İttihat ve Terakki devletin üst aklı olursa
Arap Baharı süreci içerisinde inisiyatifi ele geçirmeye çalışan Türkiye ya da ülkenin üst aklı haline gelen İttihatçılar “Suriye’de geç kalmayalım. Suudi Arabistan ve diğer Arap ülkeleriyle beraber hareket edelim. Suriye’de bizden yana bir rejim kuralım. Suriye üzerinden de Ortadoğu’ya hâkim olalım.” tezini ortaya atmaya başladılar. Ama Türkiye dünya dengelerini okumada büyük hatalar yaptı.
Fecri Dost
İttihatçı ekip, 2011 yılında, Dışişleri’ne ve AK Parti’nin kozmik odasına girdi. Bu ekip, Erdoğan’ı, yeniden Osmanlı’yı kuracağına ve Ortadoğu’nun lideri olacağına inandırdı.
Peki bu İttihat ve Terakki Osmanlı'yı parçalayan, yıkan ekip değil miydi? Daha ilginci bu İttihatçıların neredeyse tamamı göçmen ve bu toprakların dinamikleriyle hiçbir alakası yoktur.
Türk milliyetçiliğini inşa eden Jöntürkler, İttihatçiler, Teşkilatı Mahsusacılar, Hamidiye Alayları'nı kurup kullananlar, Türk değiller. İnanmayan, İttihat ve Terakki Cemiyeti ile yöneticilerine bakabilir!
Said Halim Paşa: Mısır asıllı
Talat Paşa: Pomak
Enver Paşa: Gagavuz Hıristiyan'ı
Cemal Paşa: Gürcü
Bahattin Şakir: Çerkez
Kazım Karabekir: Arnavut
Süleyman Nazif: Kürt
Yusuf Akçura: Kırımdan gelen Tatar
Dr. Nazım: Selanik Yahudi'si. Selanik ve Makedonya’dan katılanların çoğu bu ekipten.
Almanların gücüne ve projelerine katkı sunmaktan da geri kalmamışlar.
Ziya Gökalp: Baba Tarafı Türk, Anne tarafı Pirincizadelerden, Balkanlı, Çermik’e gelip yerleşmiş.
Dr. Çerkez Reşit, Komiser Memduh(Çerkez),
Ahmet Rıza: Anne Alman, babası...
Birçoğunun babası Azeri, Kazak vs. Altayik ama Türk değiller.
Prens Sebahattin ile birlikte olan birkaç Osmanlı yönetici Türk 1902 ve 1907 kongrelerinde tasfiye edildi.
Şimdi Osmanlı dağıldı, yıkıldı ama İttihatçılık mantığı sistemin en güçlü damarı olmaya devam etti. Bugün başka güçlerin kök salmasına imkan tanıyan var olan durum, Türkiye ve İran’ın Ortadoğu’da yanlış bir politika takip etmelerinin sonucudur.
Bölgede olaylara rengini vermeye çalışan Türkiye, Suudi Arabistan, İran ve Mısır gibi genellikle global güçlerle ilişkiyi kazanca dönüştürmeye çalışan önemli aktörler var. Türkiye, NATO ülkesi. AB üyelik sürecini takip ediyor. Osmanlı'daki önemli reform hareketleriyle birlikte 200 yıllık bir Batılılaşma tecrübesi var. Demokrasi ve İslam’ı mezcederek beraber götürebileceği iddiasında. İttihatçıların ikna operasyonundan sonra sıra ilişkide oldukları global güçleri ikna etmeye gelmişti.
Global güçlerin Türkiye’den istedikleri üç şey vardı.
Birincisi, İsrail’i güvenli sınırlar içerisinde tutmak ve bölge ülkesi yapmak. Türkiye yargısının verdiği son kararlara baktığımızda veya Erdoğan’ın İsrail ziyaretiyle birlikte Ankara’da Dışişleri nezdinde imzalanan antlaşmada Kudüs’ün açık bir şekilde İsrail başkenti olmasına onay verildiği görülüyor.
İkincisi, petrol kuyularına ve enerji nakil hatlarına bir zarar gelmemesini sağlamak.
Üçüncüsü de radikal, El Kaide tarzı grupların iktidara gelmesini önlemek. Global güçler Türkiye’ye, “Bunu kabul ederseniz, sizi Batı’nın Japonya’sı yapacağız” dediler. Türkiye bunu kabul etti. Ancak AKP iktidarı sergilediği atraksiyonlarla projenin dışında tasarruflara yöneldi. Misal olarak El Kaide türevi güçlerin Irak ve Suriye’de çıkar kaynakları olarak kullanılmaları gibi…
Abdurrahman Dilipak ve diğer yazarların da teyit ettiği gibi 2000-2002 arası görüşmelerde AKP’nin önü böyle açıldı. Clinton havadaki uçağından AB’ye, “Türkiye’nin önündeki engelleri kaldırın” direktifi verdi. Türkiye’ye geldiğinde de “21'inci yüzyılı Türkiye inşa edecek” türünden iddialı bir mesaj vermeyi de ihmal etmedi...
Ülkede bütün siyasilerin korkulu rüyası olan vesayet odakları vardı. Bunlardan biri hiç kuşkusuz fırsat bulduğunda darbe yapan orduydu.
ABD veya global güçlerin stratejileri gereği lider ülke olma yolunda ağır vesayet gücüne sahip ordu konusunda “Ortadoğu liderlik projesini engelleyen asker vesayeti ise tasfiye edilecektir” denildiğine dair mesajlar verildi. Zira daha sonrasında Ergenekon, Poyraz, Balyoz ve 15 Temmuz süreçleri içerisinde bunun saygınlık ve itibarı tahrip edecek şekilde yapıldığı gözlendi. Dahası, o günlerde konuşulan ordunun küçülüp, daraltılması ve paralı askerin dışında varlığının sadece hizmetle sınırlı tutulması operasyonu da gerçekleştirildi. 2011 yılında Türkiye’nin dış politikasında temel bir değişiklik meydana geldi.
