“Birleşmiş Milletler 2019 Yılı Dünya Mutluluk Raporu”na göre Türkiye beş basamak gerileyerek 79. sıraya düştü. Bizim yukarımızda Kazakistan, Kuzey Kıbrıs hatta Kuzey Kore bulunuyor. Uzatmaya gerek yok, mutsuz bir ülkeyiz. Bir gölü define uğruna kurutan, Hasankeyf’i yok eden, küçük bir kızın ölümünü aydınlatamayan, artan intihar vakalarına burun kıvıran bir ülkenin insanlarının mutlu olması da çok kolay değil zaten.
Türkiye’de siyasetin ne kadar gerilimli bir alan olduğunu tartışmak dahi yersiz. Bu gerilimin hayatın bütün alanlarına sirayet etmesi de yaşamak zorunda olduğumuz bir başka gerçek. Trafikte, işte, okulda her yerde çatışmayı sever hale geldik. Bu duruma en güzel örnek futbol olsa gerek. “Futbol asla sadece futbol değildir” sözünün başka anlam bulduğu topraklarda yaşıyoruz. “Ölmeye ölmeye geldik” sloganları eşliğinde gittiğimiz maçlar aslında bir eğlence aracı olmaktan çoktandır çıkmış durumda. Oysa çıkış noktası itibariyle 22 kişinin bir topun peşinden koştuğu, izleyenleri mutlu etmesinin beklendiği bir uğraş futbol. Lakin İzlanda milli marşını yuhalamanın absürtlüğü ile endüstriyel futbolun agresifliği bir araya gelince, ortaya devasa bir mutsuzluk çıkıyor. Tuttuğumuz takım şampiyon da olsa, küme de düşse mutsuzuz. Kendini taraftar olarak tanımlayanlar, normal hayatlarında sanki her şey mükemmelmiş gibi oyunun yağ gibi akmasını, takımlarının her maçta 5-10 gol atmasını bekliyorlar. Ne parti, ne sendika, ne dernek, hiçbir yere ait hissetmediğimiz benliğimizi, taraftar kimliğinin bize bahşettiği aidiyet duygusuyla yüceltiyoruz. Ama bu da mutlu olmamıza yetmiyor. Klasik söylemdir ya “Maçlarda küfür ederek stresimi atıyorum, kafamı boşaltıyorum.” Herkes biliyor ki artık böyle bir durum sözkonusu değil, “boşalamayan” bir toplumuz biz.
Misal, son iki yılın şampiyonu Galatasaray’ın liderle arasındaki puan farkı sadece iki, Avrupa’da yoluna hala devam etme şansı var. Lakin, taraftarlar mutsuz, kulüp üyeleri yönetimden mutsuz. Gelmesi için herkesin ayılıp bayıldığı Falcao sakatlandığı için artık bir nefret unsuru. Beşiktaş orta sıralarda, ama Teknik Direktör’ü kimse sevmiyor, oynanan futboldan kimse haz etmiyor. Fenerbahçeliler geçen yıl binlerce üyenin seçtiği Ali Koç'u neredeyse bir kaşık suda boğacaklardı. Basketbolda son 5 yılda Final Four’a giden takım bu yıl kötü diye herkes isyanda. Biz futbolun mutsuz olunmasını seviyoruz artık. Milli Takım Avrupa Şampiyonası’nda finallere kaldı, çevrenizde sevinçten deliren gördünüz mü? “Milli ve yerli” kavramını şiar edinmiş bir iktidar döneminde şaşılası bir durum olsa gerek. Hiçbir şeyden keyif almayan bir ülke, hep birlikte nasıl mutlu olabilir ki zaten?
