Jacques Ranciere: Halk bir inşadır (II)

Bende aziz halk diye bir şey yoktur. Gerçekten insanlar, “halkın kökensel iyiliğini” savunduğumu ve bu sınıfta gerici işçiler ve Ulusal Cephe seçmenleri bulunabileceğini anlamaktan aciz olduğumu sanıyor. Fakat ben hep şunu söyledim ve tekrar söylüyorum: Bilmem hangi sosyolojik zorunluluk dolayısıyla sola oy vermeleri gerektiği bahanesini öne sürerek, sağa oy veren işçilere neden bu kadar kızıyorsunuz?

Abone ol

Demokrasi Nefreti’nde (İletişim, 2015, çev. Utku Özmakas) diyorsunuz ki en büyük hakaret haline gelen popülizm “kullanışlı isimdir” (s.88). Bununla birlikte bu kelime bazen, olumlu bir gösterge olarak kurtuluş hareketlerinde var olmuştur: Elbette akla hemen Rus popülistleri gelir ama ayrıca 19'uncu yüzyılda Amerika’da seçkinlere, bankalara, arazi sahiplerine ve demiryolu şirketlerine karşı mücadele eden çiftçi ve işçi hareketleri görülür, yine Fransız edebiyat akımı ve popülist roman ödülü vardır. Bu evrimi nasıl anlıyorsunuz?

Birçok tarihsel tabaka var. Rus devrimci hareketinde, bu hızla bir sövgü olmuştur. Lenin’le polemiği hatırlayalım. Erkenden, “popülizm” biraz aptalca duygusal bir bağlılığı, bir iyi niyet tarihini, halka gidip, gerçekte kim olduğunu bilmeden, onu ayrılığa düşüren koşulları hesaba katmadan ona hitap etmenin bir tarzını belirtmiştir. Eskiden Fransız solunda baskın olan Marksist gelenekte, “popülist”, hızla olumsuz bir anlamla yüklendi. Belki yeni olan, bu olumsuz anlamın özel sebeplerle yer değiştirme biçimi. Bir alaşım yaratmak. Sağ aşılmış bir geçmişe bağlanmayı mahkum eden Marksist yönelimi kendine mal ederek onu işçi hareketinin zaferlerine tatbik etti. Bu, 1980’li yıllardan beri sol tarafından da geniş ölçüde paylaşılan yeni bir ideolojinin kalbidir. Bu, akla yatkın tarihsel bir yol (hükümetlerimiz ve Avrupa kurumları tarafından tutulan yol) olduğu ve içine karman çorman biçimde ulusal cephe ile aşırı sol oluşumların koyulabileceği geçmişçi, gerici ve popülist bir rüyanın olduğu anlamına gelir. Halk fikrine belli bir tutarlılık, dayanıklılık vermek isteyen her hareket bugün popülist olarak görülebilir. Ve bu alaşım herkesin işine yarar. Örgütlü proletaryaya başvurmaya devam eden eski Marksistlerin, finans güçlerinin emrine amade sağın ve oligarşinin hizmetindeki solun. Popülizm sözcüğü, birbirinden çok farklı oldukları halde onlara kafa tutan herkesi aynı kefeye koymaya, aynı kampa atmaya olanak tanır. Bunun karşısında, radikal solun bir kısmında, popülizme Laclau’nun teorileri temelinde yeniden değer kazandırmak yönünde olumlu istek var…

Siz bu girişimlere şüpheci yaklaşıyorsunuz değil mi?

Pratikte bu, özerk hareketleri yenilenmiş parlamenter bir mantığın hizmetine sokmaya, hatta halkı cisimleştiren lider geleneğine götürmüştür: Brezilya’da Vargas, Arjantin’de Peron, Venezuela’da Chavez… Temsilin yeniden değerlendirilmesi, parlamenter mantığı, halkın sevdiği idareci ile birleştirmek istiyor.

"SAĞA OY VEREN İŞÇİLERE NEDEN BU KADAR KIZIYORSUNUZ?"

