İyilik siyasetine övgü

Kılıçdaroğlu’nun uzun zamandır siyasi söyleminde “iyilikte yarışacağız” yaklaşımı ön plana çıkıyor. Bunu rahat döşeğinden kalkarak deprem bölgesinde herkes gibi mütevazı bir çadırda sabahlayarak gösteriyor; yüz yüze iletişimin sıcaklığını yurttaşlara göstermekten çekinmiyor; evinin bulaşık deterjanlı, fırın bezli sahici bir dekora sahip sade mutfağından ulusa sesleniyor; beyin göçüyle gitmiş gençlerin geri dönmesini veya boş beslenme çantasıyla okula giden çocukların sağlığını umursuyor.

Menekşe Tokyay meneksetokyay@gmail.com

Türkiye’nin yakın dönem siyasi tarihinde belki de en kritik seçime sayılı hafta kala, ulusal düzeyde yaşanan güç savaşları, yapay gündemler üzerinden ötekileştirme ve bunların toplumda yarattığı kutuplaşma ve güvensizlik ortamında bir süredir “iyilik” kavramı üzerinde düşünür oldum.

İnsanın doğasının iyi olup olmadığı, toplumda objektif bir iyilik algısının nasıl kurulabileceği, “iyi kurumlar”ın nasıl inşa edilebileceği gibi temel sorunsallar uzun yıllardır siyaset bilimcilerden sosyologlara, psikologlara ve iktisatçılara dek birçok farklı kesim ve meslek grubu tarafından uzun uzadıya tartışılıyor.

İyilik kavramının sökülüp yeniden inşa edilmesi çağrıları yapılıyor.

Ekonomi profesörü Daron Acemoğlu, sürdürülebilir iktisadi kalkınmanın temel belirleyeni olarak “iyi kurumlar”ı gösteriyor.

Herkes bir diğerine “iyi insan” olmayı, her ebeveyn diğerine “iyi çocuk yetiştirmeyi”, eşler birbirlerine “iyi birer hayat arkadaşı” olmayı öğütlüyor.

Ancak, bir yandan da bunun tam zıt kutbu olarak kötülük toplumda bir salgınmışçasına sürekli yayılıyor; toplumlar çürüyor, yozlaşıyor. Depremler, afetler, seçimler, ekonomik zorluklar gibi “büyük günlerde” toplumların özü daha da belirginleşiyor.

Cümleyi tersten okumak da mümkün: Siyaset ve kurumlar, farklı nedenlerle yaratılan erk kavgaları sonucunda yozlaşıp çürüyor, bu gerilimden de kötülük fışkırıyor.

İyiliğin bir norm olarak toplumsal bir değer ve yaşam biçimine dönüşmediği bu kaotik ortamda, kötülüğün sistematikleştiği, Sartre’a zamanında “başkaları cehennemdir” veya Hobbes’a “insan insanın kurdudur” dedirten, Nietzsche’ye “iyi insan” kavramının ardındaki araçsalcı-faydacı ahlakı sorgulatan, Arendt’e Nazi savaş suçlusu Eichmann’ın yargılandığı davayı izlerken “kötülüğün sıradanlığı” tabirini kullandıran bir dönem bu...

İyiliğin içinin boşaltıldığı, bir depremde binlerce kişinin ölümünden sonra bile istifa makamının işletilmediği, imar affı reklamlarında boy boy yer alanların bir öz-eleştiri bile yapmadığı ve organize kötülüğün adeta suç ortaklığına dönüştüğü, insanlar “çadır” diye inlerken yüzlerce çadırın satın alınmak üzere depolarda bekletildiği, saf temenni veya kandırmaca dünyasında “senin iyiliğin için yapıyorum”ların ardına gizlenen bir kibrin ve anlamsızlığın yaygınlaştığı bir dönem...

Bu ortamda ise, iyilik, sadece zenginin yoksula, güçlünün güçsüze, muktedirin zayıfa “yardım eli” uzattığı, eşitsizlikler arasında sürdürülebilir olmayan çünkü kurumlar tarafından desteklenmeyen başarı öyküleri yaratmaya dönük, çoğu zaman sömürülen bir sadaka kültürüne dönüşüyor.

Oysa “iyilik” denen şey, bunun çok daha fazla, çok daha anlamlı ve çok daha derinlikli olanı... Çünkü içinde etkin bir empati duygusu ve geleceği dert edinen bir diğerkamlığı barındırıyor.

