Sevgili hocam, mealen, “Her nesil kendi devrini pek beğenir ve sonrakilerde sürekli kusur bulur ama bu büyük bir yanılgı aslında,” der hep. Bana da öyle geliyor, değişimi kabullenmek ve yeni olanı, o yeniye hakkını vererek takdir edebilmek zor belli ki. Ben de zaman geçtikçe daha tutucu olduğumu fark ediyor ve hemen kendimi toparlayıp hızla bugüne dönmeye çalışıyorum.
Kuşkusuz ne eski çok matahtı, ne yeni çok vahim. Biri eski, diğeri yeni işte, adı üzerinde! Eskiye özlem, yalnızca o günlerin toplumuna, siyasetine, sanatına değil, insanın kendi gençliğine duyduğu hasretle ilgili olmalı. Yitirdiklerimizle geçirdiğimiz günlere, daha enerjik, cevval olunan yıllara. Bir de, sonrasında giderek cılızlaşan 'umut' var tabii. Haliyle “Eskiden her şey daha güzeldi,” diyen de o 'her şeyin' daha güzel olmadığının farkında. Olabildiğince nesnel davranmaya çalışarak, çocukluğuma dair hatırladığım ve bugünden kesinlikle daha iyiydi diyebileceğim ne var, sorusunu yanıtlamaya çalışıyorum; fazlaca bir şey gelmiyor aklıma! Daha doğrusu hatırladıklarımın bugün hâlâ olabilmesi, ancak zamanın donması ile mümkün olabilirdi. Bir de çocukluğumun sonu ve gençliğim 12 Eylül yıllarına denk geldi neyse ki, istesem de 'özlemde' kantarın topuzunu kaçıramıyorum!
İstanbul'un nüfusu azdı, mahalleler çok daha yaşanabilirdi, bir de ahali daha terbiyeli ve ölçülüydü, evet öyleydi. Yoksul mahalleleri de orada öylece duruyordu ama. Yine de çocukluk, gençlik, anne babanın varlığı, daha az kaygı, geleceğe yönelik heyecan verici bir belirsizlik söz konusuydu, İstanbul'un kenar mahallesinde. Diyelim, Ecevit'e saygı duyulurdu, Demirel (çoban Sülü), Özal (tonton) ve Erbakan (hoca) mizahın, mukallitin konusu olurdu, Türkeş'in adı pek geçmezdi. Sonra öğrendim ki, mizaha konu olan ve çocuk halimizle güldüğümüz, taklitleri yapılan insanlar, aslında o kadar da komik değilmiş, o esnada birilerinin canı yanıyormuş ve bir sorumlusu da bu insanlarmış. Ben, ilkokul mezuniyetinde yüzlerce öğrenci ve velilerin önünde İstiklal Marşı'nın on kıtasını okuyup da konu komşu nezdinde büyük prestij kazanırken; aynı günlerde Diyarbakır Cezaevinde Kürt'e, marş ile işkence yapılmış. Bizim ailede Alevilerin adı pek geçmezken, aynı mahalledeki Aleviler, adlarının aslında neden geçmediğini bilirmiş de benim haberim yokmuş. Devrin, bencileyin güzel ve anlamlı hatıraları, diğerine bambaşka çağrışımlar yaparmış. Her “ah o günler o günler” denildiğinde, biraz da böyle düşünmek gerekiyor belki de.
Doğru olmasına doğru bunlar; buna mukabil, sanırım çoğunluğun iyi kötü hemfikir olabileceği bazı çok güzel, değerli ve artık yinelenmeyecek şeyler de bulunabiliyor geçmişte. İnatla TRT derim, örneğin. 1970'lerin ikinci yarısında eve gelen ahşap kenarlı TV, mahallenin çoluk çocuğu için çok önemliydi. Gerçi bu cümleyi okur okumaz, birileri şiddetle itiraz edip aslında TRT'nin 'ideolojik bir aygıt' olduğu söylevine başlar muhtemelen. Onlar da, rahmetli Althusser de haklı olabilir, ancak hiç olmazsa o yayınlar için dönemin kamucu ve nitelik gözeten TRT'sine teşekkür borçlu olduğumu söylemeliyim. İlkokul yıllarında radyo tiyatrosu, ortaokul çağında ise oyun ve film gösterimleri; hem ilkokulumdan hem de 12 Eylül sonrası faşizmine uyum sağlamış 'işkenceci' ortaokulumdaki berbat eğitimden çok daha yararlı oldu benim için. Ha keza devlet ve şehir tiyatroları, repertuar ve fiyat politikasıyla kenar mahalle meraklı gençleri için bulunmaz fırsattı.