Gülen Cemaati'nin devlet tarafından desteklenerek, yurt dışında eğitim kurumları ismi altında lobi çalışmaları yapmasının bu İttihatçıların hedefine matuf olduğu açıktır. Daha sonrasında bu lobi çalışmasına TİKA, İHH, Birlik Vakfı, SETA ve benzeri kurumlar eşlik etti... Eğitim, ziraat, alt yapı, yetim evleri gibi legal çalışmaların ötesinde illegal faaliyetler de yürüttükleri defalarca haberlere yansıdı. Hedef, Türkiye’nin ve özellikle Erdoğan’ın Osmanlı'yı yeniden inşa edeceğine ve ümmeti kurtaracağına inandırmaktı. Harcanan büyük sermayelerle geniş bir propaganda ağı oluşturulduğundan kuşku yok. Bu hedef doğrultusunda ABD’de büyük gökdelenler inşa ettikleri ve Muhammed Ali Clay’ın büyük çiftliğini satın aldıkları söyleniyor. Bu maksatla Muhammed Ali’nin cenazesine katılan Erdoğan’a cenazeyi özellikle siyahlar perspektifinde kendi propagandası için kullanmasına izin verilmemişti.
Türkiye, “Arap Baharı” dedikleri süreçte olabildiğince kazançlı çıkmaya çalıştıysa da diğer denge güçleri buna izin vermediler. Mısır’da İhvan Hareketi'nin iktidara gelmesi Erdoğan için güçlü bir argüman olmuştu. Dengeler arasında önemli sayılan Mısır’ın kontrol altında tutulması, bütün Arap dünyasına hakim olmayı da sağlayabilir. İslam İşbirliği Konferansı, Suudi Arabistan’da müsamere gibi sergilenen İslam Ordusu’nun kurulduğu duyurusu tamamen bu amaca hizmet ediyordu. 2012’de, Mursi iktidara geldikten hemen sonra o vakit Başbakan Yardımcısı olan Ali Babacan ile Mısır Cumhurbaşkanı Yardımcısı Essam Elhaddad, Ankara’da buluşmuşlar ve Müslüman Kardeşler’in başarılı olması için Türkiye’nin, Mısır’a nasıl yardım edebileceğini konuşmuşlardı.
Bu toplantının sonunda da Türkiye’nin Mısır’a sağlayacağı 2 milyar dolarlık finansman paketi üzerinde mutabakata varmışlardı. Bu paketin amacı “Mısır’ın döviz rezervlerinin güçlendirilmesi, Mısır hükümetinin altyapı planının desteklenmesi ve Mısır’ın makro ekonomik istikrarı ile büyüme perspektifine katkı sağlanması” olarak açıklanmıştı. Tunus ve Mısır’daki gibi Suriye’de de gösteriler başlayınca, Türkiye, Esed’i zamana yayılmış bir değişime ikna edeceğine, silahlı grupları destekleyerek iki ayda tarihin sahnesinden silmeye karar verdi. Büyük bir sermaye aktarıldı. Dünyanın her tarafından toplanan cihatçılar, genellikle yardım konvoyları içerisinde Suriye’ye taşındı..
Bu militarist güçlere duyulan güven o kadar fazlaydı ki, Kürt siyasal hareketlerini özellikle İstanbul, Ankara ve Antep’te yapılan özel toplantılara almadılar. Onları dışladılar. Onların gücünü küçümsediler. Burada önemli bir gerçek vardı. Kürtler, Suriye’nin gerçeğiydi. Yerliydiler. Kadim tarihten gelen tecrübelere sahiptiler. Cihatçılar ise toplama ve tamamen para ile çalışan, kurgulanan makine gibiydiler.
Suriye savaşı ile birlikte savaş sermayesi Türkiye’ye aktı. Aynı şekilde mülteci paralarıyla birlikte cihatçıların denetimi altında olan petrol rezervlerinin satılmasına aracı olmak ve cihatçıların işgal ettikleri yerleşim alanlarındaki yağmaları, banka ve diğer finans kaynaklarının içindekileri havuzda toplama çalışmaları Türkiye ekonomisine ciddi bir katkı sağladı. Avrupa ve Araplar bunun farkına vardıkları an, finans musluklarını kapattı. Arap ülkeleri arasında buna uymayan bir tek Katar kaldı. Petrol gelirlerini Türkiye’de yatırıma dönüştürdü. Fabrikalar, şirketler, emlak ve arazi alımına büyük yatırımlar yaptılar.
Reformlar yapıldı, sermaye arttı. Birçok proje alışılmış yöntemlerin dışında müşteri ve kâr garantili olarak şirketlere yapıldı. Parası olan için kazançlı bir zemin geliştirildi. Köprüler, tüneller, şehir hastaneleri ve hava alanları dövizle müşteri garantili inşa edildi. Türkiye’nin sinerjisi, Arap Baharı’na da ilham kaynağı oldu. Sermayenin artması biraz da kibir ve hırçınlığı da besler hale geldi. Ancak bu arada sermayenin önemli bir kısmının Fetullahçı yapılanmaya, Suriye savaşında Türkiye’nin gizli ordusu şeklinde faaliyet gösteren cihatçılara ve yurt dışı çalışmalarına aktarılması ekonomik krize zemin hazırlıyordu.
Ülkenin bekası, güvenlik sorunu ve Suriye ile Irak topraklarına asker çıkarılması gibi politikalarla bu proje muhalefeti militarist algının kuşatması altında sindirilmesi aracı yapıldı. Sivil muhalefetin militarize olmasına sebebiyet verdi. Suriye savaşında, İran’ın bölgeye yayılma planlarının bir parçası olan güç devşirme çabaları karşısında Suudi Arabistan, Türkiye’yi açıkça tuzağına düşürdü. Türkiye’yi silahlı mücadeleyi desteklemeye ikna etti. Belli bir dönem “Eğit-donat” projesine finans aktardı. Olaya bireysel hedeflerin karışması ve uluslararası zeminde suçlanma riskinin yükselmesi karineleri artınca projeye uzak durmaya başladı.
