Jînda Zekioğlu: Barış en çok kime soruluyorsa ‘büyüklük’ de ondan bekleniyor

Jînda Zekioğlu’nun, Şırnaklı bir ailenin üç kuşağından kadınların anlattıklarına ve Kürtlerin başından geçen olaylara odaklanan kitabı “Derve” Dipnot Kitap tarafından okurla buluştu. “Bu kadınları dinlemek beni başta ailemle, kimliklerimle, inançlarımla, öfkelerimle, kalabalığımla barıştırdı” diyen Zekioğlu ile çalışmasını, seçtiği aileyi ve barış meselesini konuştuk.

Abone ol

DUVAR - Aynı aileden yedi kadının yaşamına odaklanan, Kürtlerin –özellikle son 40 yılda- başından geçen olaylara, tanıkların ağzından yer vererek aktaran Derve, gazeteci ve yazar Jînda Zekioğlu’nun kitabı. Dipnot Kitap’tan çıkan çalışma, bir ailenin Kürt coğrafyasının tamamına uzanan sert hikâyesini, anlatı türünde okura sunmayı amaçlıyor.

Aksu Bora’nın önsözünü kaleme aldığı kitap, Jînda Zekioğlu’nun çarpıcı gözlem gücüyle aktarılırken, hafıza ve bellek gibi mefhumları da tartışmaya açıyor. Zekioğlu’yla kitabını, neden bu aileyi seçtiğini ve barış meselesini konuştuk.

Jînda Zekioğlu

Kitabın isminden başlayalım önce. Ne demektir Derve? Kürtlerin odağında olduğu bu çalışmada, bu kelimeyi tercih etmenizin sebebi nedir?

Derve, Kürtçe’de dışarı/dışarısı ya da hariç anlamlarına gelen, kelime kökünde ise kapıda /kapı kenarı imgelerini vurgulayan bir anlam taşıyor. Kitabın içinde Derve isimli bir bölüm var. Bu bölümde Derve’nin diğer anlamlarıyla da tanışıyoruz. Mesela, katılım yapan gençlere “Dışarıya gitti” deniyor. Ruken bu bölümde ‘dışarının da dışarısı’nı anlatıyor.

Sürgün dolayısıyla dışarıya itilme deneyimi; mülteci kamplarındaki yaşamla yani dışarı ile bağlantının kopması ile perçinleniyor. Kuş bakışı izlediğimizde; Türkiye’den devlet şiddeti ile Irak’a, Irak’tan Saddam’ın bombalarından kaçarak İran’a, oradan ‘içerisi’ sanılarak Federal Kürdistan’a ve Brakuji çatışmalarıyla yeniden Etruş, Ninova, Nehdare, Maxmur gibi kamplara bir göç yolculuğu okuyoruz. Kimi zaman bedenen kimi zaman manen dışarıda bırakılan ya da itilen bir duygu ile karşılaşıyoruz. Ruken bunu “Meğer dışarıdaki bizmişiz, o mülteci kampıymış” diyerek açıklıyor.

Mesela Meryem ya da Gule’nin anlatımlarında; Şırnak’tan Diyarbakır’a zorunlu göçü ve büyükşehre tutun-ama-ma deneyimleriyle karşılaşıyoruz. Kendi kapıları dışında her yerin dışarısı olduğunu ve her yerde dışarıdakilerden olduklarını hissetmeleri, Kürtçe sohbetler esnasında ‘derve’yi bilinçli ya da bilinçsiz kullanmaları –ki dil zihnin aynasıdır- ve bunu tarif etmeleri bir etken bu ismi seçmemde. Kürtlerin bugün ülkeler arasında parsellenmiş kimlikleri de biraz bunu hissettiriyor sanırım. Kendisine benzetebildiği kadar onu kabullenen, benzetemediği yerde dışarıyı, kapıyı işaret eden benzer devlet edimleri.

