İyi bir şair kaç insanın hayatına bedeldir?

Ezra Pound sadece kendi kuşağının değil, günümüzün de önemli şairlerinin başında gelir. Gerek şiire bakışındaki yenilik arayışı gerekse kelimelerle kurduğu ilişki bunun en önemli göstergelerindendir. Peki şiirin büyüsüyle bunca hemhal olmuş bir şairi faşizmin bataklığına iten koşullar neydi? N’oldu da ateşli bir Mussolini taraftarı hâline gelip dünyayı dinamitlemeye kalkıştı?

Abone ol

Tarih 30 Ekim 1885’ti. ABD’nin Idaho eyaletindeki Hailey’de doğan Ezra Pound, ailenin tek çocuğuydu. Babası Homer darphanede çalışıyordu, annesi Isabel’se kibar ve soğuk bir kadındı. İlk öğrencilik yıllarını başarılı ve şımartılmış şekilde geçiren Pound, içinde bulunduğu koşulların bir getirisi olarak erken yaşta olgunlaşmaya başladı. Daha sonradan bugünler için “Otuz yaşıma geldiğimde şiir hakkında yaşayan herhangi bir insandan daha fazla şey bilmek istediğime karar vermiştim,” diyerek bahsedecekti.

1901’de New York Clinton’daki Hamilton College’e kaydını yaptırdığında Anglosakson ve Romen dili, Orta Çağ tarihi üzerine okumalar yapmaya başladı. Oldukça hırslı bir öğrenciydi ama edebiyat üzerine arkadaşlık kuracağı pek kimseyi bulamadı çevresinde. 1905’te yüksek lisans yapmak için Philadelphia’daki Pennsylvania Üniversitesi’ne girdi. Meşhur Kantolar’ı da bu yıllarda kaleme almaya başladı.

Pound vaktinin çoğunu çalışmakla geçiriyordu. Arkadaşının bahsettiği üzere, “her gün bir sone yazmakta, sene sonu geldiğinde hepsini yok etmektedir.” Şiir üzerine geliştirdiği fikirleri çok dağınık, yer yer taklitçi ve romantikti. Yine de düşünmeye ve düşündüklerini biçimlendirmeye devam ediyordu. Kendi estetiğini bulma süreci içindeyken Indiana Crawfordsville Wabash Koleji’nde akademisyenlik yapmaya başladı. Ayrıntıları bilinmemekle beraber, odasında genç bir aktristi misafir ettiğinin duyulması üzerine kolejden uzaklaştırıldı. Bu, Pound için geri dönülmez bir sürecin başlangıcı oldu. Amerikan eğitim sistemine dair yaptığı eleştiriler bir yana, eşyalarını toplayıp 1908’de İtalya’ya yerleşti.

Kantolar, Ezra Pound, çeviri: Efe Murad, 888 syf., Yapı Kredi Yayınları, 2020.

KIZGIN AMERİKALI

İtalya’ya gittiğinde sadece 80 doları vardı. O vakte kadar yazdığı bazı şiirleri bir araya getirerek, A Lume Spento (With Tapers Quenched) isimli ilk kitabını 8 dolara bastırdı. Ağırlıklı olarak geleneksel ağıtları andıran şiirleri, biçimsel çeşitliliği yüzünden gelecekteki Pound’a dair bir müjde veriyordu sanki.

Aynı yıl Londra’ya geçti. Ne yapması gerektiği daha iyi biliyordu artık. Çeşitli edebiyat çevreleriyle ilişkiye geçmesi bu yüzden kolay oldu. Özgüvenli ve polemikçi yapısı nedeniyle kendini sevdirdiği gibi, Yeats’in tabiriyle “harikulade bir nefret” de kazanıyordu. Devam eden günlerde edebiyat dergilerine yazdığı yazılarla mütevazı bir gelir elde ederek yaşarken, Elkin Mathews’un sahibi olduğu yayınevinden ikinci şiir kitabı olan Persona’yı yayımlattı.

O yıllarda, sadece 1914’te evleneceği Dorothy Shakespear’le değil, dönem edebiyatının önemli isimlerinden olan Ford Madox Ford’la ve W. B. Yeats’le de tanıştı. Pound, Yeats’in “Pazartesi Toplantıları”na katılmaya başlamış, ilerleyen zamanlardaysa öne çıkma çabasıyla Yeats’i bile arkada bırakmaya çalışmıştı. Yeats de bu ve buna benzer nedenler yüzünden “karşılıklı şefkat bizi birleştirmemiş olsa hayatımdaki herkesten daha fazla kavga edeceğim bir adamdı” diyerek anlatacaktı Pound’du.

