İyi ki doğdun, Patron!
Bruce Springsteen hayatı boyunca Amerikan rüyasından çok, Amerikan gerçekliğiyle ilgilendi aslında. Şöhretin ya da paranın değil, işçi sınıfının öyküsünü dürüstçe ve içtenlikle anlatmanın peşindeydi.
Bazı akşamlar yemek yaparken 'Dancing In The Dark’ın sesini sonuna kadar açıyorum. Bazı sabahlar da 'Nebraska' ile uyanıyorum. Sanırım ben bile Bruce Springsteen’in hayatımda kapladığı yerin farkında değilim. Ne olursa olsun, o hep var benim için; oralarda bir yerlerde şarkılarını söylüyor ve ben onu hiç bilmeden hayatımın fon müziği yapıyorum.
Geçtiğimiz haftalarda yetmiş beşinci yaş gününü kutladı. Mutlu ve anlamlı bir yaşam, diye düşündüm ben de. New Jersey’de doğmuş Katolik bir işçi çocuğunun, büyüdüğünde sayısız ödülle taçlanan upuzun bir müzik kariyerine sahip olması… Yoksa bu Amerikan rüyası mı?
Belki öyle, belki de değil. Ne var ki, tüm zamanların en büyük şarkı yazarlarından biri olan Bruce Springsteen hayatı boyunca Amerikan rüyasından çok, Amerikan gerçekliğiyle ilgilendi aslında. O şöhretin ya da paranın değil, işçi sınıfının öyküsünü dürüstçe ve içtenlikle anlatmanın peşindeydi daima.
BOĞAZA YAPIŞAN İSYAN DUYGUSU
Yaşam öyküsüne şöyle bir baktığımda bütün taşlar yerli yerine oturuveriyor. Springsteen katı kuralları olan bir Katolik okulunda başlıyor eğitim hayatına. İçinde ona dayatılan bütün bu kurallara karşı bir isyan dalgası yükseliyor, bu isyan duygusu onun boğazına yapışıyor, onu nefessiz bırakıyor o yıllarda.
Müzik ise tek çıkış yolu olarak gösteriyor kendini. Bruce henüz küçükken fırtınadan kaçıp limana sığınan minicik bir yelkenli gibi müziğe sığınıyor ve hayatının amacını onda buluyor. Belki de onu bu yüzden bu kadar çok seviyorum. Ben de çocukken tıpkı onun gibi Elvis Presley dinler ve hayaller kurardım. Bruce da o dönemde tıpkı Elvis gibi şarkılar söylemek, Sinatra gibi öyküler anlatmak istiyor.
Bir ozan olmak… Hayalini kurduğu şey bu. Yıllar sonra, aldığı Katolik eğitimin, müziğinin üzerinde büyük bir etkisi olduğunu söyleyerek, o yılları nostaljik bir sevgiyle anacağını ise aklından bile geçirmiyor.
Düşünüyorum da, belki de çocukken kim olduğumuz, büyüdüğümüzde kim olacağımızı da büyük ölçüde belirliyor. New Jersey’in işçi sınıfı aileleri arasında büyüyen Springsteen’in zaman içinde bir işçi sınıfı ozanına dönüşmesi gibi. Yani, bazı şeyler belki de kaçınılmaz, öyle değil mi?
Bruce henüz küçücükken annesi onun için bir gitar kiraladı. Bu gitarın haftalık ücreti tam 6 dolardı. Zamanla, gitarı küçük Bruce’un en iyi arkadaşı oldu. Okulda ise mutsuzdu; uyum sağlamakta zorlanıyor, diğer çocuklardan ayrı, tek başına takılmaktan hoşlanıyordu. Belki de kendi yalnızlığı içinde, kafasının içinde çalan o sessiz şarkılarla birlikte, mutsuz ama derinlikli bir yaşam sürüyordu.
20 yaşına geldiğinde ailesi New Jersey’den taşındı. Bruce ise kaldı ve birçoklarının yaptığı gibi The Beatles’ı dinler dinlemez müzik dükkanına koşup ilk gitarını satın aldı. Sonrasında yerel kulüplerde New Jersey’in sahil kasabaları hakkında şairane şarkılar çalıp söylemeye başladı.
'THE BOSS' LAKABI
Zaman içinde, yine annesinin gönderdiği parayla iyi bir gitar aldı kendine. Bu gitarla birçok grupta çaldı, birçok kez sahneye çıktı. Sonunda kendi grubunu, yani E Street Band’i kurdu. Grup kariyeri boyunca sık sık dağılıp birleşti, Springsteen ise hem grupla hem de solo olarak burada saymakla bitmeyecek kadar çok albüm kaydetti.
Bu arada, çaldıkları kulüplerde gecenin sonunda grup ücretini toplayan ve grup üyelerine dağıtan kişi de kendisiydi. Aynı zamanda da sıkı bir Monopoly oyuncusu olarak etrafa ün salmıştı. Bütün bunlar ise ona kaçınılmaz bir biçimde “The Boss” (Patron) lakabını kazandırdı.
Bruce Springsteen rock’n roll’u hiçbir zaman sadece bir eğlence aracı olarak görmedi. O işçi sınıfının yaşadığı zorluklar, kapanan fabrikalar, işsizlik, göçmenler, yoksulluk ve küçük kasabalar hakkında dokunaklı şarkılar yazmayı hep çok sevdi.
Sıradan insanların sıradan yaşamlarını anlatan bu büyük rock şairi; aynı zamanda son derece duygusal bir ruh, ateşli bir insan hakları savunucusu. O bir rock yıldızı olmanın ötesinde, işçi sınıfının romantik sesi… Ve bu neyse ki hiç değişmedi.
Bu sabah gün doğumunu izlerken 'Nebraska’nın sesini biraz daha açıyorum. “İyi ki doğdun, Patron!” diye kendi kendime mırıldanıyorum. Henüz güne başlamaya hazır değilim, bu muhteşem müzikten kendime bir battaniye örmek ve birkaç saat daha bu battaniyenin altında yaşamak istiyorum.
Ama biliyorum, birazdan kalkıp bir fincan kahve yapacak, sonra da yazılarımın başına oturacağım. Akşama ise 'Dancer In The Dark' eşliğinde balkabağı pişireceğim çünkü böyle şeylerin mevsimi geldi ve ben çok mutluyum bunun için.