Peki, size bir soru: Bir bireyin iyilik hali ile siyasi bir tercihin iyi olma hali birbirinden elbette farklı; zira siyasette ortaya çıkan iyilik saf bir durum değil ve birçok kesişimselliği barındırıyor içinde. Ancak siyasetin yarattığı tüm kaosa ve toksik ortama, körleşen vicdanlara, sömürüye ve talana dönük pazar uygulamalarına, nepotizme, liyakatsizliğe, kuralsızlığa, eğitimsizliğe, tarikatların elinde çalınan çocukluk ve gençlik düşlerine, kısacası organize kötülüğe kafa tutarcasına bir “iyilik düzeni” oluşturulabilir mi?

Siyasetin iyilik haline dair karşımızda müthiş örnekler var:

Yeni Zelanda’nın eski başbakanı Jacinda Ardern’in popülizm ve ırkçılığın panzehri olarak “iyilik siyasetini” (politics of kindness) hükümet programına eklemlemesi...

1989 yılında Nobel Barış Ödülü’nü alan Tibetli 14. Dalay Lama’nın iyilikten alınan güçle yolsuzluk, eşitsizlik, şiddet gibi birçok toplumsal sorunla nasıl başa çıkılabileceğine dair “İyiliğin Gücü” yaklaşımına başvurması...

Şiddetsiz direnişi savunan ve iyiliği kutsayan Gandhi’nin öğretileri...

Nelson Mandela’nın 1994 yılında devlet başkanı olduktan sonra, Güney Afrika’da “beyazların” sembolü kabul edilen rugby oyununu bir toplumsal entegrasyon projesi olarak sahiplenmesi...

50 yıl kadar önce, Almanya’nın o dönemki başbakanı Willy Brandt'ın Varşova’da diz çökerek Hitler dönemi kurbanlarından af dilemesinin ardındaki empatik ve iyicil siyaset dili...

Türkiye’nin yegane şair başbakanı olan Bülent Ecevit’in o çok özlenen kibar, alttan alan, zarif ve hoşgörülü tavrı...

Ve daha niceleri...

Kemal Kılıçdaroğlu deprem bölgesinde.

İyilik peşinde koşmak için yapılan onca maratonun, iyilik adına deprem bölgesine toplanan onca yardımın, iyiliği ismine dahil etmiş milliyetçi-merkez sağ siyasi partilerin yanı sıra, örneğin Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu seçim sürecinde ve özellikle de 2017 yılındaki 450 km’lik Adalet Yürüyüşü’nden bu yana toplumun önemli bir kesimi tarafından bu denli kabullenilmesi ve benimsenmesinin ardında, siyasete “iyiliği” dahil etme girişimleri etkili olmuş olabilir mi?

Bir diğer deyişle, yeni siyaset diline “iyiliği” pompalamak ve siyasetin “iyilik” üzerine kurulmasını savunmak neden “iyi”dir? Bu soruyu cumhurbaşkanı adayı Kılıçdaroğlu üzerinden irdeleyebiliriz.

Kılıçdaroğlu’nun uzun zamandır siyasi söyleminde “iyilikte yarışacağız” yaklaşımı ön plana çıkıyor.

Bunu rahat döşeğinden kalkarak deprem bölgesinde herkes gibi mütevazı bir çadırda sabahlayarak gösteriyor; yüz yüze iletişimin sıcaklığını yurttaşlara göstermekten çekinmiyor; evinin bulaşık deterjanlı, fırın bezli sahici bir dekora sahip sade mutfağından ulusa sesleniyor; beyin göçüyle gitmiş gençlerin geri dönmesini veya boş beslenme çantasıyla okula giden çocukların sağlığını umursuyor.

İyiliği, kendisinden dışarıya doğru bir empati ve ileriye doğru bir umut vererek gösteriyor. Bir kız çocuğuna kocaman bir kır çiçeği buketi uzatarak, “sana söz, yine baharlar gelecek,” diyor.

Bu yüzden de toplumda Hindistan’ın unutulmaz lideri Mahatma Gandhi ile arasında benzerlik kuruluyor; Gandhi’nin haksızlığa uğramış Hintliler için yaptığı barışçıl hak savunuculuğu ile Kılıçdaroğlu’nun Adalet Yürüyüşü’ndeki barışçıl aktivizmi benzeştiriliyor.

