İyi ki güvercinler vardı
Güvercinlerin karınları tok, caddenin gürültüsü ötede, kahvenin kapalı kısmı sigara dumanı altındaydı. İnşaat bariyerinin arkasında Sur’un tarihi, Sur’un cesedi yatıyordu.
Kış güneşi bulutların arasından çıkarak gösteriyordu kendisini. Güneşin bulutlarla oyunu yanıltıcıydı çünkü havada sert bir soğukluk vardı. Bu nedenle dışarıdaki kursîler boştu.
İnşaat bariyeri ise Yeşilçam’ın klasik oyuncuları ile kimi artık hayatta olmayan şarkıcıların fotoğraflarıyla sımsıcaktı.
Adam güvercinleri güvercin diliyle çağırıyordu. Güvercin dili nedir diye sorulacak olursa, şöyle tarif edebilirim: Güvercine duyulan sevginin hissedildiği ses.
Ben bariyerlerdeki fotoğrafların fotoğraflarını çektim. Adamın çağırdığı güvercinlerden sadece bir tanesi gelmiş, yere saçılmış buğdayları gagalıyordu. Diğerleri havada ve çatıda keyif çatıyordu. Kim anlar güvercin milletini, belki de sadece zaman öldürüyorlardı.
“Güvercinler gelmedi” dedim adama. Biraz kışkırtmak istemiş olabilirdim. Ama adam oralı olmadı, “Karınları tok” demekle yetindi.
Güvercinlerin karınları tok, caddenin gürültüsü ötede, kahvenin kapalı kısmı sigara dumanı altındaydı. İnşaat bariyerinin arkasında Sur’un tarihi, Sur’un cesedi yatıyordu. İnşaat bariyerini süsleyen fotoğraflardaki özlü sözler cesaret veriyordu.
DAVUTOĞLU’NA KÖTÜ HABER
Eski Başbakan ve Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu, “Sur’u Toledo yapacağız” sözlerinin hatırlatılmasından hazzetmiyor ama her defasında karşısına çıkıyor bu sözler. Ancak Davutoğlu’na kötü bir haberim var: Bu sözü Diyarbakırlılar, Surlular ve Sur’un yıkılışına tanıklık edenler, bana öyle geliyor ki hep ve her fırsatta hatırlatacaklar kendisine.
Çünkü Sur’un altı mahallesi Davutoğlu’nun başbakanlığı döneminde yıkıldı. Çatışmalar sırasında kaç kişinin öldürüldüğü bilinmiyor.
Çatışmaların ardından Sur ilçesine giriş yasağı kaldırılmadı. Çatışmalardan zarar görmemiş kaç tescilli yapının yıkıldığı bilinmiyor.
Çünkü Sur’dan sürgün edilen binlerce insanın, derme çatma da olsa, evleri yıkıldı. Sur’daki yaşama biçiminden kopartılan binlerce insanın nerede, hangi koşullarda yaşadığı bilinmiyor.
Çünkü kültürel, sosyal ve ekonomik dokusuyla, tarihiyle UNESCO’nun ilgisini çekmiş altı mahalle yıkılınca, neredeyse bütün kıymetini yitirdi Sur.
Çünkü yıkılan evlerin yerine TOKİ marifetiyle yaptırılan yeni evler, cesetlerin üzerine inşa edildi.
Çünkü yeni evlerin Diyarbakır mimarisiyle hiçbir ilgisi yok. Diyarbakırlılar bu nedenle ucube ya da cezaevi diyor bu evler için.
OLMUYORSA OLMUYOR, PEŞİNE VERME
Her nasılsa tamamen yıkılmaktan kurtulmuş duvarı da resimlerle süslemişler. Resimlerden birine “Hoş geldiniz” yazmışlar. Beyaz zemin üzerine yeşil ve kırmızı çiçeklerin hakim olduğu bir resim. Kız çocuğunun rüzgara açık saçları uzun ve sarı. Elleri, bir işçinin elleri kadar büyük, bakışlarında sadece öfke mi var, anlayamıyorum. O canlı renklere rağmen resimde tuhaf bir gerginlik olduğunu düşünüyorum.
Hava soğuktu. Garson çocuğun getirdiği çay hemen soğumuştu.
