Javier Cercas külliyatına nitelikli bir katkı: Işığın Hızı

‘Işığın Hızı’, Gökhan Aksay’ın çevirisiyle Everest Yayınları tarafından yayımlandı. Işığın Hızı’nda iki meseleye odaklanıyor Javier Cercas. Bunlardan ilki anlatıcının -genç Cercas’ın ta kendisinin!- yazar olma serüveni. İkincisi ise üniversitede görev yaptığı yıllarda tanıştığı arkadaşı Rodney’in gizemli hayat hikâyesi…

Abone ol

Javier Cercas, bugünlerde adını en çok duyduğumuz yazarlardan. ‘Kiracı’, ‘Saplantı’, ‘Sınırın Yasaları’ ve ‘Salamina Askerleri’yle Türkiye’de belirli bir okur kitlesi oluşan yazarın -özellikle ‘Sahtekâr’ın Türkçeye kazandırılmasından sonra- farklı çevrelerden de ilgi gördüğü aşikâr. Bunun sebebinin Cercas’ın deneyimlerini aktarırken tercih ettiği yöntemin okurda kolaylıkla karşılık bulması olduğu kanaatindeyim. İyi bir hikâye anlatıcısı o. Gerçeği kurgularken kaydettiği bütün aşamaları okuruyla paylaşıyor, otobiyografik unsurları anlatısına ustalıkla yerleştiriyor, metinlerindeki ‘merak ögesini’ her zaman önemsiyor ve canlı tutuyor. Bu noktada Cercas külliyatının tamamlanması için büyük emek veren Gökhan Aksay’ın özenli, akıcı ve tertemiz çevirilerini ayrıca vurgulamak gerek. Aksay, ‘Işığın Hızı’nın başında yer alan notunda (“Javier Cercas Metinlerine Gönül Veren Birinin Notu”) şöyle diyor:

“Türkçeleştirirken, Javier Cercas’ın, kendini ifade etme anlamın­da yazarlık kurumunu bütünüyle reddeden, kendisinden kaçıp kurtulmak, olduğundan başka birisi olmak için yazdığını, belli bir ben konumuna yerleştirilemeyecek kadar ‘çehresiz’ biri olarak yazmaya özen gösterdiğini dile getiren Foucault’nun izinden gi­derek uğradığı -arkasından kim bilir başka hangi diyarlara yelken açacağı- bir liman gibi hissettim Işığın Hızı’nı.”

YAZAR, BAŞKA BİR ŞEY OLAMAYANDIR

Bir yazar olma hayaliyle yaşayan anlatıcı ile Rodney Falk’un kesişen yolları tayin ediyor ‘Işığın Hızı’nın kaderini. Kitabın giriş cümleleri hem anlatıcı hakkındaki ilk izlenimlerimizi oluşturması bakımından hem de aslında hikâyenin gidişatına işaret eden yapısıyla oldukça mühim. ‘Yalancı bir hayat’ sürdüğünü söylüyor anlatıcı, ‘sahici olanından daha gerçek olsa da’ gözlerden uzak bir hayat. Bu cümleleri kitabın son bölümünde de yineleyecek, fakat hikâyedeki tüm boşluklar dolduktan sonra. Cercas, okurunu, şimdiden geçmişe doğru bir yolculuğa çıkarıyor. Henüz yazar olmadığı, İspanya’dan Amerika’ya uzanan günlere götürüyor.