Nisan ayında, LCR’nin (Devrimci Komünist Ligi) eski yöneticisi Samuel Joshua sizin düşüncenize hasrettiği bir yazı kalem aldı. Orada özellikle, sizin fazlasıyla “iyimser” dünya görüşünüzün halkın kendi bağrında tahakküm ve baskı üretebileceğini reddettiğinizi anlatıyordu.

Yanlış. Bende aziz halk diye bir şey yoktur. Gerçekten insanlar, “halkın kökensel iyiliğini” savunduğumu ve bu sınıfta gerici işçiler ve Ulusal Cephe seçmenleri bulunabileceğini anlamaktan aciz olduğumu sanıyor. Fakat ben hep şunu söyledim ve tekrar söylüyorum: Bilmem hangi sosyolojik zorunluluk dolayısıyla sola oy vermeleri gerektiği bahanesini öne sürerek, sağa oy veren işçilere neden bu kadar kızıyorsunuz? Siyasi savaşçı olarak işçi, sosyolojik olarak işçi sınıfına mensup işçi değildir. Ben asla, neden popüler temelli, aşırı sağ, ırkçı, yabancı düşmanı hareketler olabildiğini anlamama mani olacak, kolektif gövdeye dair mistik bir şey geliştirmedim. Hatta bu, bana bu şekilde eleştiri yöneltenlere nazaran bana çok daha az sorun yaratmış bir olgu!

Öyleyse sizin sözlerinizi böyle eğip bükmeye devam edebilmelerini nasıl açıklıyorsunuz ?

Benim “iyi halk”tan yana olduğumu iddia etmek her zaman daha kolay… Fakat ben paysızların payından, isimsizlerden/anonimlerden, sayılmayanlardan bahsettiğimde, söz konusu olan biçareleri/yoksulları/garibanları ve terk edilmişleri belirtmek değildi. La Nuit des prolétaires (Proleterlerin Gecesi, 1981) üzerine çalıştığımda, Lille’in ünlü mağaralarındaki insanlar üzerine çalışmadım hayır, kendilerine işçi dedikleri halde kimliklerine nazaran bir kopuş gerçekleştiren insanlar üzerine çalıştım.

2010 yılında, “Irkçılık, yukarıdan bir tutku” metniyle ırkçılık konusundaki fikirlerinizi açıklarken, ondan bir “popüler tutku” gibi değil de bir “entelektüel yaratım”, kurumsal bir yabancı düşmanlığı olarak söz ediyorsunuz. Size hâlâ halkı akladığınız söylenmişti!

“Sosyolojik halk” diye adlandırılan şeyin içinde, size, yabancıları, Arapları ve Siyahları sevmediğini söyleyecek olanlar her zaman bulunabilir. Bu hep var olmuştur. Büyük dönemin komünist işçileri enternasyonalist proletaryadan yanaydı ama illa da göçmenleri sevmiyorlardı. Mesele bireysel davranışlar meselesi değil, kolektif simgesel inşa biçimleri meselesi. 1990’lı yıllardan beri, devletin faaliyetleri ve (sözde solcu) entelektüel sınıf kaynaklı ideolojik kampanyalar tarafından yürütülen bir yukarıdan ırkçılık biçimi kurulmuştur. Bilhassa laik ideolojinin yoldan çıkmasını kastediyorum. Bu yoğun hareketlilik yoluyla -Pasqua yasalarından [1] başörtüsü ve burka hakkındaki yasalara-, bir medeniyetler çatışmasının teşekkülüne şahit olduk. Bu halkın derinliklerinden değil devletten ve entelektüellerden geldi. Yakın zamanda göçmen avına yönelik büyük halk hareketleri görmedik. Münferit eylemler var ama yakın tarihin diğer dönemlerinde olduğundan daha fazla değil. Yeni olan, Siyahlara ve Mağribilere saldırmak için yetiştirilmiş aşırı sağcı milisler olması değil, entegre olması imkânsız bir nüfus imgesinin resmi olarak oluşturulması. İktidarın böyle kampanyalar yürütmesinin sebebinin, temel ırkçılığın önünü almak, derinlerden gelen ve korkunç itkilere kapılmış halkın baskın yapmasından kaçınmak olduğu durmadan tekrar ediliyor. Ama derinlerden gelen bu halk bu yeni ırkçılığı tesis edenler tarafından manipüle edilen bir argüman!