Kılıçdaroğlu, “Altılı Masa” birkaç günlüğüne dağıldığında bile itidalli bir dil kullanıyor. Bir masa etrafında farklı siyasi partilerden ve siyasi aidiyetlerden kişileri bir araya getirerek iyiliğin en dolaysız dışavurumu olarak “barışı” ortak bir hedef olarak masaya yatırıyor.

“Altı benzemezler” olarak anılmak yerine, ortak paydalar üzerinden ilerleyerek yol haritaları belirlenmesinde paydaş oluyor.

Bir zamanlar CHP’nin “ötekisi” olarak konumlanmış ülkücü harekete karşı tavır almak yerine, eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı Sinan Ateş’in eşiyle görüşüyor; “Allah bana ömür verdiği sürece, onu yanı başımdan ayırmayacağım, benim yol arkadaşımdır. Sinan Ateş’in hesabını beraber soracağız” diyor.

Kendisini vurmakla tehdit eden kişi hakkındaki tüm şikayetlerini geri çekiyor. Yumruklu saldırıya uğradıktan sonra şikayetçi olmuyor. Katıldığı şehit cenazesinde önüne mermi atan kişi hakkındaki şikayetini ise tek bir şartla geri çekiyor: Saldırganın Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nde 5 kız öğrencinin bir yıllık eğitim bursunu karşılaması.  

Siyasi kimliğinin, insani ilişkilerinin önüne bariyer çekmesine izin vermiyor. Hem sistemdeki aksaklıklarla ve haksızlıklarla hesaplaşıyor, hem de iyilik dilini şiar ediniyor. Bu da onu “naif bir iyimser” olmaktan çıkarıp hakkını arayan ama kimseyi kırıp dökmeden bu siyaset patikasından ilerleyen iyi bir siyasetçiye dönüştürüyor.

Başı açık-kapalı, Türk-Kürt, Sünni-Alevi, inançlı-ateist, engelli-engelsiz, kadın-erkek, çocuk-genç ayrımı yapmadan, “kendi kabilesinin” dışına çıkarak, “biz”in kapsamını dezavantajlı grupları ve sol partileri de içine alacak şekilde genişleterek, iki insan arasındaki mesafeyi kısaltarak, bu zamana değin dışsallaştırılmış sosyal gruplarla empati yaparak ve ortak iyiliği önceleyen kelimeler ve söylemler kullanıyor.  

Önceki süreçlerde, ana muhalefet partilerine yönelik eleştirilerde ağır basan “toplumun bazı kesimlerini ötekileştirme” eleştirileri karşısında onlarla barışmayı –kimilerine göre “helalleşmeyi”- seçiyor; kendini mağdur ve yoksun konumlandıran kümelerin bu mağduriyetleri siyasileştirmesini de “iyilik diliyle” çözmeye çabalıyor. “Seccade” örneğinin ardından samimiyetle özür diliyor; bunun kasıtlı bir davranış olmadığı konusunda siyasetçilerde hiç alışkın olmadığımız bir masumiyet dili kullanıyor.

Bu da, bir anlamda, kendini ötekileştirilmiş hisseden kesimlerin kendi dar sahaları içinde sıkışmalarını ve kimliğinin etrafına daha yoğun ve saldırgan duygularla koza örmesini önlüyor. “Biz, birlikte varız” diyerek, başkalarının iyiliğini gözeten bir diğerkamlık sergiliyor. Bilim ve teknolojiyi önceleyerek, ABD seyahatinde Türk bilim insanlarını ziyaret ederek, diyalog platformlarını çoğaltarak yeni bir hemhal oluş eşliğinde toplumsal iyi olma halini güçlendiriyor. 

Araştırmacı-yazar Bekir Ağırdır’ın iyi insan olmanın hangi iki özelliğe sahip olmak anlamına geldiğine yönelik bir anket sorusuna aldığı ağırlıklı yanıtlar, “dürüstlük” ve “ahlak” olmuş. Toplumun yarıya yakınına göre iyi insan dürüst, üçte birine göre ise ahlaklı insan demek.

