Eh, artık gizleyecek saklayacak bir şey kalmadı. Çomak sokmayalım, moral bozmayalım, şevk kırmayalım, ayrıca belki bütün bir olumsuzluklar tarihinin yükünün altında eziliyor, önyargıları sezgi yerine koyuyor, pencerenin dışındaki masum kuşu, yarı beline kadar sarkmış, içeri dalmaya çalışan kötü niyetli yaratığın karaltısı sanıyor olabiliriz kaygılarıyla sesimizi çıkarmıyorduk. (Çoğul konuşuyorum, yalnız olmadığımdan eminim.) Bu ihtimal hep vardı, tepemizde dolaşıyor, üstümüze dalıp dalıp gelecek beklentimizi gagalıyordu. Leşleri ortadan kaldırmakla insan soyunu türlü melanetten koruyan-kurtaran zavallı akbaba, uğradığı büyük haksızlığa rağmen hâlâ adını kullanarak mecazlar yapmamızı mazur görsün, tepemizde dört dönen, yalnız felç edici soğukluğuna rağmen soyutluktan çıkamayan bir ihtimal değil, henüz can vermemiş ve belki pekâlâ iyileşebilecek bedenleri kemirip parçalayan, hem hastalıklı hem sapkın hem ahlâksız bir akbabaydı. Baştan bir defa yanımıza yanaşmış, tamam, ne olduysa oldu, demişti, şimdi ortak olalım.
Şu anda söylenebilecekler, böylesine basit soruların herkesçe bilinen, nedense -nadiren masumiyetten ötürü, çoğu zaman dikenli mayınlı araziden sakınma güdüsü yüzünden- kenara itilen cevaplarına bağlı, değerli okurlar. Türkiye’de insan haklarını merkeze koyan, sahici hukuk sistemine, seçmen iradesini sahiden esas sayan seçim düzeni ve parlamentoya sahip, devletin yurttaşa hizmetle yükümlü kılındığı, silahlı mekanizma olarak devletin ve görevlilerinin, anayasa başta, bütün hukuk kurallarına uymaya mecbur olduğu, aksi halde yargılanabildiği, toplumumuzu oluşturan farklı toplulukların özgün haklarının gözetildiği, yurttaşlık temelinde herkesin eşit sayıldığı bir rejim kurulacak mı, kurulmayacak mı? Tarif ederken etmek zorunda kaldığımız bunca laf bizi yanıltmamalı; bu aslında basit soru.
Evet, meselenin aslı bu. Ve bu ihtimali varoluşsal tehlike (“bekâ meselesi”) sayanların silahıyla külahıyla, mahkemesi hapishanesiyle hepimize hükmedecek kudrete ve tabiî düzenimizin başlıca karakter özelliği olan acımasızlığa, hainliğe, eşitsizlik-adeletsizlik kutsamasına, ezmekten, zulümden zevk alma sapıklığına sahip oluşu. “Depremde umursamazlığınız yüzünden on binlerce insan öldü,” diyene, “Ne yani, Suriye’yi, Irak’ı mı boşaltacaktık?” cevabı verenlerin hükmü, yürüyen.
Yakın tarihte bu yeryüzü düzenini tehdit eden ilk büyük hadise, 2015 seçimleriydi. HDP’nin yüzde 13 oy toplayıp 80 milletvekiliyle Meclis’e girmesi, o sırada -Gezi İsyanı fırtınasının da katkısıyla- esen demokrasi-çoğulculuk rüzgârları birilerini çoktan alarma geçirmişti. Nitekim, hemen ertesinde seçmen iradesi hiçe sayıldı, meşru seçim sonucu fiilen ortadan kaldırıldı, şimdiki iktidar koalisyonu kuruldu. Devlet koalisyonu bir nevi. Bizde devlet koalisyonu bir sağcı çıkar çemberine çalma çırpma alanı bırakmadan kurulmaz. Sivil hükümet yüzü genellikle böyle oluşturulur. Sadece bu defa, fazla arsız, fazla çapsız, fazla ahlâksız karakterler hem şehvet hem hınç yüklü tatminsiz arzularıyla sahneleri doldurduğundan, Beyaz Toros-Siyah Transporter ekibinin şovdaki merkezî rolü -ve yok sayılması yeğlenen- marifetleri geride kaldı. Halbuki çekirdek hep orasıdır.
Meral Akşener ve Kayı Partisi muhtemelen devletin yeni partisi olmaya oynuyordu. Artık hışırı çıkmış ve bu haliyle devletin toplum içindeki militan gençlik kolu vazifesini yerine getirebileceği şüpheli hale gelmiş MHP’nin yerine, her ağzını açtığında salyalara bulanmış küfürler saçmayan, daha “medenî” ve şehirli sözcüleriyle, en önemlisi, günümüzün gereklerini kavramış izlenimi uyandırmaya özen gösteren -ve hattâ kimilerimizi, kimbilir belki de ucundan azıcık da olsa demokrasi-hukuk istediğine inandırabilen- kadın başkanıyla İYİP pekâlâ tercih edilebilirdi. Belli ki oy gücü de MHP’ninkiyle kıyaslanmayacak kadar yüksek olacaktı, yakın vadede. Öte yandan Meral Akşener, muhtemelen, eninde sonunda CHP’nin de bizzat kendi tarihinin dayandığı çekirdek-devlet geleneğinden uzaklaşmayacağını, demokrasi-çoğulculuk muhabbetini çekirdeğin sertliğine halel getirecek raddelere vardırmayacağını varsayıyordu. Partisi böylece kendi renginden vazgeçmeden geniş bir ittifakın parçası olabilecekti. Memleketteki merkez-sağ açığı ve bu açığın kapatılmasını dünya savaşı ihtimalinden bile önemli sorun sayanların hezeyanını giderme vaadi de Akşener ile Kayı Partisi’nin elinde kozdu. Bu da “ucundan demokrasi” düşüncesini besledi.