Çok şanslı biriyim. Son kırk yılın tüm yapı taşı oyuncularını sahneden seyredebildim. Ayaküstü gülmece gösterileri dahil. Gülmecenin en başarılı ismi, herhalde bir süredir Cem Yılmaz'dır. Ya da, “bence en parlak ismi” demeliyim. Yeri gelmişken, bazen yaşını başını almış oyuncuların Cem Yılmaz'ı yok sayan açıklamalarını okuduğumda, yukarıda söz ettiğim 'kuşak kibri' geliyor aklıma. Yaklaşık yirmi yıldır yoğun ilgi gören, hep kapalı gişe gösteri yapmış böyle yetenekli bir insanın işine dudak bükmeyi aklım almıyor pek. Cem Yılmaz hakkında zamanında Yıldırım Türker'in kaleme aldığı “Goralıyız ezelden” başlıklı yazıyı buraya bırakayım, merak eden çıkar belki.
Şu yaşıma dek başıma gelen en iyi şeylerden biriyse, Devekuşu Kabare'nin bazı oyunlarını sahnede seyredebilmek oldu. Büyük bir Zeki-Metin hayranıyım. Çocukluk ve gençliğimde deneyimlediğim mizah terbiyesini büyük ölçüde Devekuşu Kabare ile Gırgır'a borçluyum, dönemin sayısız genci gibi. “Laurel ve Hardy” ile “Harold Lloyd”u saymıyorum, onlar başka fasıl. Sahnede seyrettiğim oyunların yanında, şimdiki gençlere hiçbir şey ifade etmeyeceğini tahmin ettiğim 'kasetlerini' de ezber etmiştim, mahalledeki diğer çocuklarla birlikte. Evet, Zeki-Metin oyunlarının teyp kasetleri çıkıyordu ve evlerde ailece dinliyorduk. Hâlâ o oyunların hemen her repliği hafızamdadır.
Konu nereden açıldı peki; Netflix'teki Metin Akpınar belgeselinden: “İyi ki yapmışım.” (Yönetmen: Selçuk Metin)
Başından sonuna merakla, sevgiyle, gözlerim dolarak seyrettim ve döneminin, özellikle 12 Eylül yıllarının en önemli muhalif sanat faaliyetlerinden birinin muhalifliği üzerine, bir kez daha düşünmeme neden oldu. Bizim muhitten, neden Devekuşu Kabare seyretmeye gitmiştik de örneğin yasakçılığın çok çilesini çeken Genco Erkal ya da tiyatrosu yobazlar tarafından yakılan Ferhan Şensoy'un oyunları o kadar cazip görünmemişti, sorusunu yönelttim kendime. Erkal'a ve Şensoy'a, sonrasında 'kendi irademle' yöneldim ve 1980'lerin sonlarından bugüne muhtemelen tüm oyunlarını seyrettim. Oysa Kabare'ye bizimkilerle 'birlikte' gitmiştik. Bu bir yandan dönemin muhafazakâr kesiminin de seyretmek istediği bir 'muhalifliğin' söz konusu olduğunu gösterirken; diğer yandan o yılların muhafazakâr muhit zihniyeti ile günümüz arasındaki farkı da açık ediyor.
Oyuncuları, grupları karşılaştırmıyorum, ayrı kategorideki oyun ve isimlerden söz ediyoruz nihayetinde ve Kabare'nin tümüyle 'politik tiyatro' sayılma iddiası da yok. Fakat, aynı zamanda politik de. Belgesel'de konuşan yazarlardan biri Zeynep Oral, Haldun Taner'in Türkiye seyircisiyle tanıştırdığı bu oyun türünü; her şeyden önce başkaldıran kısa ve vurucu bir mizah, şeklinde tanımlıyor. Dikmen Gürün ise; politik ama eleştirilerini en sert biçimde yapmayan, söyleyeceğini kıvrak bir zekânın süzgecinden geçirerek dile getiren, diyerek tanımlamış kabare tiyatrosunu.
Kenan Evren'in oyunu seyretmeye geldiğini öğrendiğim sahnede düşünmeye başladım bunları. O esnada cumhurbaşkanı Kenan Evren, oyuna gelince kovacak halleri yok, muhtemelen çoğu hiç sevinmemiş ve içlerinden sövmüştür bu misafirliğe. Yine de, Evren neden muhalif bir gösteriye gitti acep? Bu konuyu biraz uzatmak istiyorum.