Dünyadan toplanan cihatçılar Suriye rejimini devirip yerine bir İslam devleti kurma sloganı altında savaşa cezbedildi. Türkiye’de özellikle iktidar yanlısı propagandist muhafazakarlar birçok gencin savaşa gitmesine aracı oldular. İskenderun, Hatay ve Kilis üzerinden, Suriye’ye bolca insan aktı. Afrika’dan, Asya’dan, eski Sovyet cumhuriyetlerinden, Avrupa, Amerika ve Libya’dan getirdikleri adamları, buralarda hastanelerde tedavi edip beslediler, eğittiler ve donatarak savaşa gönderdiler. Ceplerine para konulup savaşa gönderilenler, tamamen bu organizeyi yapanlara bağımlıydılar. Çünkü uzun süren savaşta lojistik ve teçhizat desteğiyle birlikte finansı da oradan sağlayacaklardı. Ürdün, Lübnan ve Irak üzerinden de bol miktarda cihatçı Suriye’ye girdi ve iç savaşta rol almaya başladılar.
Suriye rejimi Rusya, İran, Hizbullah güçlerini olaya müdahil ettiği gibi akıllıca bir manevrayla Rojava bölgesini Kürtlerin denetimine bırakarak doğru bir politika uyguladı. Savaş konsepti DAİŞ ve türevlerini Kürtlerin üzerine ne kadar saldırttıysa da her defasında geri püskürtüldüler. Bu politika geçersiz kılınınca bu kez Türkiye kendi askerleriyle müdahale etmeye başladı.
1979’da İran’da rejim değişikliğinden sonra dış politika da değişti. İnkılabı ihraç etmeye büyük yatırımlar yapıldı, sermayeler harcandı. İran sınırları içerisinde sıkışıp kalan rejim, Suriye, Lübnan ve daha sonraları Bahreyn, Suudi Arabistan, Yemen ve diğer halkı Müslüman ülkelerde nüfuz devşirme yoluna girdi. İran'ın Suriye’ye, Hamas’a ve Hizbullah’a lojistik destek, para ve silah verdiği ve buna karşılık olarak planlarını uygulama zemini inşa ettiği bilinen bir gerçek. İran baktı ki Suriye düşecek, kolu kanadı kırılacak, Hizbullah’a ağır bir darbe indirilecek; Suriye’deki iç savaşa müdahil oldu. Suriye’de askeri üsleri bulunan Rusya da bu direniş cephesinin bir parçası haline getirildi.
Türkiye o dönemde tarihi bir hata yaptı. İttihatçıların Yeni Osmanlıkçılık politikalarına teslim olup muhalefeti militarize etmeseydi, İran da Esad’ı ikna edebilirdi. Esad’ın Türkiye’yle ilişkileri daha ileri bir merhaleye sıçrama yapabilirdi. Esad, Türkiye’nin sözünü dinliyor, bütün değişimleri Türkiye’yi örnek alarak yapıyordu. Esad ve İran konusunda yaptığı tarihi hataya Kürtlere karşı takındığı tutum eklenmiş oldu.
Dünyadan topladığı paralı militarist yağmacı güçlerin yerine Kürtler üzerine yatırım yapılsaydı, Esed’in iki ayda tarihin sahnesinden silinmesi ihtimali daha fazla olurdu. Ama bütün varlığını yatırdığı Suriye savaşında gözle görülür bir akıl tutulması yaşandı.
Türkiye 30 senede yapamadığını, Esad’dan üç ayda yapmasını istedi. Şart koştu. Ama mesele bu diyalogdan ibaret miydi? Değildi elbet, global güçler “Arap Baharı” dedikleri proje ile Suriye’ye balans ayarı çekmeye çalışıyorlardı. İsrail sınırında yer alan Suriye bir yandan İran faaliyetlerine meydan verdiği gibi Hamas, Hizbullah ve diğer radikal yapılanmaların ülkede organizesine imkan tanıyordu.
Arap Baharı süreci içerisinde inisiyatifi ele geçirmeye çalışan Türkiye ya da ülkenin üst aklı haline gelen İttihatçılar “Suriye’de geç kalmayalım. Suudi Arabistan ve diğer Arap ülkeleriyle beraber hareket edelim. Suriye’de bizden yana bir rejim kuralım. Suriye üzerinden de Ortadoğu’ya hâkim olalım.” tezini ortaya atmaya başladılar. Ama Türkiye dünya dengelerini okumada büyük hatalar yaptı. Stratejik Derinlik tahayyülü o kadar da realiteye denk gelen gerçekleri içermiyordu. Hesapladıkları ve televizyonlardan açık bir şekilde “iki ay içerisinde Emevi Camisi'nde Cuma namazı kılacağız” gibi racon kesmelerine rağmen, sandıkları gibi Esad üç ayda gidecek biri değildi. Nüfusun yüzde 45’i Esad’ın arkasında durdu. Nusayriler, Hıristiyanlar, Kürtlerin bir kısmı, laik Arap milliyetçileri, laik Sünniler, iş dünyası, Halep Çarşısı, bir sürü ulema, Esad’ı destekleyerek dünyayı hayretler içinde bıraktılar.