Rodney Falk, anlatıcının hayatına bir Orta Amerika şehri olan Urbana’ya asistanlık bursu vasıtasıyla gitmesi üzerine dahil oluyor. Bahsi geçen üniversite, yazar Cercas’ın iki sene görev yaptığı Illi­nois Üniversitesi. Burada aynı odayı paylaşmaları ve gerçekleştirdikleri edebiyat sohbetleri, bu ikilinin yakınlık kurmasını sağlayan unsurlar. Bu sohbetler sırasında birçok yazara ve birçok esere gönderme yapıyor Cercas. Özellikle Rodney’in fikirlerini aktarıyor. Aslında onu yazarlar ve kitaplar hakkındaki cümleleriyle tanıyoruz demek mümkün, biraz da ‘ukala’ olarak değerlendirilebilecek tavrıyla. Cercas’ın Falk hakkındaki izlenimlerine baktığımızda ise; üniversitede neredeyse yapayalnız olduğunu, bir gözünde bantla dolaşmasının ona gizemli bir hava verdiğini, bulunduğu ortamlarda aykırı davranışlarının olduğunu ve bazı hareketlerinin de tedirgin edici bir tesir bıraktığını görüyoruz.

Ayrıca anlatıcının Urbana’ya yerleşmesinin sebebi de dikkat çekici: Hayalini kurduğu yazarlığı yapamaması, çünkü bu şekilde geçinmesinin mümkün olmaması. İspanya’da ‘berbat bir daire’yi paylaştığı, ressam olmayı arzulayan arkadaşı Marcos için de geçerli bu durum. Sanatın en azından yolun başındayken karın doyurmadığına, sanatçı olma yolunda çekilen sancılara işaret etmiş Cercas.

Rodney ve anlatıcı arasındaki en ilgi çekici diyalogların, yazarlık üzerine fikirlerinin tam anlamıyla ‘çarpıştığı’ diyaloglar olduğunu söyleyebilirim. Bu bölümlerde Rodney bir öğretmen, Cercas ise bir öğrenci edasında. Yazar kimdir, ne anlatır ve nasıl anlatmalıdır gibi soruların cevaplarının arandığı sayfalarda, anlatıcının bir roman üzerinde çalıştığını öğreniyoruz. İkilinin sohbetlerini yazarlar ve kitaplardan doğrudan ‘yazarlık’ ve ‘kurmaca’ya yönlendiren de bu oluyor. Rodney, hikâyelerin varlığına değil, anlatıcıların varlığına inanıyor. Anlatıcı, gerçek edebiyatın yazarın kimliğini gizlediğini düşünüyor; Rodney ise yazarın kendinden fazlaca söz etmesinin kendini gizlemenin en iyi yolu olduğunu. “Bir romanda anlatılmayan şey, anlatılandan her zaman daha önemlidir.” (s. 55) diyen Rodney, anlatıcının anlattıklarıyla (yazdıklarıyla) değil, anlatmadıklarıyla (yazmadıklarıyla) ilgileniyor. Böylece edebiyatın sükuta dayanan yönünü de işaret ediyor. Bu tartışmaların yer aldığı sayfalar, okurların zihnine kazınacak cümleler barındırması bakımından oldukça zengin.

Yazdıklarınız hakkındaki ilk değerlendirmenin şöyle bir kelimeden ibaret olduğunu düşünün: “İğrenç.” İşte böyle bir tepki veriyor Rodney, anlatıcının yazdıklarını okuduktan sonra. Yazarlığın ‘lanet bir iş’ olduğunu da ekliyor. İlerleyen satırlarda, neye uğradığını şaşıran, belki de Rodney’in ukala tavırlarından çoktan bıkmış olan anlatıcının bir yanıyla onu oldukça önemsediğini hissediyoruz. Tansiyonun yükseldiği kısımda Rodney’in dilinden dökülen bir cümle, oldukça dikkat çekici: “Bilmiyo­rum, belki de yalnızca başka bir şey olamayanların yazar olması gerekiyor.” (s. 58)