Öncelikle, çeyrek yüzyıl boyunca ve bir kısmı darbe koşullarında/sonrasında sergilenen o oyunları, 2021'in siyasal atmosferinde sahnelemenin mümkün olmadığı kanısındayım. Bugün, bırakın herhangi birini oynamayı, prova aşamasında karakolluk olunur. Hatta Netflix'in dahi, belgeselin bir yerinde geçen (Selma Sonat'ın Kenan Evren'in geldiği günü anlattığı dakika) bir sözcüğü iki kez 'biplemesi', zaten halimizi gayet güzel gösteriyor. Demek ki vardığımız yerin gurur duyulacak bir yanı yok ve ağlanacak halimize gülebilme eşiğini geçeli çok oldu, bu bir. İkincisi, eğer Evren ve şürekası seyretmeye gittiyse, muhaliflik, benim yıllardır zihnimde yarattığım ve inanmayı tercih ettiğim türden bir muhaliflik değildi belki de. İhtimaldir ama hayır, sanmıyorum. Üçüncüsü, o yılların darbeci cunta lideri bile, kendi zorbalıkları nedeniyle zorunlu tatile çıkıp sonrasında oto-sansür yapmak zorunda bırakılmış, uygulamalarını tiye alan bir Kabare'yi seyredebilmiş demek ki. Yalnızca bende hayret duygusu yaratmamıştır muhtemelen.
Ancak şu 'hayret' sözcüğünü yazar yazmaz mesleki deformasyon depreşiyor ve 12 Eylülcülerin 1982'nin Kasım ayında aldıkları yüzde 90 küsur oy oranının (Evren'e ve Anayasa'ya verilen evet oyu) yalnızca baskıdan değil, büyük ölçüde geçmiş endişelerden beslenen toplumsal rızadan kaynaklandığını hatırlıyorum bu kez. Birileri idam ediliyor, birileri sürgün oluyor, birileri işkence görüyor, birileri işini gücünü kaybediyordu; ancak bizim muhitin ahalisi dahil milyonlarca sıradan yurttaş 'akan kanı durduran' darbecilere müteşekkir, büyük sermaye takdir hisleriyle dolu, merkez basının kalemleri paşalarının peşinde dolaşmaktan hoşnut, bazı sanatçı ve yazar çizer ise fotoğraf karesine girmek için ziyadesiyle hevesliydi. Eh, 'Allah devlete zeval vermesin,' o devletin başındaki Evren de olsa, en muteber duygudur toprağımızda! Diyeceğim, 2000'li yıllarda betimlenen o 'fecî darbeci' profili, 1980'lerde toplumun yalnızca bir kesimi, eziyet çeken 'azınlık' bakımından geçerliydi. Türkiye'de, mahallede solcu gençler evden alınırken balkonuna bayrak asıp amirlerine alkış tutan komşu amca ve teyzeler, her zaman ezici çoğunluğu temsil etmiştir, “netekim!”
Düşünebildiğim son seçenek ise, en makul bulduğum. Günümüz için de hayli yüksek kabul edilecek sayıda seyirciye hitap eden bir 'faaliyete' kayıtsız kalmak, Kenan Evren için dahi mümkün değildi muhtemelen. Dolayısıyla, darbecilerin “Biz de sizdeniz, ayrıca kaynaşmış ve sınıfsız bir kitleyiz” diyebilmesinin bir yolu da halkın çok sevdiği insanların yanında görünme isteğiydi büyük olasılıkla. Söz konusu seçeneklerin biri diğerini bütünüyle dışlamıyor tabii, okuduğunuz yazıda yanlış doğruyu götürmüyor. Ezcümle, o fotoğrafın yönetenlerin 'ambalaj' çalışması olduğunu tahmin ediyorum. Yıllar önce, “Babam ve Oğlum” filmi 'fena ağlatıyor' rivayetinin katkısıyla çok seyredilip bir biçimde kitleselleştiğinde, Deniz Baykal'ın da sinemaya gittiğini ve çıkışta kameralara, “Ben de duygulandım,” demek zorunda kaldığını hatırlıyorum! Her neyse, çağrışımın sonu yok...