Suriye’de kitlelerin Beşer Esad’dan kopması için ancak Arap milliyetçilerine umut bağlayabilirsiniz. Bunlar da Türkiye’yi lider olarak kabul etmez. Zira Osmanlı'nın bir emperyalist işgal devleti olduğu görüşü hakimdir. Yıllarca Osmanlı tarafından sömürüldüklerini her fırsatta dillendiriyorlar. İki ülke arasında süren dostane yakınlaşma Esad’ın da işine geliyordu. Esad, “Ben Türkiye’nin 82'nci vilayeti olmaya razıyım. Tek isteğim, İran’la ilişkiyi bozmayacaksınız.” diyebiliyordu. Suudi Arabistan’ın da korktuğu buydu. Hâlbuki ABD, Suudi Arabistan ve Türkiye’nin politikası, Suriye’yi İran’dan koparıp Batı’ya yaklaştırmak, İran tarafından İsrail aleyhinde organize edilen militarist yapılanmayı bertaraf etmek ve onun üzerinden Arap âlemine hâkim olmaktı.
Suriye, özellikle Suudi Arabistan güdümündeki savaş konseptinin planını sezdi ve farklı bir çözüme yöneldi. Türkiye Dışişleri sonrasını şöyle okudu: “İran, Irak ve Lübnan, Suriye’nin yanında. Eğer Suriye’ye askeri müdahalede bulunursak o anda diğer üçüyle de savaşmak zorundayız. Buna gücümüz yetmez. Suriye’ye de yetmez. Suriye’nin hava kuvvetleri, Türkiye’den dört kat daha üstün.” Türkiye bir hata daha yapmış. Malatya Kürecik’te radar tesislerinin kurulmasına izin vermişti. Onu kurduğu andan itibaren de kendisine tehdit olarak algılayan Rusya, Suriye Tartus’taki üslerini modernize etti. Bu yeni silahların neler olduğunu da kimse bilmiyor. Bunları test etmek için uçak kaldırdı Türkiye. İskenderun açıklarında düşürdüler. Uçağı düşüren de füze değil, füzenin ısısı. Bu, ABD’nin de gözünü korkuttu. Türkiye’nin kendi gücüyle Esad’ı deviremeyeceğini anladı. Bu anlaşılınca Arap ülkeleri ve kimi Batılı ülkeler geleceğe dair beklentilerini, politikalarını yeniden düzenleyip değiştirdiler.
Suriye savaşında en önemli aktörlerden biri olan El Kaide ve türevlerinin arkasında, doğrudan devletlerden çok petrol zengini prensler var ve bunun en bariz örneği Afganistan’da Taliban hareketini destekleyen Arap petrol zenginleri olmuştu. El Kaide'nin tüm zamanların en güçlü örgütlerinden birine dönüşmesinin sebebinin petrol prenslerinin sağladığı maddi destek olduğu açıktır. Usame bin Ladin ekibinin ABD’de en üst düzeyde eğitim görmesi ve uçak eğitimin de buna dahil olması tamamen sağlanan finansın neticesiydi.
El Kaide ve türevlerinin öncü kadroları askeri, siyasi, istihbarat ve diğer alanlarda eğitimli, genellikle mühendis, avukat, teknolojiyi iyi kullanan, master yapmış kişiler. Büyük bölümü Arap milliyetçisi ya da Marksist olarak siyasete girmişler. Bu örgüt netice itibariyle, kurdukları diyalog, geliştirdikleri algı ve çabalarında Suudi Arabistan rejiminin bölge stratejisine hizmet ediyorlar.
Vahabi ve Selefi ideoloji üzerinden Suud’u merkeze alan, bölgesel bir patronajlık ideolojiye sahipler. Kendi ideolojileri doğrultusunda halkı genellikle Sünni olan ülkelerde daha çok Rabıta örgütü üzerinden ilişkileri geliştiriyorlar, yardımlar yapıyorlar. Kenan Evren döneminde Rabıta’nın Diyanet imamlarının maaşlarının ödenmesi için maddi destek sağladığı günlerce haber konusu olmuştu. Suudların İslam dünyasının lideri olmasını istediklerinden, Türkiye’nin tekrar Osmanlı’yı diriltmesine sıcak bakmıyorlar. Aleyhlerinde yoğun bir propaganda yaptıkları Şiilikten de nefret ediyorlar. Kaide üzerinden, önce El Nusra, sonra DAİŞ, Tahrir’ul Şam gibi paramiliter güçler üzerinde yatırım yapılmaya başlandı. Tek taraflı kararlar, olayda inisiyatif sahibi olmaya çalışmak belirginleşince Suriye ve Mısır meselesinden sonra, Türkiye ve Suudi Arabistan’ın arası açıldı. Suudiler savaşa verdikleri desteği kestikleri gibi Arap ülkelerinin kararında da etkili oldu.
Suriye’de iç savaş olduğu müddetçe DAİŞ biraz da Türkiye’nin ısrarlı desteğiyle sürekli olarak ilerleme sağladı… Birçok ülke Türkiye’nin DAİŞ’e destek verdiği yolunda itirazlarda bulundu ve yargıya başvurdu... Türkiye’de TIR meselesi olarak bilinen olaydan onlarca insan yargılandı. Bütün yatırım ve organizelere rağmen Türkiye, Suriye’de savaşı kaybetti. Özgür Suriye Ordusu projesi de fiyasko ile sonuçlandı. Şu anda her açıdan Türkiye sahada hareket edebilmek için Rusya ve İran’a muhtaç! Türkiye’nin şu anda paramiliter güçler üzerindeki etkisi giderek zayıflıyor. En sonunda yoğun saldırılar altında kalan cihatçıları imha olmaktan kurtarıp etkisiz kılmak maksadıyla Afrin’de topladılar. Şimdi çember giderek daralıyor. Afrin’de de sürekli saldırılara maruz kalıyor ve hatta Türkiye’nin kurmuş olduğu gözlem merkezleri de bundan nasibini alıyor.
Bundan birkaç sene öncesine kadar Türkiye’nin silahlı muhalefeti ikna etmek için çok fazla şansı vardı... Soçi görüşmeleri doğrultusunda İran da Esed’i ikna edebilirdi. Muhalefet silahsızlandırılıp dışarı çıkarılır, savaşın gerekçelerinden biri olan Hizbullah da Suriye’yi terk ederdi. Bir yol haritası çizilirdi. Türkiye’nin de, İran’ın da bölgeyi yanlış okuduğu ve dengeler üzerinde yanlış hesaplar yaptığı açıktır.