"DEVLET İKTİDAR MÜPTELALARI TARAFINDAN İDARE EDİLİYOR"

.

Didier Eribon, Retour à Reims adlı kitabında, aile ortamındaki, yani halk arasındaki ırkçılıktan söz ediyor. Kura çekiminden bahsediyor -size yabancı olmayan bir konu- ve ailesinin iktidara gelmesini istemediğini, zira yönetmek için gerekli yeterliliklere sahip olmadıklarını anlatıyor. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?

Ortak meselelerin idaresine katılmak için gerekli yeterliliklere sahip olmayan insanların buna karşın ortak meseleleri iyi idare edecek kişileri seçmek için bu yeterliğe sahip olabileceğinin nasıl gerekçelendirilebildiğini pek anlayamıyorum. Bu bana temel bir çelişki olarak görünüyor. Kura çekimi fikrinde, (kesinlikle solcu bir adam olmayan) Platon’a kadar uzanan şu çok kuvvetli düşünce var: Hükümetlerin en kötüsü, yönetmek/hükmetmek isteyen insanların yönetimidir/hükümetidir. Benim temel fikrim şu ki kuraya dayalı bir temsilin neden mevcut koşullardaki temsilden daha kötü olduğunun açıklaması yok. Bir kere, kuraya dayalı temsil yönetmek isteyen insanları eler. İkincisi kayırmacılığı ortadan kaldırır. Üçüncü olarak, bizatihi seçim ilişkisine bağlı karanlık duyguların gelişmesini bertaraf eder. Pek tabii her zaman şunu söylemek mümkündür: “Ailemin, kapıcımın ya da itfaiyecimin devleti yönettiğini görmüyorum.” Bu söylenebilir. Ama neden bu görev için bilhassa idarecilik okulu mezunlarını ya da iş avukatlığı üyelerini görüyoruz? Devletin, gayet belirli özel çıkarların temsilcileri tarafından yönetilmesi gerekmiyor mu? İktidar hastaları tarafından? Zira bugün karşımızda bulduğumuz kombinasyon bu: Devlet iktidar müptelaları ve mali çıkarların temsilcileri tarafından idare ediliyor. Argüman hep şu: “Onlar hangi kapıyı çalacaklarını bilirler, nasıl para alınacağını bilirler, Brüksel’deki dostlarıyla nasıl baş edeceklerini bilirler.” Tamam. Ama ya başka bir şey, çok basitçe, başka bir şey tahayyül etmek isteniyorsa. Kısa ve yenilenemez vekalet mantığıyla kısmen kurayla seçilmiş bir Meclisin, iktidar müptelalarını, yerel ileri gelenleri ve mali çıkarların temsilcilerini temsil eden bir Meclisten daha kötü olacağını düşünmek için sebep yok. Kurumlar meselesi radikal denen sol tarafından tamamen bir kenara bırakılmıştır. Biçimsel demokrasinin görünüşlerinin ekonomik tahakkümün derin gerçekliğini gizlediğini söyleyen eski Marksist ilke adına, bu sol, kamusal yaşamın dönüştürülmesi konusundaki her öneriyi bırakmıştır. Zaten açık ki halkın iktidarı meselesini tek başına çözüme bağlayacak tek çözüm olarak kurayı sunanlar, bu iktidarın öncelikle mücadelenin etkin dinamiği tarafından üretilen bir karşı-iktidar olduğunu unutuyor. Bu karşı-iktidarın, yeni biçimlerin anlam ve güç kazanması için var olması gerekir.

Moments Politiques başlıklı kitabınızda, tekrar “komünizm” kavramına ve onunla yapılması mümkün ve düşünülebilir şeylere geri dönüyorsunuz. Yapıtlarınızda anarşist gelenek hakkında çalıştınız ama sanki bu yazılarla komünist sesi benimsediniz.

