Dünyanın sonunu bekleyen tüm haberlere karşı, dünden bugüne birçok sanatçıyı içeren 125 tabloluk Türk izlenimcileri sergisi, Arkas Sanat Merkezi'yle İzmir'de. Etkinlik deyim yerindeyse dünkü İstanbul'u bugünkü İstanbul'dan bir nebze kaçırıp, ona İzmir'de hava aldıran bir nostalji ve ibret tecrübesi vadediyor.
İzmir Alsancak'ta, Eylül 1983'e değin İzmir Fransa Başkonsolosluğu olarak hizmet veren, ardından Mayıs 1984'ten itibaren Fransa Fahri Konsolosluğu olarak kullanılan ve geçmişi 1825'e uzanan tarihi taş bina, Kasım 2011'den bugüne Arkas Sanat Merkezi olarak açtığı yerli ve yabancı sergiler ile adını duyuruyor.
Şehirdeki başka kişi ve kurumlar için İzmir'e yönelik kültür ve sanat hizmeti bakımından bir nevî referans halini de alan müze disiplinindeki merkez, geçtiğimiz hafta yine Arkas Holding'in sanatsever 'çocuksu büyüğü', Bay Lucien Arkas ve eşi Gülbeniz'in ev sahipliğinde, kente 'Renk, Işık ve Titreşim' eşliğinde, Türk izlenimcilerine dair 125 ayrı resimle baharı getirdi.
Kültür sanat alanında sadece görsel sanatlarla kalmayarak, klasik müziğe sempati ve desteğini Arkas Trio ile de taçlandıran holdingin açtığı, sanat tarihçi ve küratör, merkez direktörü Müjde Unustası imzalı sergi, içerdiği enerji ve toplanan sanat eserlerinin yansıttığı farkındalık ile, doğa, medeniyet, modernlik, gelenek, gelecek ve estetik gibi unsurları, bir kere daha ibretle düşünmemize vesile yarattı.
Çok yakın zamanda, yine İzmir Konak'taki Mistral kulesinde bir sanat mekânı ile karşımıza çıkacak kuruluşun hazırladığı bu yeni sergi, merkezin 17'nci sergisi olarak kayıtlara geçti. Metni, AİCA Türkiye ve AİCA Uluslararası Sansür Komitesi Başkanı, Mimar Sinan GSÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Burcu Pelvanoğlu'na ait 125 parçalık sergide, yalnızca 75 yapıt ile Arkas Holding'in değil, Mehmet Güleryüz, Ömer Faruk Şerifoğlu, Lucette-Mustafa Taviloğlu, Olgaç Artam, Prof. Ahmet Kâmil Gören, Niko Filidis ve Sakıp Sabancı Müzesi ile İstanbul Kültür Üniversitesi gibi birbirinden farklı kurum ve isimlerin de desteğinin bulunması, etkinliğin zenginliğinde önemli bir pay sahibi oldu.
27 Temmuz'a değin gezilebilecek 'Renk Işık Titreşim' sergisinin, sanat tarihsel temelini 19'ncu yüzyılda Fransa'da başlayan izlenimcilik akımından alması da, ömrü yine bu ülkeye dayanan merkez binası bakımından hoş bir tutarlılık detayı olarak kayıtlardaki yerini aldı. Sergi Direktörü Unustası'ndan edindiğimiz bilgiye göre ana çatısını, 1914 Kuşağı dediğimiz ve dönemin geç Osmanlı, erken Türkiye'sinin modern sanatının tohumlarını atmış, 'Paris'ler görmüş yetenekli' sanatçılarının oluşturduğu sergide, bunun yanı sıra Asker Ressamlar ve Hoca Ali Rıza ile, Halil Paşa gibi imzalar, Çallı Kuşağı çerçevesiyle, aynı manzaradaki yerlerini aldı. Dönemin güzel sanatlar okulu, bugünün Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi olan, 1883'te kurulmuş Sanayi-i Nefise Mektebi'nin sanat tarihsel ağırlığını hissettirdiği seçki, burs alan yetenekli fırçalar ile Osmanlı Ressamlar Cemiyeti'ne de bir nevî saygı duruşu olma özelliğini taşıdı.
Kendine has birbirinden özgün içerik ve kompozisyonda eserleri buluşturan gizemli 'Nü' odasıyla göz kamaştıran, ama ağırlıkla natürmort, manzara ve portre çalışmalarıyla bezeli bu demli sergide, dönemin 'resmi yapılmaya gayet müsait' / pitoresk İstanbul ve Türkiye'sine de gerek içeriden, gerekse dışarıdan tekrar bakmak, etkinliğin belki de en kıymetli tecrübesi olarak dikkat çekti.