Belgesel, 1940'lardan bugüne 'ülke resminin' önünde çekilmiş. Darbeler, siyasetçiler, anayasalar... Büyüdüğü 'mahalledeki' gözlemleri, belli ki çok şey katmış Akpınar'a. Eşsiz bir gözlem yeteneği ve çabası söz konusu. Yalnızca tiyatro ve Devekuşu Kabare'yi değil, o etkinliğin nasıl bir atmosferde gerçekleştiğini de gösteriyor çalışma. Akpınar'ın hocaları Ulvi Uras ve kabare tiyatrosunu ithal eden Haldun Taner'in eşsiz katkılarını, Tevfik İnce ve İsmail Dümbüllü isimlerini bir kez daha hatırlıyoruz. Unutmadan, kabarenin adının “Devekuşu” olmasının nedeni -ki yine Taner'in katkısı- ne deve ne kuş olan bu matrak türün “gerçeklerden kaçabileceğini düşünen bir kuş” olduğu tespitiymiş, harika değil mi!
Metin Akpınar ve dönem hakkında konuşanların tümü önemli, her biri tiyatroya çok katkı sunmuş isimler. Kimi büyük oyuncular yeni nesil tarafından pek bilinmiyor haliyle; Ahmet Gülhan, Cihat Tamer, Nevra Serezli, Selma Sonat, hatta Perran Kutman, ya da yazar Kandemir Konduk ne yetenekli insanlardır.
Muhterem okur, benimki öylesine bir muhabbet ki, belgeselin her sahnesi için sabaha dek yazabilirim; ancak hem editöre, hem size, hem seyredeceğinizi umduğum belgesele haksızlık olur. 1960'lı ve 70'li yılların akademisyenlerinin öğrencisi, asistanı oldum. Başka bir kuşak o. Geçmişe hayranlık duymadan, o geçmişin çapaklarını görmezden gelmeden hakkını teslim etmek gerekir o yıllarda harcanan ve bir kısmı hiç kuşkusuz 'kurucu nitelikteki' emeğin. 12 Eylülcüler ve inşa ettikleri kültür, 1980 öncesini salt 'terör' kavramıyla özdeleştirmek için çok çaba harcadı ve büyük ölçüde başarılı oldu ne yazık ki. Oysa bazı konularda '80 öncesine dönmek,' dönemeyeceğimize göre, bilmek, vallahi hiç fena olmazdı. Geçmişi allayıp pullamayalım ama o geçmişte yapılıp da bugün artık yapılamayacaklar için biraz efkâr, belki sağaltıcı ve yol gösterici etki yapar. Neyi kaybettiğimizi fark edersek...
Odağında Metin Akpınar'ın olduğu, Zeki Alasya'nın her satır arasında hissedildiği, Türkiye kabare-tiyatro tarihinden kesitlerle, dolu dolu bir belgesel. Akpınar'ın işine olan tutkusu, sevgisi, benim sahnede de tanık olduğum olağanüstü yeteneği, özeleştirileri ve övünmeleri görmeye değer. Övünme derken, temeli sağlam ve yaptığı işin değerinin farkında bir özgüvenden söz ediyorum. Günümüzde, akşamları evinin yolunu bulabilecek ya da su bardağını ağzına götürebilecek ölçüde yetenek sahibi olduğu için tafrasından geçilmeyenleri düşününce...
Geçtiğimiz yıl ileri demokrasiyle karşılaşıp da mahkemelik olduğunda (Müjdat Gezen'le birlikte) gördüğü halk desteğinden, sevgisinden, iltifattan çok memnun kalmış Akpınar, “60 yılımın boşa gitmediğini anladım” diyor, gözleri dolarak. Ne güzel, nasıl hak edilmiş bir sevgi, saygı.
İyi ki yapmışlar ve bizler iyi ki tanık olduk, Zeki-Metin'e...
İklim notu: Bundan böyle, elimden geldiğince her yazıda tek satır da olsa iklim krizine ilişkin bir not düşeceğim. Uzun süre, aynı kitaptan: “Açık Yeşil.” Ömer Madra ve Ümit Şahin'in Açık Radyo'daki iklim programlarının derlemesi. Bugünkü alıntı: “Yeryüzünde hayatın bütün unsurlarının birbirine bağlı, hatta bağımlı olduğu yolundaki bütünselci bakıştan son 150 yılda uzaklaştık. Özellikle neoliberalizmin hayata tahakküm etmeye başladığı son 40 yılda bu tüketim/tüketicilik süreci -hatta manyaklığı- acayip hızlandı, azgınlaştı ve dizginlenemez hale geldi... Sonuçta tüm doğayı bir kâr maksimizasyonu amacıyla, tüketilecek nesneler bütününe indirgedik bir güzel ve afiyetle yenmesi için piyasaya sunduk ve dahi afiyetle yedik.” Boğazımızda kaldı, öyle görünüyor!