Rodney’in bahsettiği lanet, yazarın ‘gördükleriyle’ ilişkili. Sıradan bir insanın yalnızca bakmakla yetindiği şeyleri görmekten söz ediyorum. Yazar, sorunları çözen değil, onları daha da karmaşık hâle getiren; kimsenin görmeyi beceremediklerini gören, özellikle kimsenin görmek istemediklerini görülebilene çevirendir. Bu nedenle yaptığı iş, lanetli ve sevimsiz bir iştir. Öte yandan, Rodney’in, yazarlığa hevesli ‘genç Cercas’ı uyardığını da görüyoruz. Özellikle ‘şöhret’ ve ‘başarının laneti’ hususlarında. Hatta bir Oscar Wilde alıntısı da yerleştirmiş Cercas metnine: “Hayatta iki trajedi vardır. Biri, arzu ettiğin şeyi başaramamak; diğeri ise onu başarmak.” Anlatıcı bu sözü duyduğunda, tam o anda, bunu yeterince özümseyemez. Fakat zamanla gerçekten düşecektir başarının ağına. Onun getirdikleriyle dönüşecek, götürdükleriyle ise bambaşka bir insan olacaktır. ‘Işığın Hızı’nın en ilgi çekici niteliklerinden biri de bu: İnsanın başarıyla sınavı.

Kitabın adının da ‘yazmak’la bağlantılı olduğunu belirtmek gerek. ‘Işığın hızı’ ile tanımlanan, yazma eyleminin ta kendisi... Cercas, insanın ışığın hızına erişebilirse yahut ışıktan daha hızlı yol almayı başarabilirse geleceği gördüğünü hissedeceğini vurgulamış. Bu vurguyu hem anlatıcı hem de Rodney üzerinden gerçekleştirmiş. En sonunda, anlatıcının ışığın hızına ‘yazarak’ yaklaştığını anlıyoruz. Ayrıca ‘hız’ kelimesi, kitapta bir ‘leitmotiv’e dönüşecek kadar fazla kullanılmakta. Özellikle anlatıcının şöhrete kavuştuğu dönemin anlatıldığı bölümlerde ‘hız’ kitaba her anlamda sızıyor ve bu bölümler anlatıya farklı bir ivme kazandırıyor.

VİETNAM: GERÇEĞİN SAHTELİĞİ VE ÖLÜME HÜKMEDENLER

Rodney’in gizemli geçmişinin açığa çıkmasıyla anlatıya bambaşka ve evrensel bir mesele dahil oluyor: Savaşmak ve öldürmek. Cercas, Vietnam Savaşı üzerinden insanın ölüme nasıl hükmettiğine ve bunu yaparak kendini bir Tanrı gibi hissettiğine odaklanmış. Aslında kitabın ilk bölümünde Rodney’in Zippo’sunu anlatıcıya uzattığı sahnede bir ipucu yer alıyor. Bu Zippo’da büyük harflerle kazınmış Vietnam kelimesi göze çarpıyor. Öte yandan Rodney’e miras kalan göz bandı da bir ipucu olarak değerlendirilebilir.

Vietnam ve orada yaşananlar, herkese ve her şeye ‘yabancı’ gibi yaşayan bir insanın, Rodney’in babasına yazdığı mektuplar aracılığıyla aydınlanıyor. Bu mektupların anlatıcının eline geçmesi ise bir tesadüfe bağlı değil. Rodney’in bir anda ortadan yok olmasının üzerine onun ‘baba evi’ne gidiyor anlatıcı ve zaman içinde bu babadan gelen bir telefon sonucunda gerçekleştirdiği ikinci ziyarette teslim ediliyor mektuplar kendisine. Bu mektuplar savaşa katılan Rodney ve kardeşi Bob’un babalarına gönderdiği haberlerden ibaret. Cercas’la birlikte önceleri Rodney’in bir savaş karşıtı olduğunu, sonra ani bir kararla savaşa katıldığını, kardeşi Bob’un hayatını kaybettiğini öğreniyoruz. Mektupların en mühim yanı ise Rodney’in geçirdiği değişimi yansıtması ve aslında ‘gerçek’ zannedilen şeylerin bir illüzyondan ibaret olduğunu apaçık ortaya koyması.

