İyi ki doğdun sevdalımız komünist Nâzım Hikmet
Yıllar geçiyordu. Nâzım her şeyden yorulmuştu artık. Şiire ve sosyalizme olan inancı hiç bitmedi. 3 Haziran 1963’te hayata gözlerini kapayana kadar, elbet bir gün diyerek yazdı hep, öyle inandı.
Şiirimizin büyük ustası, devrim ve sosyalizmin unutulmaz şairi Nâzım Hikmet’in 120. doğum yılına vardığımız bugünlerde onun hayatını, dizelerini yeniden hatırlamakta fayda var. Nâzım, ömrü boyunca herkesi “insanın insana kulluğunu” yok etmeye davet etti, bunun bedelini de yaşadığı ekonomik sıkıntılarla, cezaevlerinde geçirdiği yıllarla, aldığı ölüm tehditleriyle ve sürgünde sona eren bir ömürle fazla fazla ödedi. 3 Haziran 1963’ten bu yana aramızda olmasa bile Nâzım insanları hâlâ bu davete çağırıyor ve okunan her dizesiyle “vatan hainliğine devam ediyor”. Hâlâ!
15 Ocak 1902’de doğdu Mavi Gözlü Dev. Babası Hikmet Bey, eğitimli, sanatsever bir adamdı. Bir ara Hamburg konsolosluğu da yaptıktan sonra emekli olup ticaret ilgilenmişti. Annesi Celile Hanım’sa tutkulu bir kadın hakları savunucusuydu. Fransa’da aldığı eğitimini ressamlık yaparak sürdüren bir edebiyat âşığıydı. Bir de buna, vaktiyle Selanik valiliği yapmış olan dedesi Mehmed Nâzım Paşa’nın Mevlevilik’ten gelme şiir tutkusu eklenince, Nâzım edebiyatın ve sanatın içerisinde büyümeye başladı.
Ne var ki bugünler, aynı zamanda Osmanlı’nın ölüm döşeğine yattığı günlerdi. Nâzım’ın eğitimine devam edip ilk şiirlerini yazdığı gençlik yıllarında, başkent İstanbul 13 Kasım 1918’in ardından, 16 Mart 1920’de ikinci kez ve resmen işgal edildi.
Nâzım Heybeliada’daki Bahriye Mektebi’ni bitirip Hamidiye Kruvazörü’nde göreve başladığında ordu çoktan silahsızlandırılmış, temsili bir hale gelmişti. Nâzım ve arkadaşları bu duruma çok içerliyorlardı. Mustafa Kemal önderliğindeki direnişçilerin işgalcilere karşı savaştıkları haberi de beklenen isyan kıvılcımını yakmaya yetti. Bunu duyan öğrenciler kamaralarından çıkmayı reddederek protestoya başladılar. Olay bir şekilde yatıştı yatışmasına ama kısa bir süre sonra sağlık sorunları bahane edilerek bir grup insan askeriyeden uzaklaştırıldı. Bunların arasında Nâzım da vardı.
Ancak bu durum Nâzım’ı sindirmek yerine bilakis kamçıladı. Liseden beri yakın arkadaşı olan ve edebiyatımızda önemli bir yeri bulunan Ahmed Vâlâ Nurettin (Vâ-Nû) ile düşünüp taşındılar ve en sonunda bir karar verdiler: Ne pahasına olursa olsun Mustafa Kemal’e katılacaklardı.
İSTANBUL’DAN KURTULUŞ MÜCADELESİNE DOĞRU
Pek tabii o yıllarda İstanbul’dan çıkmak basit bir iş değildi. Her şey işgal komitesinin gözetimi altında bulunduğundan, özel bir izin alınmadığı takdirde şehirden ayrılmak imkânsızdı. Ancak her şeyin bir yolu yordamı vardı. Nâzım ve Vâ-Nû çok geçmeden, “millici” bir taharri memurunun yardımıyla, Yeni Dünya isimli gemide, yumurta taciri olarak yolculuk izni aldılar. Üstelik o gün direnişe destek olmak için gemiye binen iki şair daha vardı. Bunlar Yusuf Ziya ve Faruk Nafiz’di.
