Türkiye’de TRT ekranlarında da başka televizyonlarda da evire çevire yayınlanan bir film vardır. Esaretin Bedeli, orijinal adıyla The Shawshank Redemption (1994).
Birçoğumuzun denk gelince takılıp kaldığı ve defalarca izlediği bir filmdir. Filmde, haksız yere hapse tıkılan genç bankacı Andy (Tim Robbins), olağanüstü bir sabırla ve neredeyse tırnaklarıyla kazıyarak, tam 19 yılda odasından dışarıya açılan ve şehir kanalizasyonuyla buluşan bir tünel kazar. On dokuz yılını geçirdiği hapishanede başardığı daha birçok şey yanında, o tüneli kullanarak kaçmayı da başarır. Hapishane arkadaşı Red (Morgan Freeman) onun ardından hikayesini anlatırken, “Andy saatlerce bir lağım ırmağında süründü, fakat öteki uçtan çıktığında tertemizdi” der. Öyledir gerçekten de. Zira kir ve pislik insana dışarıdan bulaşamaz... Bunu bir kez daha anlarsınız. Çok etkileyici bir repliktir bu.
İlk zamanlar hapishanede ağır bir zulümle de karşılaşan bu genç adam, inat, mücadele ve sabırla kendini ceberut bir adalet ve cezaevi sisteminin pençesinden, daha içerideyken bir ölçüde kurtarır. “Meşru” olmayan yollarla yapar bunu. Sonrasında da o berbat sistemin kanalizasyonundan geçirerek güneşe “tertemiz” çıkarır hayatını. Bu film herhalde tüm zamanların en çok izlenen filmleri arasındadır.
Andy oradaki ilk günlerinde kendisine, “Umut tehlikeli bir şeydir, umut insanı delirtebilir, içeride hiçbir işine yaramaz. Buna alışsan iyi edersin” diyen arkadaşına, dışarıdan gönderdiği mektupta, “ Unutma Red” der, “Umut iyi bir şeydir. Belki de, belki de en iyisidir ve iyi şeyler asla ölmez”.
Filmin dünya seyircisi nezdinde kazandığı klasik değer, herhalde en çok da bundan, muazzam bir haksızlık karşısında bile kaybedilmemiş olan umudun en nihayetinde boşa çıkmamasından kaynaklanır. Umut evrensel ve nihai anlamına en çok bu şekilde kavuşur.
Bu yazının buraya kadar okuduğunuz kısmını, 24 Haziran seçimlerinin bir gün sonrasında yazmıştım. Fakat ne kadar uğraşsam da o gün yaşadığım derin üzüntü, umut üzerinden giden bir yazıyı devam ettirmeme daha fazla izin vermedi. Bıraktım. Bugün bir tesadüf sonucu, bıraktığım yerden yeniden devam edeyim istedim. Güzel tesadüf Mersin’den, Kültürhane’den geldi. Kültürhane’nin facebook sayfasından geçtiğimiz hafta yapılmış bir paylaşım, “Unutma Red” diye başlayan cümleyle, Esaretin Bedeli filminin o efsanevi repliğine yer veriyor, “Umut iyi bir şeydir, belki de en iyisidir ve iyi şeyler asla ölmez!” diyordu. Kültürhane, “umut” denen bir şey varsa onun cisim kazanmış haliydi zaten. Mersin’de ihraç edilmiş barış akademisyenlerince hayata geçirilen Kültürhane, maruz kaldıkları bütün ceberutluğa rağmen yılmayanların ve umudun hanesinde ikamet edenlerin yeridir. Sırası gelmişken, Kültürhane’nin destek kampanyasının linkini de sizlere ulaştırmış olayım. Kültürhane yaşamalı. Birbirimize sığınabileceğimiz az sayıdaki mekandan biri de orası.
Ne diyordum, Kültürhane’nin paylaşımıyla gelen güzel tesadüf de yarım bıraktığım yazıyı hatırlamama vesile oldu işte. Yazıya yeniden döndüm. O gün başlarken aklımda, 24 haziran seçimlerinin tıpkı uzaklardan yazan Andy gibi bize bir şey söylediği düşüncesi vardı. Hiçbir makul gerekçe olmaksızın tutuklu yargılanan ve iki yıla yaklaşan bir süredir cezaevinde bulunan Selahattin Demirtaş vardı. “Terörist” olarak yaftalanıp, siyaset ömrü hapislerde çürütülmeye and içilmiş Selahattin Demirtaş. Fakat Türkiye politik gündeminin öyle sert ve hızlı rüzgarları var ki her şeyi önüne katıp gözlerden mümkün mertebe uzaklaştırıyor. Sıcağı sıcağına yazmadığınız şeyler bir ay gibi kısa bir sürede eskimiş addediliyor. Oysa Demirtaş(lar) hala içeride.