Bekir Ağırdır

Kendisiyle bu konuda görüştüğüm Ağırdır’a göre, “bireysel hayatımıza umutlarımız, ortak hayata ise endişelerimiz ve korkularımız yön verir”. Bu da hukukun üstünlüğüne inancın zayıf olduğu bir bağlamda, özellikle de cumhurbaşkanlığı adaylığı düzeyindeki söylemde ortak hayattaki endişe ve korkulara rasyonel yaklaşımı, güvenin artırılıp barış ve huzurun destekleneceği söylemleri gerektiriyor.

“İnsanlar artık sabahları televizyonlarını açtıklarında kavga eden siyasetçi görmekten usanmış durumda. Toplumdaki yaygın inanışın aksine, iyilik dili siyasette zayıflık yaratmıyor, çünkü sükunete ve huzurlu bir dinginliğe ihtiyaç var,” diyor Ağırdır.

Son kitabının başlığında “bize yeni bir söz lazım” diyen Ağırdır, Kemal Kılıçdaroğlu’nun iyilik temelli söyleminin, iyiliği eyleme dönüştürmesinin, işittiği yardım çağrıları ve gördüğü adaletsizlikler karşısında sessiz kalmamasının toplumda bir karşılığı olduğunu düşünüyor.

“Seçim sonrası sayısal olarak elde edilecek sonuçtan bağımsız olarak, tüm bu süreci, söylemi, iyicil yaklaşımları toplumsal bellek kaydediyor. Siyasi kutuplaşmada bağlı olunan partiye yönelik aşk ve sadakat ilişkisi çözüldü, ancak karşı kampa yönelik olumsuz duygu halen sürüyor. Dolayısıyla, AKP veya MHP’den çözülen birinin CHP’ye gelmesi için bu iyilik söyleminin daha yaygın hale gelmesi gerekiyor,” diyor Ağırdır.

Dolayısıyla bu iyilik siyasetinin, yerelden merkeze, tüm siyasilere ve siyasetçi adaylarına, hem de her katmanda yayılması lazım. Dikey hayırseverlik yerine yatay dayanışma ve empati ağlarına öncelik vererek... Televizyonlarda deprem sonrası taahhüt edilen yardım bedellerinin önemli bir kısmının ödenmediği gösterilerde yer almak yerine, sürdürülebilir bir iyiliği yaşatarak...   

Dahası, çözüm mekanizmaları geliştirerek, “eylem halinde bir iyiliği” benimseyerek...

Sırf yürüyerek adaletsizliğin, sırf yoksullara yardım ederek yoksulluğun bitmeyeceğini Kılıçdaroğlu da gayet iyi biliyor. O yüzden çözüm önerileriyle geliyor. Bu da onu dinleyenleri, ona temas edenleri “iyi hissettiriyor”, ortak yaşamı anlamlı kılan bir güvenlik hissi veriyor. Çünkü ideal siyasetçinin daha geniş kitlelere erişme hedeflerinden biri de halktaki ortak yaşam iradesini güçlendirmek olmalı, farklılıklar üzerinden kutuplaşarak duygusal nasırlar yaratmak değil...

Kadına karşı şiddetin önlenmesini amaçlayan 6284 sayılı Kanun karşısında Yeniden Refah Partisi’nin başı çektiği Orta Çağ ittifaklarını andıran kötücül itiraz ve pazarlık lobisine karşı, “kadınlar için iktidara geldiğim ilk 6 ayda yapacağım” diyerek şaşalı kürsülerden veya kalabalık miting meydanlarından değil, öncelikli olarak mutfak masasından, yani “bizden biri” olarak, vaatlerini madde madde sıralayarak...

Dünyada da Türkiye’de de iyilik hikayelerini çoğaltmak, iyiliği kişisel bir tercih olmaktan çıkarıp siyasal ve toplumsal belleğe kaydetmek, siyasette iyilik diline iade-i itibarda bulunmak gerek.

Artık birbirimizden korkmamak, monolog yerine diyalogu seçmek, ötekinin üzerinden “öcü” yaratmamak, birbirimizle teması yeniden kurmak, ördüğümüz duvarları yıkmak gerek.

İşte bu yüzden de tüm iyiliğimizle baharı bekliyoruz.

**Konuyla ilgili kitap önerileri: İyiliği Düşünmek, derleyenler: Zülfü Livaneli, Ayla Göksel, İletişim Yayınları, 2022; ve Bize Yeni bir Söz Lazım: Türkiye için Yeni bir Siyaset Arayışı, Bekir Ağırdır, Mundi Kitap, 2022

Tüm yazılarını göster