Kürtler konusunda da aynı hata yapılıyor. Türkiye, İran ve Mısır’la işbirliği yapıp, demokratikleştirici bir yumuşak güçle bölgeye gitseydi, oraya düzen verebilecek bir patronaja sahip olabilirlerdi. Hiç kuşkusuz Esad döneminde kimlik sahibi bile olmayan Kürtler büyük bir güç sahibi olmuşlardı ve dengeleri alt-üst eden büyük bir imkân da Türkiye’nin ayağına gelmişti. Ne yazık ki ırkçı bir refleks gösterildi ve dolayısıyla Kürtlere yaklaşım çok sağlıklı olmadı.
İktidar ülkenin bütün imkanlarını, kadrolarına peşkeş çektiği Gülen Cemaati devasa bir güce ulaştı. Devletin üst aklını bile korkutacak bir güç inşa ettiler. Özellikle yurt dışında eğitim ve ticaret perspektifinde geliştirdikleri güç, süper güçlerin bile tahminlerinin üzerindeydi. Ülke içinde güçlerini pekiştirmek için ustaca hazırlanmış kumpaslara bile başvurdular. Gizli kamera çekimleriyle birçok insanı kontrolleri altına alabildiler veya deşifre edip etkisizleştirdiler.
MHP milletvekili İbrahim Barutçu veya CHP milletvekili Deniz Baykal bunlardan sadece ikisi... 30 kişinin seks kasetlerinin olduğu söylendi. Daha sonralarda bu sayının 80 kişi olduğu ve üst düzey yetkililerin de bunlara dahil olduğu söylendi. Bununla yetinmediler binlerce insanı dinleyip dosyalar oluşturdular. Sonrasında kendilerine engel olma ihtimali olan ordunun belli bir kanadına karşı operasyon düzenlediler. Yalan değil dış ülkelerde yaptıkları faaliyetler küçümsenecek boyutta değildi. Türkiye ve özellikle Erdoğan için iyi bir propaganda aracıydı. Türkçe Olimpiyatları'ndaki yabancı çocukları misyoner sabrıyla devşirmeleri örnekleri, olayın büyüklüğünü anlatması açısından önemliydi.
İyi bir eğitimle yetiştirdikleri gençlerin bürokraside iyi bir yer edinmelerine de destek veriyorlardı ve bu şekilde o ülkelerdeki yönetimde söz sahibi olmaları da gerçekleşiyordu. Ergenekon diye isimlendirdikleri ekibe karşı düzenledikleri operasyonda, Erdoğan da “bu işin savcısı benim!” diyerek tavrını ortaya koydu. Bunlar, görünürde Ergenekoncular’a karşı olan Ergenekoncular! Sonra Ergenekon beraat ettirildi, büyük tazminat rüşvet olarak verildi ve bu kez de Ergenekoncular Gülen Cemaati'ne operasyon düzenledi. Çocuklarına bile acımadılar. 15 Temmuz sendromu hayatın tamamını kuşatması altına aldı.
Darbe girişimi ve yaşananlar konusunda verilen soru önergeleri her defasında AKP-MHP ittifakıyla reddedildi. Olayın üstünü örttüler. Başyaverler, pilotlar hep sis perdesinin arkasında kaldı. Bu kez Ergenekoncular sistemli bir biçimde AKP’ye sızdılar. Partinin iç ve dış politikasını ele geçirdiler. Tıpkı 2011 yılındaki gibi İttihatçı bir ekip Türk dış politikasını ele geçirdi. Dağıtıp parçalayanların İttihatçılar olduğunu unutan yeni ittifak Enver Paşa gibi, yeni bir Osmanlı İmparatorluğu kurmanın şehvetine kapıldılar! 2012 yılının başında Kayseri’de, Ahmet Davutoğlu, “1911 öncesi sınırlara döneceğiz. Kaybettiğimiz bütün toprakları alacağız. Biz olmadan bölgede yaprak kımıldayamaz. 2023’te cihan devletini göreceksiniz, bizim gizli ordularımız var!” dedi.
Bu, Sarajevo’dan Yemen’e, Kırım’dan Orta Afrika’ya kadar, 20 milyon kilometrekare üzerindeki 50 ülkeyi ilhak etme ve Türkiye’ye bağlama anlamına gelmektedir. İttihatçı grup, Erdoğan’ı de etki altına aldı. Küçük saraycıklar hariç, yapılan 1100 odalı devasa saray ve Çamlıca’da yapılan devasa selatin camii bu hayallerin kanıtı olarak duruyor.
Doğru bir analiz yapılması durumunda Türkiye’deki İslamcı ve ulusalcı zihinlerin tedavisi imkansızlaşan hasta ruhlu oldukları görülür. Bu durum İslamcılığın bir ideoloji olarak benimsendiği Mısır asıllı Sadrazam Said Halim Paşa döneminden beri böyledir. 50 ülkeyi yeniden hegemonyaları altına almak projesi parkurunda, akıllarında şu var: “Ümmetin kurtuluşu için bir İslam birliği ya da bölgesel birlik kurulacak. Hilafetin ilga olduğu ülke Türkiye olduğundan bu kaçınılmaz hak olarak, Türkiye’nin liderliğinde olacak.”