Gemi önce Zonguldak’a, ardından İnebolu’ya varınca her bir gönüllü, görevli askerler tarafından sıkı bir denetimden geçirildi. Direnişçiler arasına ajan sokulmaya çalışıldığından işler epey sıkı tutuluyordu. Nâzım’la Vâ-Nû’nun Spartakistlerle karşılaşıp Marx’ı, sosyalizmi, proletarya enternasyonalizmini tanımaları da bu sayede oldu.
İki arkadaş Ankara’ya doğru yola çıktıklarında Anadolu halkının perişan halini yakinen gördüler. Bir yandan işgalcileri kovma inancı, diğer yandan yeni tanıştıkları sosyalizm fikri akıllarında dört dönerken tek amaçları cepheye gidip savaşmaktı. Ancak Ankara’ya varıp Matbuat Umum Müdürlüğü’nden Muhittin Bey’le görüştüklerinde, cepheye gitmek yerine bu mücadeleyi dört bir yana duyuracak, halkı kışkırtacak bir şiir yazmaları yönünde tavsiye aldılar. İstedikleri şey bu değilse bile yok demediler, oturup şiiri yazdılar.
Muhittin Bey çok sevdiği bu şiirden binlerce kopya bastırdı ve bunların memleketin dört bir yanına dağıtılmasını emretti. Pek tabii bu durum direnişçiler içerisinde çeşitli tartışmalar da çıkarmadı değil. Şiirde geçen “satılmış hünkâr” gibi tabirler, kurtuluş mücadelesini padişahı kurtarmak sayan birtakım kimselerin tepkisi çekti.
Bu olay bir şekilde kapandı ama Nâzım’la Vâ-Nû bir türlü cepheye yollanmıyorlardı. Bunun yerine Bolu’nun bir köyüne öğretmen olarak görevlendirildiler. Yola çıktıklarında gönülleri kırgındı ama yine de kurtuluş mücadelesinin bir parçası olma gururunu taşıyorlardı.
Bolu, o yıllarda kaynayan bir kazandı. Kemalistlerle padişahçılar arasında keskin bir ayrım vardı. Nâzım’la Vâ-Nû öğretmenliğe başladılar ama gericilerin taciz ve tehditleri altında çalışmak kolay şey değildi. Onlara en çok destek olansa Bolu Ağır Ceza Reis Vekili Ziya Hilmi Bey’di. Ziya Hilmi Bey, Kemalist olmakla birlikte sosyalizme yakın biriydi. Yaptıkları sohbetin dönüp dolaşıp Sovyetlere, Lenin’e, devrime gelmesi bundandı.
SOSYALİZME YOLCULUK
Nâzım ve Vâ-Nû, yaklaşık beş aylık bir sürenin ve aldıkları ölüm tehditlerinin ardından görevlerinden ayrılıp Sovyetlere gitmeye bu sayede karar verdiler. Önce Karadeniz’e, oradan Batum’a, oradan da Moskova treniyle Sovyetlere vardıklarında zorluk içerisinde ama umutlu bir halkla karşılaştılar. Doğu Halkları Komünist Üniversitesi’ne kaydolup, dünyanın dört bir yanından gelen öğrencilerle bir arada eğitim görmeye başladıklarında onlar da bu umuttan paylarını kısa sürede aldılar.