Bugün her tarafından gri ve çirkin yapıların fışkırtıldığı yeşil güzelliklerin, bir zamanların mavi ve sarısının, Adalar'ın bahar dallarının, o yılların kibar hanımefendilerinin ve binbir çiçeklik florasının kıymeti, belki de hiç bir fotoğrafa nasip olmayacak bir samimiyetle, aralarında İbrahim Çallı, Nazmi Ziya, Hikmet Onat, Hüseyin Avni Lifij, Feyhaman Duran, Namık İsmail, Mehmet Ruhi Arel ve Sami Yetik gibi isimlerin yer aldığı bu fırçaların elinden geçti. Sayelerinde, hiçbirinin ne rengi, ne de anlamı solmadı; tam tersine bu resimler, içerdikleri minicik mimâri, estetik ve sosyal detaylarla bizleri gümbür gümbür azarladı ve azarlamakta hâlâ.
Hatta serginin basın bülteninde, Pelvanoğlu çıkışlı şöyle bir ifade kullanıldı, bu ressamlar adına: "Doğayı hocaları gibi kabul etmişler." İşte söz konusu sergiye bu mantıkla bakınca, bizim de 'Doğa hoca' karşısında ne biçim bir 'bütünleme'ye kaldığımız, 'çaktığımız' son derece net anlaşılıyor. Çünkü insan, günümüz kent ve sayfiye yerlerinin, toplumsallığının berbat dönüşümünü düşününce, bu resimlerin ürettiği zaman ve değer yolculuğunu her şeye tercih edebiliyor.
Yine Pelvanoğlu'nun verdiği bilgilere bakılırsa, serginin üç kuşak sanatçıyı bir araya getirebilmesi, tüm bu sanatçıların doğa tutkusuyla gerçekleştirdikleri manzaralar sayesinde mümkün olabiliyor. Yineleme pahasına, sergide 1914 Kuşağı sanatçılarına öncülük eden Hoca Ali Rıza ve Halil Paşa, asker kökenli ressamlardan Şevket Dağ, Ali Rıza Beyazıt, Mehmet Ali Laga, kuşağa adını veren İbrahim Çallı, Hikmet Onat, Hüseyin Avni Lifij, Feyhaman Duran ve onları takip eden kuşağa ait sanatçılardan, Sabiha Rüştü Bozcalı, Melek Celal Sofu, Hamit Görele, Şeref Akdik ve Edip Hakkı Köseoğlu’na ait eserler yer alıyor.
Bu manâda, salı ve pazar günleri arası 10.00-18.00, perşembeleri ise 20.00'ye değin ücretsiz gezilebilen sergi, yine etkinliğe emek verenlerden öğrendiğimiz kadarı ile, Cumhuriyet’in kuruluşu sonrasında gerçekleştirilen devrimleri yansıtmasıyla da önemli bir hatırlatma görevi üstleniyor. Dil devriminden kıyafet devrimine, oradan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile özellikle Türkiye kadınının toplumda aldığı öncül ve özgür pozisyon, sergideki yapıtlar üzerinden vurgulanan konular arasına giriyor. Sergi ekibi bu meyanda, etkinlikte izlenen İbrahim Çallı imzalı 'Ada'da Sohbet' veya Mehmet Ruhî Arel'in 'Fatih Kaymakamlığı' gibi çalışmaların altını çiziyor.
Satır aralarına baktığımızda, 2018 Türkiye'sinde yaşatılmaya çalışılan haklar ve özgürlüklerin, yani bir deyişle 'manzaraların manzarası' ile bunu kazanma kavgasının, yaklaşık bir asır evvel de kendi sembolikliğiyle alenen, neredeyse aynen vuku bulduğu pekalâ düşünülebiliyor.
Katalog metninde, Prof. Pelvanoğlu, bu mealde şunların altını çiziyor:
"...1914 Kuşağı sanatçılarının yetiştiği dönem, 2'nci Meşrutiyet dönemidir. 1908 yılı, 2'nci Abdülhamid'in tahttan indirilmesi ve 2'nci Meşrutiyet'in ilânıyla yeni bir dönüm noktası oluşturur. Bu dönemde sanat, sarayın tekelinden çıkar ve sanat ortamının denetimi, Sanayi-i Nefise-i Mekteb-i Âlisi'ne geçer. Bu kuşak sanatçılarınadan Nazmi Ziya ve Nâmık İsmail, Sanayi-i Nefise-i Mekteb-i Âlisi'nde yöneticilik yapmış ve sanat eğitiminin kurumsallaşması açısından önemli bir rol oynamışlardır. Örneğin, Namık İsmail'in müdürlüğü zamanında (1926-1935) Akademi yönetmeliği değiştirilmiş, Fındıklı'daki binaya taşınılmış ve bu taşınmayla birlikte Akademi, belki bir daha uzun süre edinemeyeceği donanımlarla birlikte,modern bir eğitim sistemine kavuşmuştur. Fındıklı'ya geçilmesiyle birlikte, kız öğrenciler ve erkek öğrenciler de tamamen aynı çatı altında eğitim görmeye başlamışlardır.