Baskın kişiliği sebebiyle etrafındakileri yönlendirmeyi bilen Pound, başaramazsa sinirleniyor ve sürekli tartışma çıkarıyordu. Daha basit ve doğal bir dilin peşinde ilerleyen şiir yolculuğunda yaşadığı gelgitler sebebiyle pek çok insanla arası açılırken pek çoğuyla bir araya geliyordu.

“Yirminci yüzyıl şiiri ile önümüzdeki on yıl içerisinde yazılacağını umduğum şiir için konuşacak olursak şiirin saçmalık ve boş laftan uzaklaşacağını düşünüyorum; daha sert ve akla yatkın bir şiir çıkacak… En azından kendim için böyle olmasını istiyorum; katı, doğrudan ve duygusal dengesizlikten kurtulmuş bir şiir.” Tam da bu fikirden yola çıkarak Pound öncülüğünde ortaya atılan imgeciliğin poetik prensipleri de en az Pound kadar setti.

  1. İster öznel ister nesnel olsun “nesneyi” doğrudan ele almak.
  2. Sunuma katkıda bulunmayan tek bir kelime bile kullanmamak.
  3. Ritm konusunda ise; şiiri metronom sıralamasına göre değil müzikal ifadenin sıralamasına göre oluşturmak.

İmgecilik tartışmaları sürerken, Pound ile Yeats, Stone Kulübesi’nde üç aylık bir çalışma sürecine girdiler. Aslında Pound bu sürece pek dahil olmak istemiyordu ama büyük ustayı kıramamıştı ve bu yolculuk hem onun hem de çağdaş dünya edebiyatı için ciddi bir kırılmaya yol açacaktı, dahası domino taşına ilk vuruşu gerçekleştirecekti. Yeats, henüz kitabını yayımlayamamış İrlandalı bir gençle konuşmasını istemişti Pound’dan. O yazar James Joyce’du.

Sanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi’nden çok etkilenen Pound, Joyce için fahri bir edebiyat ajansı gibi çalışmaya başladı sonra. Sadece Joyce da değil, o yıllarda keşfettiği bir diğer kalem de T. S. Eliot’tı. Pound, bu iki dehanın kitaplarının basımıyla ilgilenmesi bir yana, dergilerde sürekli onlarla ilgili övgü dolu yazılar yazıyordu. Başta Londra olmak üzere, pek çok bölgenin dikkatini onlara çekmeye çalışıyordu.

MERHABA FAŞİZM, NASILSIN?

Bu süreçte I. Dünya Savaşı olanca vahşetiyle sürüyordu. 4 yıl boyunca ölüm, yoksulluk, hastalık doğuran savaşın Pound’daki yansımasıysa yalnızlık ve yoksulluktu. Arkadaşlarının bir kısmı savaşta ölmüştü, kalanlarla da pek anlaşabildiği söylenemezdi. Derken eşi Dorothy’yle aldıkları karar sonucunda, 1920’de Londra’yı terk ettiler ve Fransa’ya yerleştiler. Paris’in edebiyat çevresiyle de doğru düzgün bağ kuramadıklarını, Paris’e ait olmadıklarını düşünerek 1924’te bu kez İtalya’ya yöneldiler. Pound’un Paris’ten aldığı şey birkaç yazarın dostluğu ve sevgilisi Olga Rudge’ydi.

İtalya, Pound’un faşizmle, Mussollini’yle olan ilişkisinin başlangıç noktasıydı. Hatta gerçekleştirdikleri kısa görüşmede A Draft of XXX Cantos’un bir kopyasını Mussolini’ye verdi. Hayatı boyunca “elitist bir Avrupa” fikrine bağlı olan Pound, bu ihtimali ne yazık ki faşizmde buldu, dahası bulduğunu sandı. Tabii bunda baskın, “totaliter” karakterinin de payı yok değildi ama nesnel olarak Pound’un faşizmi kendi içinde rasyonelleştirme sürecini anlayabilmek pek kolay değil. Çünkü bu hızlı bir dönüşümdü. Pound tam bir faşizm propagandacı oluvermişti. Yahudilerden nefret eden yazı ve konuşmaları, Mussolini’yi, Hitler’i öve öve bitirememe hâlleri, tabir-i caizse, şairin akıl tutulması yaşadığının bir göstergesiydi.