Atıf yaptığınız metin komünizm temalı bir kolokyumda sunuldu. Eğer biri beni anarşizm üzerine bir kolokyuma davet ederse katılırım -ama anarşizm üzerine büyük bir kolokyum düzenlemek için gerekli fonları ve lojistiği sağlamak bir komünizm kolokyumu yapmaktan daha zor (gülüşmeler). Demokratik imleyene dair kuvvetli anlamda anarşik bir tanım önerdim: İktidarı icra etmeye yetkili ve meşru bir güç yoktur. Demokrasi, esasında, anarşik imleyenin geri çağrılmasından başka bir şey değildir. Dahası anarşist gelenek ve devrimci sendikacılık üzerine çok çalıştım: Komünist fikir, eğer herhangi birinin iktidarı fikriyse bir anlama sahiptir -ve bu anarşisttir. Liberter hareketin ve çok güçlü birçok mirasın büyük bir tarihsel kuvveti vardır. Ama şunu söylemek gerekir ki anarşizm, tarihsel olarak, çoğu kez doktriner küçük bir hizibin kurulması anlamına gelmiştir. Anarşizmde de komünizmde de doktrincilik ve siyasi uzlaşma bulunur. Araştırmalarımda, belli sayıda liberter sendikacının Vichy’nin hizmetine girdiğini, böylece de üzerileri çizilen komünistlerin yerini aldığını tespit edebildim. Anarşizmi, sık sık kendi ağırlığıyla kösteklenen ilke ve ideoloji olarak ayırt ediyorum. Derinden anarşist bir hassasiyetim var ama bunu küçük anarşist gruplardan ayırıyorum. Ve bu ilkeyi bugün sürdürülen karışıklıktan ayrı tutmak istiyorum: “Anarşist” diye, kara bayrağı olsun olmasın, gösterilerin sonunda para çekme makinelerini kıran insanlara diyorlar… Anarşizm öncelikle özerkliktir. Bunlar, üretim ve tüketim kooperatifleri, baskın mantıklara nazaran özerk bilgi ve enformasyon aktarımı biçimleridir. Hükümet alanından bağımsızlıktır.

[1] Jacques Chirac ve Édouard Balladur hükümetlerinde içişleri bakanlığı yapan Charles Pasqua’nın 1986’da çıkardığı kanun “göçmen”, “işçi” kimlikleri öne çıkararak, insan hareketliliğini sınırlayan belli kurallar getirdi, Fransa’ya yerleşen göçmenleri de kendi ülkelerine geri dönmeye teşvik eden düzenlemeler ortaya koydu. Sarkozy yönetimine kadar bu son derece “ihtiyatlı” göçmen politikası 2005 ve 2007 yıllarında kendisini “seçici göçmenlik” adı altında yeniden tanımladı. “Pasqua Yasaları, Fransız göç politikasına ilişkin en kısıtlayıcı düzenlemeler arasında gösterilebilir. Söz konusu yasa ile “sıfır göç politikası” yasal olarak düzenlenmiş ve Fransa göç politikasının yeni yönü belirginleşmeye başlamıştır. Yapılan düzenleme ile yabancı üniversite mezunlarının Fransız işverenlerden iş kabul etmeleri yasaklanmakta, aile birleşimi için gereken bir yılık bekleme süresi iki yıla çıkarılmakta ve evlilik öncesinde ülkede yasa dışı olarak yaşayan yabancıların oturma iznini hak edemeyecekleri kabul edilmektedir. Bunun yanı sıra, düzenlemeler ile polis memurlarına herhangi bir şüpheli davranışa gerek olmaksızın kimlik kontrolü yapma hakkı verilmekte ve yabancı ailelerden doğan çocukların vatandaşlık kazanmasına ilişkin mevcut sistem değiştirilerek söz konusu çocukların 16 yaşına geldiğinde Fransız olma yönünde irade ortaya koymaları gerekliliği getirilmektedir. Pasqua Yasaları ile ayrıca yerel yetkililere şüpheli gördükleri evlilikleri iptal etme yetkisi tanınmakta, Fransa’dan sınır dışı edilen bir kimsenin bir yıl boyunca Fransa topraklarına girmesi yasaklanmakta ve yasa dışı göçmenlerin zorunlu eğitim ve acil sağlık hizmetleri dışında kalan, geçim yardımları gibi kamu imkânlarından faydalanma hakları kaldırılmaktadır.” Kaynak: http://www.ikg.gov.tr/wp-content/uploads/pdf/MuratKarasahin.pdf