24 Haziran 2018 seçimlerinde Cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş’a verilen ve geçerli oyların yüzde 8.40’ına denk düşen, 4 milyon 206 bin 130 oy “O tertemizdir” diyordu. HDP’nin Demirtaş’ı Cumhurbaşkanı adayı olarak göstermesi, çamur at izi kalsın düsturunun her daim başarılı olamayacağını, iyi şeylerin kıymetini bilen milyonlar sayesinde, tüm dünyaya anlattı.
Demirtaş’a giden oylar, haksız hukuksuz bir biçimde tutsak edilmiş, kıymetli bir genç siyasetçiye duyulan güvenin, sevginin ve onun için özgürlük istemenin ifadesiydi. İradesi gasp edilmiş bir seçmen kesiminin iradesine ısrarla sahip çıkmasıydı. Selahattin Demirtaş’a çok parlak bir çıkış yapmış bir siyaset insanı olmanın bedelini ödetme peşindeki kirli bir siyaset karşısında başka da bir araçları, bu kirin ona bulaşmadığını gösterebilmenin daha net bir yolu yoktu şu konjonktürde... Selo Başkan -birçok diğer siyaset insanı gibi başka bazı konularda yaptığı ya da yapacağı hataları eleştirme hakkı baki- milyonlarca yurttaş nezdinde pırıl pırıldı.
Bundan da öte, attıkları çamurun içinde süründürerek boyun eğdirmeye çalışılan ve mahkemeye bile çıkarılmaksızın uzun süreler boyunca cezaevinde tutulan birçok kıymetli siyaset insanının, akademisyenin, gazetecinin, aktivistin, muhalif sendikaların üyelerinin ve farklı meslek gruplarından binlerce demokrat yurttaşın terörle irtibatlı olduğuna milyonların inanmadığını göstermenin de bir yoluydu bu oylar.
24 Haziran seçimlerinde Demirtaş’a verilen oylar gibi, HDP’ye verilen oylar da milyonlarca yurttaşın akıl almaz bir baskıya, zora ve zulme rağmen, kendi meşru mücadelelerini sahiplenmekte kararlı olduğunu açığa çıkardı. Bu yurttaşlar HDP’yi ülke barajı gibi, antidemokratik olmakla kalmayıp -fiilen sadece HDP aleyhine işlediğinden- artık düpedüz faşizan olan bir barajın altında bırakmama kararlılığı gösterdi. Böyle bir barajın her şeye rağmen üçüncü kez yıkılması Diyarbakır’da olduğu gibi kutlanmaz da ne yapılırdı? Bu kutlama artık iyiden iyiye işlevsizleşeceği açıklık kazanmış bir meclise altmıştan fazla HDP’li vekilin girmesinin sevincinden kaynaklanmıyordu yani. O meclisin kapısı onlarca HDP’li vekil için ayrıcalıklara değil cezaevine giden bir yolu açıyordu çoğu kez. Bunu öngörebilecek kadar da tecrübe edinilmişti 1990’lardan bu yana. Bu nedenle barajın yıkılmasından duyulan sevinci, derin bir hayal kırıklığı ve haklı bir kaygı içindeki toplumsal muhalefetin hissiyatına duyarsız ve bencil bir sevincin ifadesi olarak görmek hata olur. Barajın yıkılmasından kaynaklanan sevincin ve coşkunun dışavurumu da son derece politikti.
Her şeye ama her şeye sahip, sınırsız bir medya gücüne ve devletin bütün imkanlarına sahip, muhalefetin elinden de her şeyi ama her şeyi almış ve OHAL koşullarında seçime götürmüş 16 yıllık bir siyasi iktidar yönetti 24 Haziran seçim sürecini. Bu iktidarla imtiyazlı ve sınıflı bir biçimde kaynaşmış bir okur yazar, gazeteci, bilim insanımsı kütle hiç mahcup olmaksızın, seçmeni her türlü tehdit etmiş bir otoriteryenliğe hiçbir eleştiri getirmeksizin, millet iradesinden ve milletin zaferinden söz edip durdu. Zamanında yapılacağı defaatle söylenmiş bir seçimden vazgeçilerek, birdenbire baskın seçime götürülmüş olan toplumun diğer yarısı yine “millet” olamamıştı. Taşınmış sandıklar, bu sandıklardan çıkan sonuçlar, bundan da önce, birçok ilde sandık kurulu üyelerinin seçime saatler kala gözaltına alınmış olması, sıradan bir bildiri dağıtmanın bile HDP bakımından kelle koltukta yapılan bir işe dönüşmüş olması bu zevatın elbette umurunda bile değildi.
Resim budur. Eksiği vardır, fazlası yoktur. Ohal’de ve bu halde, 16 yıllık bir iktidara karşı hücresinden yarışan siyasetin görece yeni ismi Demirtaş’ın 4 milyonun üzerindeki oyu büyük bir umuttur.
Ve umut iyi bir şeydir. İyi şeyler asla ölmez. Şimdilik bunu hiç unutmayalım yeter.