklığın neden gerekli olduğunu, kimlerle kurulabileceğini ve neyi hedeflediğini açıklayıp gerekçelendiren ideolojik ilkeye ittifak formülü adını verebiliriz. Bu açıdan bakınca Türkiye’nin ittifak sistemince belirlenmiş iki tarafın da esasen milliyetçilik formülüne dayalı olduğunu görüyoruz. Günümüzde Türk milliyetçiliği laiklik ilkesini aşarak eskiden seküler ve İslamcı ekseninde ayrışan grupları, dindarlığı milli bir nitelik olarak yeniden tanımlayarak farklı ittifaklar içerisinde birleştirmiştir. Esas ayrım Türk milliyetçisi olup olmama konusunda değildir, neyin milli olup neyin olmadığı konusundadır. Burada konumu özgünlük teşkil eden tek güç HDP’dir ve Türk milliyetçiliği karşısındaki tutumu hem eleştirel hem de aykırıdır. Yerli ve milli olmanın ölçütünü Erdoğan etrafında kenetlenmekten türeten ve buna itiraz eden gruplar arasındaki ayrışma, HDP’nin konumuna kıyasla yüzeyseldir. HDP’nin iktidar için olduğu kadar muhalefet için de sorun teşkil eden karakteri, onun Türk milliyetçiliği zemininde tanımlanan farklı ittifak formülleri içine sokulamamasından ileri gelmektedir.
HDP’nin bu yörüngede tutulma hali, bir bakıma onun siyasetten dışlanarak içerilmesi mevut ittifakların siyaset yapma tarzları üzerinde belirleyici bir etkide bulunmaktadır. Türkiye’de normal yollardan işleyen bir demokratik siyasetin mantığına aykırı bir şekilde iktidarın sürekli olarak atakta muhalefetinse sürekli olarak savunmada olduğu görülmektedir. İktidar özellikle Millet İttifakı’nın zayıf noktası olarak belirlediği İYİ Parti ile HDP arasındaki siyasi ayrımları derinleştirecek, çatlakları büyütecek hamleler yapmakta, muhalefet bu hamleleri yok sayarak, muhatap almayarak veya kısık sesle protesto ederek geçiştirmeye çalışmaktadır. Sık sık karşılaştığımız kayyım atama, tutuklama veya diğer türden siyasi baskıların biçimsel açıdan kınanmasına rağmen, etki ve sonuç doğuracak hiçbir girişime konu olmaması bu nedenden kaynaklanmaktadır. Millet İttifakı, aynı anda hem İYİ Parti hem HDP seçmenini yabancılaştırmamak için stratejik suskunluk diyebileceğimiz bir siyaset izlemek durumunda kalmaktadır.
Bu suskunluk kimilerince siyasetin dışına düşmek olarak eleştirilirken kimilerince de iktidarın kurduğu tuzağa düşmemek olarak selamlanmakta ve övülmektedir. Türkiye, en son genel seçimde 8 kadar partinin meclise girmesiyle yaşanan oy parçalanmasını siyasi ittifakların belirlediği kutuplarda bütünleştirerek parti siyasetinin sürdürüleceği alanı yeniden tanımlamıştı. İki ittifak arasında kutuplaşmış ve çok sayıda partinin denkleme dahil olduğu bu yeni siyasi konfigürasyonu “iki kutuplu çok partili sistem” kavramıyla anlayabiliyoruz. Siyasetin zaten yapısal olarak kutuplaştığı, eylemlerin karşıtlık mantığı üzerine kurulu olduğu bir zeminde hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey söylemeden durmak gerçekten kutuplaşmanın panzehri olabilir mi? Bunu kapsamlı tartışmaya şimdi girmek istemiyorum. Ama burada muhalefetin yaptığı gibi seçime kadar sıkı durmak ve dişini sıkmakla iktidarın kendiliğinden eriyeceğine inanmanın çok da akıl kârı olmadığını belirtmeyi gerekli görüyorum. Unutmamak gerekir ki bir ittifak zinciri en zayıf olduğu halkada, yani onun kopmasına yetecek yerde olduğu kadar güçlüdür.