Rodney’in tasvir ettiği tabloyu şu şekilde özetlemek mümkün: Ortada bir savaş yok. Düşman yok. ‘Kahramanlık’ söz konusu değil. Amaç da yok. Savaşlar kazanmak için yapılır, fakat bu savaş yalnızca öldürmek için yapılıyor. Bütün askerler bu durumun farkında. Kimse sorgulamıyor, anlamaya çalışmıyor. Yalnızca öldürüyor. Kimsenin gerçek olanı dile getirmeye cesareti de yok, niyeti de. Ne kadar öldürürsen o kadar kârlısın. Niye öldürdüğün hakkında ise ufacık bir fikrin yok. Fakat her ölümde, ölen sen olmadığın için mutlusun. Hepsi bu.

Cercas, Rodney’in fikirlerinin büsbütün değiştiğini, ‘öldürmeyi’ bir hak olarak gördüğünü, hatta öldürürken nihayet önemli bir şey yapıyor hissine kapıldığını anlattığı kısımda da ‘hız’a vurgu yapmış:

“...olabildiğince büyümek, yayılmak, uzamak için, o öldüren insanların yüzünde gördüğüm vecde gelene, kutsanmış olana özgü ifadeyi yakalaması için, kendini derinlemesine tanıması ve savaşın imkân tanıdığı ölçüde uzağa gidebilmesi için, herkesin öldürme hakkına sahip olması gerektiğini düşünüyorum, ve savaş çok öteye, çok hızlı gitme olanağı verir, daha da öteye, daha da hızlı, daha hızlı, daha hızlı, daha hızlı, öyle bir an gelir ki her şey ansızın hızlanır, bir aydınlanma olur, yüksekliğin verdiği baş dönmesi, bilinç kaybı, yakıcı bir kesinlikle, eğer ışıktan daha hızlı yol almayı başarabilir­sen geleceği göreceğini hissedersin. Keşfettiğim şey işte bu.” (s. 103)

‘SAHİCİ OLANINDAN DAHA GERÇEK BİR ROMAN’

Anlatıcının ünlü bir yazar olduktan sonra altüst olan hayatı ve Rodney’in intiharı... İşte bu ikisi, yeni bir kitabın doğuşunu hazırlayan unsurlar. Rodney’in hikâyesini yazmak isteyen fakat bunu hikâyenin karanlık kalan kısımlarını aydınlatmadan başaramayacağına inanan anlatıcı, Rodney’in temelli gidişiyle ‘sahici olanından daha gerçek bir roman’ yazarak bir ‘borç’ ödemeye karar veriyor. ‘Sahici olanından daha gerçek olsa da’ aslında bir yalandan ibaret olan (kendi) hayatına benzeyecektir bu roman.

Rodney ve anlatıcı arasındaki bağı ve benzerliği en derinden hissettiğimiz ân, anlatıcıyı Rodney’in evinde gördüğümüz ân. Bir yapbozun eksik parçası yerine oturuyor sanki bu sahnede. Anlatıcı hayatta, fakat eşini ve çocuğunu kaybetmiş. Rodney artık yok, fakat eşi ve çocuğu hayatta. Anlatıcı bir tür ‘yerine koyma’ hissine kapılsa da bunun hiçbir zaman gerçekleşemeyeceğini anladıktan sonra yapabileceği en iyi şeye, yazmaya dönüyor. Ve biz okurlar da ortada henüz somut bir kitap olmasa da Rodney’in hikâyesinin yaşatılacağını anlıyoruz. Elbette Cercas tarafından, ‘Işığın Hızı’nda...

‘Işığın Hızı’, Cercas külliyatının bir parçası, çeviri edebiyata nitelikli bir katkı. Anlatım tarzıyla, odaklandığı meselelerle, özellikle gerçeklik ve sahtelik arasındaki bağa yaptığı vurguyla tam bir Javier Cercas eseri. Bir kitabı yazarının sesiyle okumanın hem bir avantaj hem de korkunç bir dezavantaj yaratma olasılığı varken yazar-metin-okur arasındaki dengeyi ustalıkla kuruyor Cercas. Kaleminin özgünlüğünü bir kez daha ortaya koyuyor. Tam da bu nedenle ‘Işığın Hızı’nın okurunu bulacağı aşikâr.