Özellikle otuzlarda çeşitli dergilere, gazetelere yazdıkları oldukça saldırgan, kışkırtıcı ve kaba dildeydi. Bunlar yetmezmiş gibi bir de radyo yayınlarına başladı. 1941’den 1943’e kadar sürecek olan, yaklaşık 7 dakika uzunluğundaki her yayın için 17 dolar alıyordu. Esas şaşırtıcı olansa Pound, en olgun eserlerini bu süreçte yazmıştı.

Ezra Pound ve Dünyası, Peter Ackroyd, Çev: Nil Sakman, 142 syf., Edebi Şeyler, 2016.

İTALYAN GERİLLALARI EZRA POUND'U TUTUKLADI

II. Dünya Savaşı’nda da giderek artan bir öfkeyle yazıp konuşmaya devam eden Pound, faşizmin yenilmesiyle ne yapacağını şaşırdı. Derken 1945’in sonunda evini basan İtalyan gerillalar tarafından alıkonuldu. Akabinde de 24 Mayıs’ta Pisa’ya hapsedildi. Pound için özel olarak yapılan hücre 10 metrekare büyüklüğünde, 7 metre yüksekliğindeydi. Hem faşizm propagandasından hem de ABD’ye yönelik yaptığı yayınlardan ötürü vatan hainliğiyle suçlanıyordu. Bir süre sonra daktilo kullanmasına ve kitap okumasına izin verildiği için kendini biraz olsun toparlamaya başlamış olsa da ilerleyen süreçte akıl hastalığına gidecek olan yolu yürümeye Pisa döneminde başlamıştı.

18 Kasım’da Washington’taki hapishaneye nakledilen Pound’u, avukatı Julian Cornell şu şekilde anlatıyordu. “Zavallı şeytanı oldukça kötü bir durumda buldum. Sağlam düşünemiyor ve her ne kadar söyledikleri akılcı olsa da bir düşünceden diğerine atlayıp duruyor ve tek bir soruya yanıt verecek kadar bile düşüncelerini toplayamıyor.”

Hem bu durumu hem de doktorlara sergilediği “küçük performansı” neticesinde, gelecek hayatının 11 yılını geçirmek üzere St. Elizabeth Hastanesi’ne nakledildi. T. S. Eliot başta olmak üzere pek çok ziyaretçiye ev sahipliği yapmaya başlasa da faşizme yaptığı katkılardan ötürü onu aziz ilan eden ırkçı ziyaretçileri de yok değildi.

Hastane sürecinde sürekli çeviri yapmaya ve şiir yazmaya devam eden Pound’un 1948’de yayımlanan Pisa Kantoları, 1949’da Bolingen Ödülü’ne layık görülünce, başta Yahudiler olmak üzere hemen herkes ciddi bir gürültü koparsa da değişen bir şey olmadı. Neden sonra 18 Nisan 1958’de başsavcı tarafından düşürülen vatan hainliği suçlamasından sonra serbest bırakılan Pound, eşi Dorothy’yle beraber Nopoli’ye giden bir gemiye bindi ve kendisini karşılayan fotoğrafçıları faşizm selamıyla selamlamayı da ihmal etmedi.

Devam eden yıllarda sağlığı giderek kötüleşen Pound bakıma muhtaç bir hâlde yaşamaya başladı. Eşi Dorothy ve sevgilisi Olga dönüşümlü olarak onunla ilgileniyorlar ve konuşulmayan bir sözleşme uyarınca karşılaşmamaya dikkat ediyorlardı. Pounda’sa “Ne kendime ne de başka herhangi birisine faydam var,” diye yazıyordu bir mektubunda, “İnsanın kafasına Avrupa’nın düşmüş olması da başka türlü bir şey. Yıkıntıların arasında bir yıkıntı daha… Gerçek şu ki aklım ÇALIŞMIYOR. Ve çalışmadığında da geriliyor.”

Yaşamının son 10 yılını çeşitli kliniklerde yatarak geçiren Pound, 1 Kasım 1972’de, Venedik’teki evinde öldü ve oldukça tartışmalı bir hayat bıraktı geriye.

Günümüzde bu tartışmanın en güncel muhatabı belki de İsmet Özel’dir. O da konuşmalarında Pound gibi nefret tohumları saçmaktan çekinmiyor. Bir tarafımız iyi bir şairin faşist olma gerçeğini kabul edemiyorken bir tarafımız da faşizmi, iyi şiirle meşrulaştırmaya çalışıyor.

Peki, iyi bir şiir kaç insanın hayatına bedeldir?