(...) Namık İsmail, Ali Sami Boyar'ın Akademi ile ilgili eleştirilerine vermiş olduğu bir yanıtta, hem akademideki eğitim sistemi, hem de bu kuşağın sanat anlayışı hakkında önemli ipuçları sunmaktadır: 'Cezanne ve Matisse gibi ressam yetiştirmek, bizim idealimizdir. Ve bunu yapabilmek içindir ki, talebemize akademik değil, hakiki klasik bir tahsil vermeye çalışırız. (...)Mamul eşya çıkaran makineler gibi san'atkâr yetiştiren bir san'at mektebi henüz beşeriyet görmemiştir.'"
Serginin 'mihenk taşları' diyebileceğimiz yapıtlara gelince; elbette daha önce de andığımız ve Mehmet Ruhi Arel'in 'Fatih Kaymakamlığı', İbrahim Çallı'nın 'Kadın ve Kuğu'su, Şeref Akdik'in 'Ada'dan' deniz kıyısında ışık topladığı şifalı manzarası, yine aynı fırçanın bir grup ada sakinini 1945 esiniyle çamlığa yerleştirdiği 'Sohbet' tuvali, keza İbrahim Çallı'nın ondan daha eskiye dayalı, ama alabildiğine modern iki hanımı betimlediği bir başka ada sohbeti, Ali Halil'in, kim bilir hangi devrim yılını yorumladığı, insanların şıklık ve özgürlükle dinlendiği 'Moda Koyu', Hasan V. Bereketoğlu'nun bir zamanın Kurbağalıdere'sini tüm berraklığıyla kayda aldığı iki kompozisyonu sayılabiliyor.
Belge değerindeki yapıtların kol gezdiği sergide, ayrıca Ayasofya'nın camii olarak kullanıldığı döneme atfen, Şevket Dağ imzasıyla yapılmış çok ilginç bir perspektif - iç mekân ve ışık yapıtı, onunla konu ve bakış açısı özgünlüğünde yan yana getirilebilecek, Cevat Erkul imzalı Topkapı Sarayı Kara Mustafa Paşa Köşkü eseri, elbette Bedia Güleryüz'ün ışığı ve çerçevesiyle Boğaz'ı tattırdığı kompozisyonu aklımıza ilk önce konan renk, ışık ve titreşim seçenekleri arasında geliyor. Biraz da "İzmir'in sergisinde çiçekler açar" dedirten, delirten en etkileyici eserlerden biri ise, Nazmi Ziya Güran'dan geliyor. 1933'te, sanatçının evinin bahçesini yorumladığı bir çalışma bu. Ayrıca Güran'ın bir insana getirdiği zengin, ele avuca sığmaz ve özgür bakış açısı da, 1930 tarihli 'Dansçı' ile, Nü odasında bizleri bekliyor. Tabii bu arada altını çizelim, bu sergide bir de Halife tablosu mevcut. Yani, hem kendisini tasvir eden, hem de kendisinin yaptığı İstanbul Limanı iki çalışma ile, Halife Abdülmecid, mavi bakışları ve modern kostümü ile, deyim yerindeyse etkinliğin 'başköşesi'nde bir sürpriz misalî ağırlanıyor.
Sonsöz mahiyetinde, Mehmet Ali Laga'nın Kız Kulesi ile, Naci Kalmukoğlu'nun Yıldız Parkı manzarası veya Namık İsmail'in 1932 tarihli 'Nü'sü gibi çok ama çok güzel yapıtları ve daha burada sayamadığımız birçok sanatçıyı kapsayarak, dünyanın sonunu bekleyen tüm haberlere karşı, dünden bugüne bir çok sanatçıyı içeren 125 tabloluk Türk izlenimcileri sergisi, Arkas Sanat Merkezi'yle İzmir'de. Etkinlik deyim yerindeyse dünkü İstanbul'u bugünkü İstanbul'dan bir nebze kaçırıp, ona İzmir'de hava aldıran bir nostalji ve ibret tecrübesi vadediyor.