Nâzım’ın Mayakovski’yle tanışıp şiir anlayışında keskin bir dönüşüm yaşaması da işte bu yıllarda oldu. Devrimin, aşkın büyük şairi olan Mayakovski, biçimsel olarak da serbest yazımın öncülerindendi. O vakte kadar şiire geleneksel bir perdeden bakan ve toplumcu yanı yeni yeni oluşmaya başlayan Nâzım için Mayakovski hayli şaşırtıcı bir bomba etkisi yaratmıştı. O da Vâ-Nû’yla olan sohbetlerinde, şiiri yönelik düşüncelerinde bu yeniliği benimseme, diğer bir değişle bunu kendi kültürüyle özdeşleştirip yeni bir estetik yakalama derdine düşmeye başladı.
Yaklaşıp üç buçuk yılın ardından memlekete döndüklerinde yepyeni fikirlerle donanmış iki gençtiler. Nâzım, Aydınlık gazetesinde çalışmaya başladığında hem biçimsel yeniliği hem de işlediği konular ve sosyalizm fikri sebebiyle oldukça dikkat çekiyordu. Bir de o yıllarda patlayan Şeyh Sait İsyanı bahane edilerek memleketteki bütün muhaliflerin üzerine baskı uygulandığından, Nâzım yeniden Sovyetlere gitmek zorunda kaldı. Ancak bu sefer çok kalmaya niyeti yoktu. Yasal olarak dönerse tutuklanacağını adı gibi biliyordu. Laz İsmail lakaplı İsmail Bilen’le birlikte kaçak yollardan Türkiye’ye girmeye bu yüzden çalıştılar fakat 1928 Temmuz’da Hopa’ya geldiklerinde yakalanıp Hopa Cezaevi'ne atıldılar. Bu, Nâzım’ın ilk tutuklanışıydı. Aylar son komünizm propagandası sebebiyle üç ay hapis cezasına çarptırıldı ama zaten altı aydır içeride olduğu gerekçesiyle serbest bırakıldı.
Resimli Ay’da çalışmaya da bundan sonra başladı. Yazdığı şiirlerle dönemine damgasını vurup onca tehdide rağmen bildiğini söylemekten-yazmaktan geri durmadı. Ne var ki 1932 yılında çıkan kitabı 'Gece Gelen Telgraf'ın toplatılması ve bir fabrika duvarına asılan bildirilerle bağlantısı olduğu iddiası üzerine tutuklanıp Bursa Cezaevi’ne götürüldü.
1934 Ağustos’ta afla beraber çıkıp hayatındaki en önemli kadınlardan biri olan Piraye’yle evlendikten sonra yazılarında Orhan Selim mahlasını kullanmaya başladı. Ancak yine de kâr etmedi. 1938’e kadar olur olmaz gerekçelerle birçok kez tutuklandı. Amaç onu bezdirmekti ama Nâzım her seferinde daha çok bileniyor ve kurtuluşun, “açlık ordusu”nun zaferinden geçtiğini söylüyordu.
'İNSANLAR SİZİ ÇAĞIRIYORUM'
1938’de bir gece evi basıldı ve apar topar şubeye götürüldü. Bu sefer ki gerekçe de mesnetsizdi ancak suçlamanın boyutu çok büyüktü. Harp Okulu’ndaki öğrencilerin birinde, o dönem yasak olmamasına rağmen Nâzım’ın bir kitabı bulunmuştu. İddiaya göre Nâzım, bu öğrenci aracılığıyla komünizm propagandası yapıyor, orduyu isyana teşvik ediyordu... Bunun da diğerleri gibi bir neticeye bağlanacağını düşünen büyük şair 15 yıl hapse mahkûm edilince şaşkınlığa uğradı. Hem de hiçbir suçu yokken.
Başına gelen olaylar yüzünden derin bir depresyonun eşiğindeydi ama inandığı dava, hayalleri ve şiirleri ona kuvvet veriyordu. Mahkûmlarla dayanışması, Piraye’nin mektupları, arkadaşlarının destekleri derken yıllar bir bir ilerliyordu. Orhan Kemal’le de aynı koğuşu paylaşıyordu. Onun gibi daha nice yazar, şair gelip gidiyordu yanına ama onun mahpusluğu bir türlü bitmek bilmiyordu.