‘EDEBİYAT YAPMAM DEVLETİN SORUMLULUKTAN YIRTMASINA MÜSAADE ETMEK OLURDU’

Kitabınız biçimsel olarak bakıldığında anlatı türüyle okura sunulsa da, yer yer roman, yer yer de “uzaklara” yazılmış mektuplar hissi uyandırıyor. Anlatıcının değişmesi, yaşanan elim hadiseleri bir başkasının ağzından dinlememiz belgesel formunu da hatırlatıyor. Ek olarak, kadınların odakta olduğu bir sosyolojik çalışma izlenimi de veriyor. Siz, biçimsel olarak kitabınızı nasıl tanımlıyorsunuz?

Haber yapmak üzere gittiğim bir şehirde, henüz yeni tanıştığım bir kadının, bir dayanışma talebiyle “Beni dinle yeter” demesi ve dinliyor olma hali başlangıçta karşılıklı olarak yeterliydi esasında. Gazeteci kadınlar bu dediğimi iyi anlayacaktır, bazen birbirinin terapisti, bazen dermanı olursun. Ancak daha en baştan yazılması talebi üzerine dinlemeye koyuldum. Bu dinlediklerimin yazılması ve tarihe bırakılma arzusu sanırım biraz kendi hayatından geçip, gelecek nesle dair sorumluluk taşıma duygusundan kaynaklanıyor. Kürt kadınların da bu bağlamda sorumluluk duygusu oldukça yüksek. Dolayısıyla bu talebe hayır demek gibi bir seçeneğim yoktu, sebebim de yoktu zaten. Ne dinleyeceğimi de bilmiyordum ama jenerikten de korkuyordum. Açıkçası bu kadar engebeli bir yolculuk beklemiyordum. Kitabın başlangıcında “Yaz dedirten duygunun merakı” başlıklı bir bölüm var. Yazmaya karar verme sürecinde bu kişisel duygumu anlatıyorum ki, Aksu Bora’nın da önsözde dile getirdiği gibi duygularını ‘emanet ettikleri’ yere dair okuyucunun bir fikri olsun.

Nasıl yazacağım kısmı biraz kafa karıştırıcıydı. Roman düşündüm ama edebiyatçı değildim. Daha doğrusu böyle bir güdü de yoktu içimde. Yine de denedim. Anlatıcıyı kategorize ettim, kurgular yarattım. Ama bu beni yazmaktan uzaklaştırdı. Ayrı ayrı kadın öyküleri şeklinde yazmayı denedim. Doğru olmazdı. Çünkü birbirileri ile kurdukları ilişki önemli düğümlere sahip. Koparamazdım. Sonrasında tecrübeli bir gazeteci büyüğüm bana “Gazeteci olduğunu unutma” dedi. Bu şöyle anlamlandı bende; bir roman ya da öykü olarak yazdığım her gerçek romantize edilerek gerçekdışı olarak kodlanabilirdi. Zeliha’nın yaşadığı ve okuduğunuzda “Bu kadarı da olmaz ama” dedirten o hayat, sadece romanlarda/filmlerde olabilirdi çünkü. Ve bu nedenle de devlet daha az sorumlu kabul edilirdi. ‘Edebiyat yapmam’ amiyane tabirle devletin bu sorumluluktan yırtmasına müsaade etmek olurdu. Bendeki de tipik gazeteci aklı aslında, gerçekliği vurgulama arzusu. Çok keyifli bir tartışma zemini kuruyor sözlü tarih edebiyatı üzerine.