Ancak Akşener ile partisinin alışmadıkları herhangi bir yöne adım atmaya niyetlerinin olmadığını anladık. Belki baştan az buçuk niyetleri vardı, bilemiyoruz. Ama demokrasi-çoğulculuk ve hattâ insaniyet topraklarının kendilerine yabancı gelmesi dolayısıyla böylesine korkuya kapılacaklarını ve bu kadar çabuk silaha sarılacaklarını çoğumuz beklemiyorduk sanırım. Daha çok, kazanılmış seçim sonrasını berbat edeceklerinden endişe duyuyordum şahsen. “Ne yani, Demirtaş’ı serbest bırakmak için mi girdik bu yola!” çıkışları falan…
Ancak ufukları öyle dar, manevî kapasiteleri öyle kısıtlı, devlet çekirdeğinden uzaklaşma korkuları öyle dehşet vericiymiş ki, kendilerinin -ve siyasî macerası seçmen iradesine bağlı olanların bir defa daha ayaklarına kapanmasından ötürü muzafferâne hislere bürünmüş olarak gururla diş gıcırdatan mâlûm çekirdeğin- dışındaki on milyonlarca insanın gözüne nasıl göründüklerini dahi ya umursamıyorlar ya da bunun farkında bile değiller.
İşin ilginci, Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş’ı partilerine karşı isyana kışkırtarak düştükleri güya uyanık, çapsız taşra politikacısı konumunun da farkında değiller. Ahlâkı önemsemeyelim, kim önemsiyor ki, diyebilirsiniz; zaten burada başlıca mesele ahlâk değil. Şu ana kadar kendisini desteklemiş insanların çoğunluğunca ihanet olarak algılanacak böyle bir isyana katılırsa, Mansur Yavaş’ın herhangi bir siyasî geleceğinin kalacağını mı varsaymaktalar? Attığı bu adımla, Kayı Partisinin de siyasetin motorunu seçmen iradesinden uzaklaştırmaya çalışan mevcut iktidar koalisyonunun safına geçtiğine hükmedebiliriz.
Akşener ve partisi, Türkiye’nin insan haklarını esas alan, çoğulcu, demokratik bir devlet yapısına ve adalet mekanizmasına kavuşma umuduna ağır ve zavallıca bir darbe indirdi. Ağır, çünkü tıpkı İYİP-KAYIP gibi HDP kompleksi ve Kürt alerjisiyle mâlûl ana muhalefetin, bu kompleksi aşmak gibi çok zorlu bir gayrete girişmeksizin seçimden zafer beklemesi imkânsız. Zavallıca, çünkü ülkenin geleceğinde belki de hayırlı roller oynayıp bambaşka konumlar edinmeleri mümkün olabilirdi, akılları yetmedi. Aksini becerebilmeleri ırkçı muhalif seçmenin tedavisinden bile daha zor, anlaşılan.
Siyasetin belirleyicisi olarak devlet çekirdeği ideolojisini belleyip ikbali istikbali ona hizmette gören faşizan Türk sağcılığı, bu hadisede de, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını itilip kakılabilir tebâ konumunda tutma, sahici vatandaş yapmama yönünde irade gösterdi. Şimdi soru, en azından temel motif olarak ezilmesi ve imhası öngörülen azınlıkları ortaya sürüp durmayan, azıcık daha uygar bir milliyetçilik-sağcılık ve az buçuk hukuk-adalet beklentisinin pek o kadar da fena olmayabileceğini aklından geçirmiş İYİP seçmenleri varsa, bunların ne kadarının bilinmedik denize açılmayı göze alacağı, ne kadarının yakın iktidar vaadiyle liderinin peşine takılacağı. AKP ile doğrudan ittifaka girecek Kayı Partisinin oy oranının bugünkünden düşük olacağı kesin. Belki daha önce, iktidar makamında İYİP-KAYIP’a nasıl yer açılacağı sorulmalı: MHP’yi nasıl kaldırıp kenara atacaklar? Yoksa Akşener “yuvaya” mı dönecek? Bahçeli’ye kılıç kuşandırılıp fahri kağanlık mı verilecek? Bunun bir yeni milliyetçi şahlanıştan çok hayal kırıklığı yaratması pekâlâ muhtemel.
Bunlar, izleyeceğimiz, göreceğimiz işler. Görünmeyen fakat tehditkâr fay hattı gibi derinde sırasını bekleyen, sağ siyasetin bir defa daha seçmene -en çok adını ananların mütemadiyen tecavüzüne uğrayan hayalete, “millî irade”ye- sırt çevirerek, ülkede iktidarın aslında nerede -ve nasıl dokunulmaz- olduğunu ispat etme hevesiyle sergilediği şehvetli biat ayininin sonuçları.
İYİP-KAYIP hangi akrobatik hünerleri sergilerse sergilesin, önder kadrosu bundan böyle, süzme zulüm iktidarına “onu alma beni al” demiş bir ekip olarak hatırlanacak.