Piraye’nin de kendisi gibi paraya ihtiyacı olduğundan çeşitli yayınevlerine çeviri yapmaya başladı. Mahlasla çevirdiği bu kitapların ilki de 'Savaş ve Barış' oldu. Nâzım para kazanmaya çalışıyor, bunun bir kısmını dışarıya gönderiyor ve elindeki üç kuruşu da koğuş arkadaşıyla paylaşıyordu. Hepsinin hali aynıydı. Ne üstlerine giyecek doğru dürüst kıyafetleri ne de besleyici yiyecek içecekleri vardı. Böyle olunca da sık sık hastalanıyor ve psikolojik olarak yıpranıyorlardı.
Nâzım, uzun yıllar bu şartlar altında yaşamaktan sağlığını kaybedince yurt içi ve yurt dışında serbest bırakılması yönünde çeşitli imza kampanyaları başlatıldı. Nâzım da bundan güç alarak açlık grevine başlayınca isyanı sonunda duyuldu ve serbest bırakıldı. Tarih 15 Temmuz 1950’ydi.
Dışarı çıktığında bir yandan sağlığına kavuşmaya, bir yandan da para kazanmaya çalışıyordu ancak yine de polisler tarafından adım adım takip ediliyor, en ufak bir açığında yeniden cezaevine gönderilmek için fırsat kollanıyordu.
Böyle bir fırsat ellerine geçmeyince, eksik görev süresi bahanesiyle Nâzım’ı askere almaya çalıştılar bu kez. Üstelik askerî okuldaki günleri hesaba katılmadan böyle bir şey yapmaları Nâzım’ın aklında tek bir şey uyandırıyordu: Eğer bir kez daha ellerine geçerse kendisini öldüreceklerini adı gibi biliyordu. Bu yüzden geriye tek bir seçenek kalıyordu...
17 Haziran 1951’de Refik Erduran’ın yardımıyla Tarabya sahilinde bildiği sürat motoru, Nâzım’ı Plehanov isimli bir gemiye ulaştırdı. Oradan da Sovyetlere üçüncü kez gitti. Moskova’da Sovyet Yazarlar Birliği’nce karşılanan Nâzım’ın ülkesinden kaçmak zorunda olduğu dünya basınınca haberleştirilince ortalık birbirine girdi tabii.
İlerleyen yıllarda memleket hasreti, oğul hasreti çeken Nâzım, ülke ülke gezip şiire ve sosyalizme dair konuşmalar yapmaya başladı. Yazdığı şiirler, oyunlar bazen Sovyet yöneticilerini de rahatsız ediyor, bu yüzden sansürlendiği bile oluyordu. Bu da yetmezmiş gibi Çeka’dan peşine bir polis takılmıştı, tıpkı Türkiye’deki gibi. Stalin Sovyetleri, II. Dünya Savaşı’ndan sonra hepten baskıcı bir yönetime evirilmeye başlamıştı ve Nâzım’ın sosyalizm anlayışı bu durumla asla örtüşmüyordu.
Yıllar geçiyordu. Nâzım hepsinden, her şeyden yorulmuştu artık. O yıllarda yanında olan, büyük aşk yaşadığı Vera’yla son anına dek beraber oldu. Şiire ve sosyalizme olan inancı hiç bitmedi. 3 Haziran 1963’te hayata gözlerini kapayana kadar, elbet bir gün, diyerek yazdı hep, öyle inandı:
“İnsanlar sizi çağırıyorum:
kitaplar, ağaçlar ve balıklar için,
buğday tanesi, pirinç tanesi ve güneşli sokaklar için,
üzüm karası, saman sarısı saçlar ve çocuklar için.
Çocukların avuçlarında günlerimiz sıra bekler,
günlerimiz tohumlardır avuçlarında çocukların,
çocukların avuçlarında yeşerecekler.”