Ne yazık ki bu dünya tahayyülü sebebiyle her kılığa giriyorlar. Her gün renkleri değişik olabiliyor. Bu hasta ruh zemini Erdoğan’ı, “Sen, İslam âleminin lideri, halifesi olacaksın. Balkanlardan Kafkaslara, Orta Afrika’ya kadar yeniden Osmanlı’yı kuruyoruz. Bütün imkanlarımızı bunun için seferber ettik” diye ikna ettiler. Tabii bu haberi duyan Mısır, İran, Ürdün, Suudi Arabistan, Suriye Müslümanları bayrak açıp ayağa kalktı! Bahsettikleri ülkelerin hiçbirinde entelektüel zihin Osmanlı'yı bir İslam devleti, hak ve adalete göre hükmeden bir sistem olarak görmüyor. Özellikle Arap ülkeleri Osmanlı'yı ulusalcı sömürgeci bir ülke olarak görüyor ve bu algı toplumda da hakim.
Oysa yakın tarihte büyük iddialarla ortaya çıkan ve tezi için büyük yatırımlar yapan Özal’dan ders almaları gerekirdi. Özal, “21'nci asır, Türk asrı olacak. Biz, Osmanlı bakiyesiyiz” diye, Türkiye’nin başına bir bela açtı. Türki Cumhuriyetler bile kabul etmedi bunu. Almata Valisi, “Türkiyeliler bize bir Kanadalı edasıyla geliyor. Sanki bütün sorunlarını çözmüş de bize akıl vermeye geliyorlar” türünden açıklamalar yapmaktan geri durmuyordu.
Gülen Cemaati'nin tasfiye edilmesinden sonra sistemin üst aklına İttihatçıların hakim olmasıyla birlikte ülkenin rengi değişti..
Geçmişe dair bütün argümanlar arzı endam etmeye başladılar. Osmanlı'nın bir İslam devleti olduğu, İttihat ve Terakki ekibinin destansı kahramanlıklar sergiledikleri, Türkiye’nin Osmanlı'nın varisi olduğu ve hilafetin hak sahibi olduğu gibi algı operasyonları bolca işlenmeye başlandı. On binlerce yılın tarihini bağrında barındıran Hasankeyf gibi açık hava müzesini yerle bir etmekten kaçınmayan bu yeni İttihatçılar, yerinde yellerin estiği olması ihtimali resimlere dayanan çeşmeleri, yapıları ecdat yadigarı diye yeniden inşa ediyorlar, onarıyorlar.
Bu arada engel görülen her güç bir şekilde bertaraf edilmeye çalışıldı. Osmanlı konusunda ısrarcı olunması ile ülkenin rengi de değişti. Her harekette, her askeri manevrada bu mesaj verilmeye çalışıldı. En çok rahatsızlık veren, itici girişimlerle mesaj verilmeye çalışıldı. Misal olarak Yavuz Sultan Selim isminden ulusal kesim hariç büyük bir kesim rahatsız. İran, Arap ülkeleri, Aleviler, Kürtler bu isimden rahatsız. Sosyal medya ve muhalif medyada yapılan bütün itirazlara rağmen, 3. Köprünün isminin Yavuz Sultan Selim konulması kibirle verilen bir mesaj niteliğindeydi..
Olaylara bakıldığında Erdoğan için rasyonel bir sebebi var gibi görünüyor. Biraz da Ahmet Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik türünden psikolojik algı çabaları doğrultusunda Osmanlı'nın kabul edilen topraklarını ele geçirme ve yeniden bölge hâkimi olma perspektifinde, 3. köprünün ismini bütün tepkilere rağmen Yavuz Sultan Selim koymaları sıradan bir karar değil. Bu isimle bir yandan İran’a, seni durduracağız mesajı veriyorlar. Kürtlere, “boşuna çırpınmayın bizim hizmetkarımız olmanın ötesinde herhangi bir hakka sahip olamazsınız” diyorlar. Araplara da “ümmetin efendisi biziz atalarımızın fethettiği toprakları geri almaya geliyoruz. Yavuz Sultan Selim’in o topraklar üzerinde hakimiyet kurduğu gibi 400 sene hâkimiyet kuracağız” demenin mesajı veriliyor.
Türkiye’nin yeni konseptinin ümmet, İslam dünyası, Filistin meselesi sloganları arkasına gizlediği niyet ve ajandası ortaya çıkınca, Arap entelektüelleri ve İslamcıları niyetlerin çok da samimiyetle bağdaşmadığını gördüler. Sahada yapılanlardan sonra, Erdoğan’ın özellikle Arap toplumunda yükselen yıldızı söndü.. Popüler bir şöhret kazandığı ülkede bile hızla “Bunların niyeti kötü. Yeniden Osmanlı sömürü imparatorluğunu kurmaya çalışıyorlar.” algısı hakim olmaya başladı. Arapların zihinlerinde Osmanlı’dan kalan en son şey, İttihat ve Terakki. Arap ülkelerinin birer sömürge ülkesi gibi kullanılması, talan edilmesi ve o bölge halklarının sürekli olarak Osmanlı'nın zulmü altında olmasıdır.
Resmi dili Arapça olan 23 Arap devleti var. 407,5 milyonluk bir nüfusa sahipler. Cemiyet olarak Türkiye’den daha fazlalar, yer altı ve yer üstü zenginliklere sahipler. İslamiyet’in ilk beşiği olma tarzında bir imtiyaza da sahipler... Türkiye’nin İslam dünyasının lideri, hakimi olmasının hiçbir mantığı yok. Daha da travmatik olanı ülkelerindeki kutsal emanetlerin Osmanlı tarafından talan edilip, İstanbul’a götürüldüğü ezikliği var.
Ayaklarını yere sağlam basıncaya kadar organize bir güce sahip olan Gülen Cemaati'nden yararlandılar. Buna karşılık devletin bütün imkanlarından yararlandırdılar. Belli bir süre sonra ayaklarına bağ görünce, onları yerleştikleri yerlerden kazımaya başladılar. Şu anda Nurcular üzerinden operasyon yapıyorlar, Said Nursi’nin kitaplarının yayınlanmasına resmi denetim koydular. Süleymancıların yurtlarını kapatmaya yöneldikleri gibi, Mahmut Efendi Cemaati’ni tehdit etmekten geri durmuyorlar. Kuşkusuz, şu anda iktidarın propaganda araçlarına dönüşen diğer cemaatlere de sıra gelecek. Çünkü bu, devletin Erdoğan’a uygulattığı projesi, operasyonudur. Diğerlerine yaptıkları gibi AKP’yi kullanıp atacaklar! Bu devlet, üst aklı bedenden bedene geçen bir ruh gibidir. Şu anda AKP’nin bedeninde yaşıyor ve yaşama rengini vermeye çalışıyor.