Şunu kabul edelim ki üstyapıda son 17 yılda yaşanan gerilim ve kutuplaşma herkesi, her sektörü geriyor, sapıttırıyor. En rasyonel arkadaşlarımıza bile bunun alt tarafı endüstrileşmiş bir top oyunu olduğunu hatırlatmakta zorlanıyoruz. Zira endüstriyel futbol milyarlarca liranın döndüğü devasa, pis bir piyasa haline geldi. Bu basit gerçeği dahi göremeyen insanların bir kısmı son derece aklı başında insanlar, kendi alanlarında uzman, akademisyenler, kitapları falan var. "Ama hakem bizi biçti, en son kim koydu " falan gibi mahalle maçı argümanlarının komik kaçtığını göremeyecek kadar da körleşmiş haldeler.
Şayet istisnasız bütün takımlar hakemlere, federasyona küfür ediyorsa ortada haksızlık yoktur, ortada basiretsiz, kötü bir futbol yönetimi vardır, herkesi kötü yönetiyor diye takdir edelim demiyorum ama konunun senin benim takımımla ilgisi yok, onu diyorum. Ülke nasıl yönetiliyorsa, futbol da o derece kötü yönetiliyor işte. Futbol Federasyonu’nun başındaki şahsın bu ülkede en fazla ihale alan 5 gruptan birinin sahibi olmasından öte daha ne söylenebilir ki? Kulüplerin içindeki muhalif gruplar, muhalefet partileri nasılsa aynı oranda yalpalıyor. Tadı tuzu kalmamış futbola her daim müdahil olan kirlenmiş siyaset bulaşıyor, ortaya katmerli mutsuzluk çıkıyor.
Futbolun arsada oynanan yıllardan çok daha başka bir boyuta geldiğini kabul etmemiz gerekiyor. Neden bu hale geldi pekiyi, çünkü arsa kalmadı, çünkü iki taş arasını kale yapacak yerler AVM oldu, çünkü her şey paraya endeksli, paran varsa halı sahada oynar, salakça ayağını kırarsın, yoksa hiç oynayamazsın. Bizse hem arsada futbol oynamak gibi naif, duygusal taleplerde bulunuyoruz, hem de her sene borç harç dinlemeden neredeyse Ronaldo takımımıza gelsin istiyoruz. Takımlar zaman içinde başarısız yöneticilerin elinde borç içinde batarken, bizler halüsinasyon içinde yaşıyoruz adeta. İşte bu yüzden hayat fena halde futbola benziyor. Aslında batsak da, ABD ve bütün dünya bize boyun eğsin istiyoruz. “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” şiarı, hem siyasette, hem futbolda 2020’ye bir ay kala ulusalcı solcuyla, muhafazakarları aynı potada birleştiriyor. Bu yüzden de İzlanda’yı yuhalamakta beis görmüyoruz. Futboldan da, hayattan da zevk almıyoruz artık…
İngiltere'de Newcastle küme düştüğünde herkes takımını ayakta alkışlamış, sonraki yıl alt ligde maçlarını yine 50 bin kişi izlemişti. Zor mu böyle olmak, çok zor elbette, hatta bu siyasi ve ekonomik iklimde imkansız. Zira biz toplumsal nefretimizi biriktirip futbola akıtıyoruz. Futbolun da, reel siyasetin de iflas ettiğini kabul etmemenin verdiği beyhude bir mutsuzluk hezeyanı yaşıyoruz. Futboldaki milyonlarca taraftarın bu bu örgütlü mutsuzluğunu, siyasete ya da başka kanallara yayabilsek zaten futbolda da bu kadar mutsuz olmayacağız, ülke de bambaşka bir yöne evrilecek muhtemelen.
Taçsız Kral Metin Oktay'ı her sene tribünlerde anmak güzel ama hadi bakalım Metin Oktay'ın kendi jübilesinde "Fenerbahçe forması giyer misin" sorusuna "Onur duyarım" cevabını vermesini de hatırlayın da görelim... Aynı Metin Oktay'ın Denizler'in idamına karşı imza verdiğini de az kişi bilir. Bunları hatırlamak işimize gelmiyor, istiyoruz ki sporu siyasete bulaştırmayalım, ama siyaset sporun tam içinde olsun önemli değil. Mutsuz olmaktan mutlu olan bize de bu yakışır zaten.