EK

Jacques Ranciere’in 4 Ağustos 2009’da Philosophie Magazine’e verdiği mülakattan bir parça

Ranciere polis (la police) ile politika (la politique) arasında ayrım yapar; polis iktidar ilişkilerinin oldukları halleriyle muhafazasıdır, yani hakim olanların ilişkisidir, oysa politika ancak “paysızların payı”yla, karar verme ve yönetme konusunda hiçbir yeterliği olmayanların görünürlüğüyle başlar.

Politika nedir? Ve onu, sizin "polis" diye adlandırdığınız şu geçici kategoriden ayıran nedir?

“Polis” toplumun, mekânlara, işlevlere, yeterliklere ve iyice tanımlanmış olma tarzlarına tekabül eden, parçalara bölünebilir bir bütün olarak örgütlenmesidir. Bu, bu dengenin, bunu yapmaya “ehliyetli” olanlar tarafından idaresi olarak hükümet anlayışıdır. Eskiden toplumun din adamları, savaşçılar ve işçiler halinde üçe bölünmesi olabilmişti bu. Ama aynı zamanda, falanca fikri hangi toplumsal grubun ya da yaş sınıfının paylaştığını bize söyleyen modern kamuoyu yoklamasıdır. Bizim toplumlarımızda bu, bireylerin uyuşmasından ziyade olasının verilerini sabitlemenin usulü olan bir mutabakat (konsensüs) biçimi alır. Mutabakat, toplumun tüm parçalarının, topluma sorun çıkaran tüm meselelerin nesnelleştirilebileceğini ve onların uzmanlara tabi sorunlara indirgenip sonra da kurulmuş partnerler arasında görüşülebileceğini varsayar. Politika ise, tersine, bizzat verilerin ihtilaflı olduğunu, ortaklığın daima grupların ve toplumsal çıkarların her türlü koleksiyonuna, derlemine göre fazlalık oluşturduğunu ve hiçbir grubun yönetme ehliyetini elinde tutmadığını koyar. Politika kendini paysızların payıyla özdeşleştirir, bu dışlanmışların payı değil, her kim olursa olsun onun eşit kapasitesi anlamına gelir.

Politik özne kimdir?

Bir politik özne toplumun bir parçası ya da bir iktidar aygıtı değildir. Paysızların payının temsilcisidir, tanınmış partnerlerin ve kurumların ötesinde politik alanın açıklığının bir işlemcisidir. Sözgelimi “işçi hareketi” işçi menfaatlerinin temsilcisi değildi, iş dünyasına mensubiyetleri nedeniyle yurttaşlıklarını icra etmekten men edilen herkesin kapasitesinin olumlanmasıydı. Şunu da ekleyelim ki bir politik özne sabit bir kendilik (entité) değildir. O ancak eylemleriyle, verilerin oluşturduğu manzarayı değiştirme, görülmeyeni gösterme, duyulmayanı duyurma kapasitesiyle vardır. O, ortak meselelerle meşgul olacak herhangi birinin kapasitesinin etkin, fiili dışa vurumu olarak vardır.

Demokrasi hangi bakımdan bir skandaldır?