AKP, bu süreçte tarikat, sivil toplum teşkilatı ve cemaatleri ikna etti. Onlar, 1995’ten bu yana belediyeler, 2002’den bu yana da merkezi yönetim üzerinden kamu kaynaklarına bağlanmış durumdalar. Kiralarını ödemekten aciz olan birçok cemaat bu vesile ile nemalanmaya ve esnaftan para toplama geleneğini sonlandırmaya başladı. O kaynakların kesilmesi bile, faaliyetlerinin sona ermesine yol açabilir. Bu ilişki ağı, hukuki yönden, onları suçlu duruma da düşürmüştür.
AKP’nin elinde bulundurduklarını kaybetmemek için her yola ve yönteme başvuracağından kuşku yok. Kredisini tüketip bitişe doğru kayması Türkiye’de siyasal İslam’ın bitişi anlamına gelmez ancak ağır hasarlı bir halde uzun zaman gündemden düşmüş olur. Aslında defalarca gömlek değiştirdiklerini, demokrat olduklarını söylemelerine rağmen AKP’nin İslamcı olduğunu kabul etmek bile başlı başına büyük bir hata olur. Yine de ayrı bir ajandası olduğundan her ortama göre renk değiştirdiği açıktır.
AKP, İslamcılık geleneğinden gelen ancak topluma güven pompalayıp iktidara geldikten sonra güç ve sermaye zehirlenmesiyle savrulmuş bir topluluktur. 2011’den sonra, meşruiyetlerini sağlamak ve İslamcıları sistemin içine çekmek için kimi yerde tehdit, operasyon ve nemalandırma yöntemlerine ilave olarak Diyaneti de kullanarak dinin argümanlarına yapıştılar. Dinin muamelat kısmını yürürlükten kaldırmış topluluk olarak, ulaştıkları sermaye gücüyle İslamcılıktan vazgeçmiş insanlardır.
Her defasında gömlek değiştirdiklerini, milliyetçi olduklarını, Atatürk’ün izinden gittiklerini mesajlarıyla ve pratikleriyle ortaya koyuyorlar. Durduk yerde 19 Mayısta Samsun’a çıkarma yapmaları bu atraksiyonlardan biriydi. Siyasi bir birikimleri ve mücadele süreçleri olmadığından en çok müracaat ettikleri iki argümanın biri dini değerler ve ikincisi de her alanda düzenledikleri kumpas, iftira ve yalandır.
Ağır bir yıkım karşılığında ayakta durabiliyorlar. Akıl tutulmaları, güç zehirlenmesi ve her esen rüzgara göre farklı alanlara savrulmaları artık normal görülüyor. Ellerinde bulundurdukları güçle, ülkenin bütün dengelerini kendilerine mürid yapmayı başarabildiler.. Ama şu da var ki İslami gelenekten gelen bir partinin bundan sonra iktidar olması artık çok zor görülüyor. Dolayısıyla bu son tecrübeleri bu, kaybetmeleri durumunda geçmişleriyle yüzleşmelerinin gerektiğini ve yargıyla başlarının belaya gireceğini iyi biliyorlar. Bunun için bütün yöntemleri devreye sokarak direniyorlar. En muteber kurumları kendi emellerine alet etmekten çekinmiyorlar. YSK, yargı, eğitim ve dış ilişkiler perspektifinde yaptıkları ortada... Geriye kalan İslamcılar da kafalarını öylesine derin bir kuma/balçığa sokmuşlar ki, ne duyabiliyor ne görebiliyor ve ne de konuşabiliyorlar..
Ellerindekini kaybetmemek için milliyetçi oluyorlar, toplu halde daha önce küfretmekten geri durmadıkları Anıtkabir’e gidip saygı duruşuna durmayı, laik Kemalist sistemin bütün değerlerini savunmayı da ihmal etmiyorlar. Post-Kemalizm’i şu anda İslamcılar üretiyor, koruyor kolluyor.
Türkiye’de bu yeni konseptle birlikte tarikatlar, STK’lar, vakıflar ve cemaatler artık sivil değil. Devletin resmi kurumları gibi bir misyon yüklenmiş durumdalar. Bir kurumun, hareketin, sivil toplum örgütünün sivil olabilmesi için gönüllü, hükümet dışı ve özerk olması lazım. Refah Partisi dönemiyle birlikte kamu kaynaklarından bu yapılara para aktarılınca, sivil toplum kuruluşu olmaktan çıkıp ‘sivil devlet kuruluşu’ olma sürecine girdiler ve AKP ile birlikte tamamen devlet kurumları gibi talimatla hareket edip, yapılanan kurumlara dönüştüler. Aslında bu geleneğin oluşturulmasında Gülen Cemaati'nin etkili olduğunu söylemekte fayda var.
Osmanlı döneminde İttihat ve Teraki’nin en ağırlıklı kanadı İslamcılardı. Bunların önemli bir kısmı savaş ve komitecilerin suikastlarıyla bertaraf edildiler. Geriye kalanlar da destan diye anlatılan Çanakkale Savaşı'nda etkisiz kaldı. Meydan tamamen boş kaldığında, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Cumhuriyet’i bu şekilde kurmalarına yol açan en önemli sebep, Çanakkale Savaşı’nda 50 bin İslamcının medresedeki kitaplarını bırakıp, cephelerde savaşırken ölmesiydi.