Bu hikayenin harika bir romanı yazılabilirdi ve kaygılarım manasızlaşırdı. Ancak bu benim için zorlama, ısmarlama olurdu. Aynısı akademik bir hassasiyetle yazılmış, sosyolojik bir bakışla çözümlenmiş sözlü tarih çalışması için de geçerli. Gazeteciliği devam ettirebilmemizin yeni yolu kitaba dönüştürürken de aynı hassasiyetleri barındırabilmemizden geçiyor bana kalırsa. O nedenle, bu bir gazetecilik işi diyorum. Gazetecilik işi olması da bizi duygularımızdan arındırmaya sevk etmemeli. Bu anlamda, sözlü tarih yazımının önemli isimlerinden Zabel Yesayan’ın bu alandaki çalışmalarından da etkilendiğimi dile getirmem gerek.

Derve için uğraşan Dipnot Yayınları ekibinin de bu pek denenmemiş biçim üzerindeki emekleri çok fazla. Anlatıcı sıklıkla değişiyor, yıllar değişiyor, mekan değişiyor, politik atmosfer değişiyor. Bu duygu dağılımını kontrol etmekte yer yer zorlandığımı söylemeliyim. Emirali Türkmen, Ümit Özger ve İbrahim Yıldız bu noktaları ustalıkla kontrol ettiler. Sağ olsunlar.

Derve, Jînda Zekioğlu, 286 syf., Dipnot Yayınları, 2020.

‘KÜRTLER ETEĞİNDEKİ TAŞLARIN AĞIRLIĞINDAN YORGUN’

Gerçekten yola çıkan her tarihsel metin, ne zaman yeni okuruna ulaşırsa onun havsalasında tarihin, somut gerçekliğin yeniden üretimine de sebep olur. Bu bağlamda, hafıza mefhumunun Kürt tarihi ve Kürt okuru arasındaki ilişkiyi nasıl yorumlarsınız?

Gerçeğin üretimine muhtaç her toplum gibi Kürtler de müzikte, resimde, edebiyatta, sinemada, akademide yahut mecliste yok hükmündeki varlıklarının altının çizilmesine tanık olduklarında, öncelikle kişisel, ardından toplumsal haz duyuyorlar -ki sağlıklı olan da bu zaten. Fakat aynısı İngilizler, Fransızlar ya da Türkler için ihtiyaç seviyesinde değil. Bu sebeple Kürt toplumunun da benzer doygunluğu yaşayabilmesi -yani eşit olabilmesi- için öncelikle mevcut tarih yazımını/resmi kabulü bir halı gibi o meşhur balkonlardan silkelemesi gerekiyor. Yalanı yanlışı, tozu kiri bir dökülsün önce. Ardından kazananların, galiplerin, muktedirlerin sesi biraz dinsin. Kürt tarihini önce Kürtler bir anlatsın. Kadınlar anlatsın… O zaman kendiyle barışan toplumları göreceğiz. Tarih, kavgaları dindirmez ama kavgaya sebep olmaktan da çıkar belki o zaman. Çünkü Kürtler eteğindeki taşların ağırlığından yorgun. Ama bu noktada Ruken’in dediği gibi naçizane dinlemek yetmez. Yazmak, konuşmak, tartışmak, yenilenmek, değişmek gibi umutlu duygulara ihtiyacımız var. Kürt okurun, özellikle kadın okurun Derve’de hem çok ağlaması hem de içten kahkahalar atmasının bununla bir ilişkisi olduğunu düşünüyorum.

Bir ikincisi, gerçekliğin yeniden üretimi bir diğer deyişle travmanın yeniden üretimi ve tarih ilişkisi çok garip. Bu da üzerine düşünmemiz gereken bir konu. Kazananların ürettiği tarih yazımının, yok sayımın, asimilasyonun birkaç kuşak evvelde yarattığı travmayı bugün dinleyerek yeniden ürettiğimiz yetmiyormuş gibi, tarih yazımı kaygısı ile gelecek kuşaklara da travmanın aktarımı katkısında bulunuyoruz. Kürtlük, kadınlık halleri burada yarayı; yara kimliğini yeniden kanatıyor. İkisi de birbirinden ayıramayacağımız bir ihtiyaç döngüsüne dönüşüyor. Hatta bundan besleniyor. Ardından bir dengbêjin kilamında tınlıyor.