Güvercinlerle güvercin dilinde konuşan adam, yanına gelen delikanlıya, “Çok zorlama, olmuyorsa olmuyordur, peşine vermiyesen” diyor. Bu sözler hafızamda yerini alıyor ve diğer söyledikleri uçup gidiyor.
Bir gün birisi bana, “Sur’la ilgili o kadar çok yazdın, olmuyorsa olmuyor, daha peşine verme” diyebilir. Böyle düşünüyorum. Ama Sur’un ruhuna dokunmuş hiç kimse Sur’un peşini bırakamaz. Duygusal ve siyasal olarak bu böyle biline, diye söyleniyorum içimden.
‘YAŞAMAK İÇİN BANA BİR HAYAT YETMEYECEK!’
Renkleri güneşte parlayan siyah bir horoz ile bir güvercin dolaşıyor adamın etrafında. Horoz hep orada mıydı, bilmiyorum. “Geçen hafta güvercinlerin bir yarışması vardı Bağlar’da, sen de gittin mi?” diye soruyorum. İç çekti ve gitmediğini söyledi.
Uzak oturuyorduk birbirimizden ve soğuk nedeniyle kahvenin müdavimleri kapalı yerde oturdukları için, neredeyse yalnızdık. Konuşmak ve anlatmak istiyordu. Yoksa “Hapisten yeni çıktım, Diyarbakır çok değişmiş” diye devam etmezdi konuşmasına. Bunu bana mı söylüyordu, güvercinle horoza mı, anlamak zordu. Çünkü bana doğru bakmıyordu konuşurken, güvercin ve horozla ilgileniyordu.
Derken inşaat bariyerleri ve yıkık duvarların avluya dönüştürdüğü alan, simit satan bir çocuğun sesiyle şenlendi. Adam simit aldı ve benim de almam için ısrar etti.
Adam simidini kuşlarla paylaşırken, “Kaç yıl yattın” diye sordum. Sekiz yıl yatmış. Sekiz yıl, on yıl otuz yıl yatanlar gözümün önünden geçti. Son günlerde otuz yıl yatıp çıkması gereken siyasi mahkumları düşündüm. İnfazları yakıldığı için serbest bırakılmayan mahkumlar için yapılan eylemleri, bu eylemler sırasında ailelerin maruz kaldığı eziyetleri... İlhan’ı da düşündüm. "Yaşamak için bana bir hayat yetmeyecek!" diyen şair İlhan Sami Çolak’ı. Tam 28 yıl 4 aydır cezaevinde yatıyor. Özgürlüğüne daha upuzun 20 ay var.
‘NEDEN HAPİS YATTIN?’ DİYE SORMADIM
“İki gün sonra tam bir ay olacak cezaevinden çıkalı” dedi adam. İnşaat bariyerinin arkasındaki yeni evleri kastederek, “Gördüm, görmez olaydım” dedi. Onayladım onu, “Her gördüğümde aynı şeyleri söylüyorum” diyerek.
“Dışarı çıktım baktım ki her şey değişmiş Diyarbakır’da. İnsanlar değişmiş, insanlık değişmiş, adetler değişmiş.”
Yine bakmıyordu bana doğru, ayağının dibinden ayrılmayan güvercinle konuşuyordu sanki. Küçücük sokağın ilerisini, caddenin arka tarafını işaret ederek, “İşte burada oturuyorum” dedi ve “Sekiz yılda mahallemi, sokağımı bulamadım, hepsi gitmiş” diye devam etti.
“Neden hapis yattın?” diye sormadım adama. Bu soruyu sormak içimden gelmedi. Belki bencillik yaptım ve kendimi adamın trajedisinden uzak tutmak istedim, kim bilir.
Çay çoktan soğumuştu. Bulutlar güneşin önünü kapatmıştı. Yapılacak işler vardı. Çamurlu avludan çıkmadan önce adama, “Güvercinler sana alışınca çağırdığında gelirler, merak etme” dedim. Teselli etmek istedim. Artık yabancısı gibi hissettiği şehirde adamı güvercinlerin mutlu edeceğini düşünerek.
Adamı orada, cezaevinde biriktirdiği hatıralar ve acılarla bir başına bırakarak gittim.
Adamı orada, Yeşilçam’ın efsane oyuncuları ve şarkıcıların replikleriyle bir başına bırakarak gittim.
İyi ki güvercinler vardı.