Demokratik skandal daha Platon’da hissedilir durumdadır. İyi aileden gelen bir Atinalı için, herhangi birinin yönetme kapasitesi gibi bir fikir kabul edilemezdir. Ama demokrasi aynı zamanda teorik bir skandal olarak ortaya çıkar. Tesadüfün yönetimidir, hükümetin icrasını ayakta tutan tüm meşruiyetin olumsuzlanmasıdır. İktidarın meşruluğunun bulunmaması şeklindeki bu skandalı sosyolojik bir kipe taşıyarak, demokrasiyi, herkesin istediğini yaptığı, çocukların ailelerine hükmettiği, öğrencilerin hocalarına ders verdiği, hayvanların yolları işgal ettiği vs. devasa bir kerhane olarak temsil eder. Bugün tüketimci bireycilik hakkında duyduğumuz bütün gevezelikler, demokrasinin ilk eleştirisinin büründüğü çağdaş kisveden başka bir şey değil.

Bu demokrasi nefreti neden tam da bugün geri dönüyor?

Sovyetçiliğin sonu tayin edici oldu. Totaliter düşmanın kimliği belirlenebildiği sürece, anayasal bir sistemin, serbest piyasanın ve bireysel özgürlüğün değerlerinin birliği olarak demokrasiye dair mutabakata dayalı bir vizyonu beslemek mümkün olmuştur. Devlet ve finans oligarşileri kendi iktidarlarını bu birliğin idaresi ile özdeşleştirebilmişlerdir. Sovyetlerin çöküşünden sonra, küreselleşmiş oligarşik iktidarın talepleri ile herhangi birinin iktidarı fikri arasındaki fark, mesafe hızla ortaya çıktı. Ama aynı zamanda, işsiz Marksist eleştiri demokrasi eleştirisinde tekrar dolaşıma girdi. Marksizm menşeili yazarlar meta, tüketim ve gösteri toplumu eleştirisini, doyumsuz tüketici olarak demokratik bireyin eleştirisine dönüştürdüler. Daha önceleri kapitalist tahakkümün mantığı olarak algılanan şey, bireylerin kötülüğü haline geldi ve uç noktada, demokratik bireyin totalitarizmin müsebbibi olduğu ilan edildi. Jean-Claude Milner soykırımı demokrasinin neticesi, Alain Finkielkraut, kenar mahallelerdeki isyanları tüketimci barbarlığın dışavurumu diye açıklıyordu.

Politika ile estetik arasında nasıl bir bağlantı kurulabilir?

Estetik bir disiplin değil, Fransız devrimi döneminde doğan ve kendi usulünce hiyerarşik düzeni yeniden tartışma konusu yapan sanata dair bir düşünme tarzıdır. Bu öncelikle eserlerin varış noktasıyla ilgilidir. Eserler daha önce dini inancı tasvir etmeye, monarkların önemli zamanlarını kutlamaya veya aristokratik konutları dekore etmeye yönelikti.

Sanat işleri artık belirsiz bir alıcıya, muhataba ait. Bir müzedeki resimler geçen herhangi bir kişinin bakışlarına sunuyorlar kendilerini. Sanatların statüsündeki bu değişim etrafında estetik deneyimin özgüllüğü üzerine bir düşünüm gelişir. Kant’ta bu, anlayış yetisinin kendini duyarlığa dayattığı bilginin hiyerarşik yapısından kopar. Schiller bundan, duyusal yaşamın biçimlerinde bir devrim fikrini çıkarır. Estetik eşitlik aynı zamanda konuların ve türlerin hiyerarşisinin yıkılmasıdır. 19'uncu yüzyılda romanın zaferi estetik demokrasinin zaferidir. Roman, öznesi herhangi bir kişi olan yazma sanatıdır. Eşitlikçi duyulur yeni bir dünyanın yaratılmasına katkıda bulunan estetik bir özgürlük ve eşitlik vardır. Ama bu eşitlik yine de politik savaşçıların eşitliği ile aynı değildir.

(Çeviren: Murat Erşen)

Bu söyleşi Ballast dergisinin 3'üncü sayısında yayınlanmıştır ve 04 Mayıs 2017’de Ballast tarafından internette Philosophie, Politique’de paylaşılmıştır.

“Her hakkı mahfuzdur. İzin alınmadan basılamaz, yazılı ve elektronik ortamda kopyalanamaz, çoğaltılamaz.”