Muhalif olabilecek, direnç noktaları kırılınca hayal edilen bir sistemi kurmanın önünde herhangi bir engel kalmıyordu. AKP’nin iktidarda tamamen güçleninceye kadar kurduğu ilişkileri, kullandığı argümanları ve yöntemleri düşündüğümüz zaman ciddi bir benzerlik var. AKP de Çanakkale Savaşı’ndan aydınları, sanatkarları, insan hakları alanında mücadele verenleri, akademisyenleri ve entelektüelleri devletleştirerek sivil alandan koparıp, sistemin emrine sokma açısından benzer bir felaketi inşa etmiştir.
Algı operasyonuyla, manipülasyon, yerli-milli ve beka sorunu illüzyon ve insanları yeni Osmanlı hedeflerine inandırma yoluyla zihinleri uyuşturmada başarılı olabildi. Bunlar İslam tarihinde övünerek bahsettikleri zalime ve zulme karşı direniş gösteren sözlerinin eri, mücahit alimlerin çizgisinde, sivil olarak mücadelelerine devam etmeleri gerekirken, daha önce küfür gördükleri ve bütün kurumlarını öteki gördüğü sistemi içselleştirip, devletin ideolojisini üreterek post-Kemalizm’i var ettiler.
Post-Kemalizm’i şu anda İslamcılar üretiyor, savunuyor ve koruyor. Dinin içini boşaltmalarına karşılık yeni bir yaşam tarzıyla tanıştılar. Tüketime ve gösterişe dönük, kendi sitelerine kaçıp geçmişlerini unutan sonradan görme yeni zenginler zümresi ortaya çıktı. Özellikle 15 Temmuz ile birlikte ciddi ilişkilerle, sisteme göbekten bağlandılar. Jurnalcilik, iftira, itibarsızlaştırma, kumpas yeni meslekleri oldu. Yerli-milli salvolarıyla sistemin bütün değerlerini kutsayıp, içselleştirdiler. Sistem için bulunmaz bir fırsat oluştu. İslamcılık geleneğinden gelen toplama bir kadro, büyük idealleri olan İslamcılığın sonunu getirdi, sisteme teslim olanlar da devletin serasında yetişiyorlar artık.
Daha önce toplama cihatçılar alanında gerçekleşen eğit, donat faaliyeti artık İslamcı gelenekten gelenler üzerinde uygulanıyor. Her şeyi paraya dönüştürme gibi bir alışkanlık geliştiriyorlar. Devletin imkanlarının kapıları kendilerine açıldığından, yaşam tarzları değişiyor. Boğaz manzaralı villalarda veya etrafından kuşların bile uçmasına izin verilmeyen güvenli sitelerde oturuyorlar. Çocukları sermayelerini alıp, Malta veya Man adalarına götürüp lüks içinde yaşıyorlar. Ankara’nın en lüks semtlerinde yüzlerce daire alacak kadar önleri açılanların yaşamları değiştiği gibi, inandıkları da değişiyor. Lazım olduğu kadar Müslümanlar. Karılarına da en lüks eşarpları ve otomobilleri almaktan geri durmazlar..
Toplum bütün bunlara sessiz görünse de derinden büyük bir öfkenin gelişmesi kaçınılmazdır. Dini kullanıp, kendilerine sermaye haline getirenlerin pratiklerinin toplumda ciddi bir öfke ve tepkiyi beslediklerinden kuşku yok. Camilerin içinin boşalmasının, deizmin özellikle dini kurumlarda, imam hatiplerde köklü bir zemin bulmasının sebebi bu değil mi?
Dinin muamelattaki rolünü yok sayıp, kendi amaçlarına araç haline getirmelerinden dolayı gelişen zulmün bedeli dine ödettiriliyor. Daha da ilginci sürekli olarak Kürt bölgelerine çıkartma yaparak, Kürtleri İslamileştirmeye çalışanlar bu yeni sürecin destekçileridir ve toplum onların ne kadar kirli olduğunun farkındadır. Kendileri dindarlaşmayanlar, aldıkları rant oranında tehlike gördükleri alanları İslamileştirmeye çalışarak kendilerine bağlama çabası içindeler.
Zulme, haksızlığa, adaletsizliğe karşı samimi bir duruş sergilemeyen dindarlığın toplumda karşılık bulması mümkün değil. Din sivil olduğu ve egemenlerin uygulamalarına eleştirisel yaklaştığı için toplumda karşılık bulabiliyor. Toplumda dine olan güven kırıldığında karşılık bulması da zayıflayacaktır. Vicdan sahibi inanmış insanlar dinin sivilleşmesi için gerekli müdahaleyi yapmamaları durumunda dine karşı bir öfke ve nefret gelişir ve tahmin edemeyeceğiniz hızla dindarlık karşıtı mecraya akmaya başlayarak ateistleşir, materyalistleşir.
Dinden, dindardan toplumsal sorunlarda çözüm üretme kapasitesinden umudun kesildiği yerde nihilizm olur. Bunun gerçek sorumluları başat ideolojiler değil bizzat İslamcılığın savrulmasıyla ortaya çıkan bir sonuçtur. Toplum siyasal İslamcılar eliyle ahlaksızlaştı, yozlaştı. Cinsel istismar, tefecilik, faiz, resmi kumar, uyuşturucu, rüşvet, ihalelerde usulsüzlük, kumpas, iftira, yalan, ayak kaydırma, ispiyon, kadın ticareti, kul hakkı yemek onların toplumu yozlaştırmak ve savrulmalarına sebep oldu. Daha da kötüsü İslamcılığın bu savrulması dolayısıyla dine karşı bir öfke, yabancılaşma, güvensizlik inşa oldu. Bu toplum, tarihte hiç bu kadar yozlaşıp, bozulmamıştı. Şu anda en ahlaksızca davranışın normal karşılandığı bir toplumdan söz ediyoruz. Böyle bir toplumda insanların iktidarda olan İslamcılar üzerinden dine yabancılaşmasından daha normal bir durum olamaz.