‘YEDİ KADININ ÇEVRESİNDE BİR YEDİ KADIN, DİĞER YEDİ KADININ ÇEPERİNDE BİR YEDİ KADIN DAHA VAR’

Çalışmanızı, “Dışarıya itilen, öteye sürülen Kürtlerin, en dışarıda bıraktığı kadınlardan sadece yedisiydi” sözleriyle bitiriyorsunuz. Aynı aileden yedi kadını seçmenizin özel bir nedeni var mıydı? Nasıl bir araya geldiniz? Süreci paylaşır mısınız?

Yazım sürecinin başında kurguya karar verirken, bu yolculuğun nasıl başladığını hiç anlatmadan, direk kadınları dinlemek ve yazmak gibi bir niyetim vardı. Ancak tanıştığımız günler, barış sürecinin en güzel günlerine denk geliyordu ve ben de, artık geride bırakılmış bir ‘geçmiş’i yazacaktım diye düşünmüştüm. Öyle olmadı.

Bir seçim turuna çıkmıştım. Diyarbakır, Mardin, Hakkari, Şırnak o dönem sıklıkla ziyaret ettiğim şehirlerdi. Seçimlere dair fikrini almak istediğim kadın derneği sözcüsünün taziyesi olduğunu öğrendiğimde herkes gibi ben de taziye alanının yolunu tuttum. Eşini Cudi Dağı yolundaki bir trafik kazasında kaybeden Ruken’e başsağlığı dileyip dönecektim. Dönemedim…

Sonraki birkaç yıl boyunca İstanbul-Şırnak arası defalarca gidip geldim. Başta Ruken ve annesi Zeliha’yı dinledim. Ancak konuştukça hikaye diğerlerini sormama sebep oldu. Zeliha’nın eltisi Gule örneğin. Geride kaldığında yaşadıkları, devletin kriminalize etme çabalarına karşı ayakta durma çabası da fotoğrafın görünmeyen yanıydı. Keza Meryem, Zeliha’nın ablası. Şırnak 1992’de yaşanan büyük katliamın tanıklarından. Zeliha’nın küçük kızı Roza, Maxmur’da yaşadıkları kolay değil. Delal’in, Heja’nın da… Her biri bir diğerine el vererek anlattıkları için ben de o yöne bakmaya çabaladım. Bu yedi kadının çevresinde bir yedi kadın, onların çevresinde ve diğer yedi kadının çeperinde bir yedi kadın daha var…

Çocukluklarından başlayarak yaklaşık 50 yıllık bir anlatıma tekabül ediyor. 3 ayrı kuşaktan kadınların en büyüğü 60’larının ortalarında iken en küçüğü 12 yaşındaydı. Yazım sürecini hem kendi içinde hem karakterler arasında hem de bugünle karşılaştırmalı ve eş kronoloji ile yazdım. Bu anlamda kurgunun; sözlü tarih çalışması olmaktan çıkıp yer yer dönem edebiyatı özelliğine büründüğüne şahit oluyoruz. Zira yedi kadının hikayesini okurken, barış süreci ile başlayan güzel ve umutlu günlerden savaşın yeniden başladığı günlere nasıl gelindiğini de birkaç yıl içinde görmüş oluyoruz. Yaşatmak için sözler verilip, Hacı Lokman’ın öldürülüşünü, Cizre’nin yalnızlığını görüyoruz.

‘BU KADINLARI DİNLEMEK BENİ AİLEMLE, KİMLİKLERİMLE, İNANÇLARIMLA BARIŞTIRDI’

Kitapta, kendinize sorular sorduğunuz çeşitli bölümler de var. “Yazmak neyi çözüyordu?” diye bir soru sorup, akabinde “Bunun cevabını bulsam hiç düşünmezdim” diyerek yanıtlıyorsunuz. Bu iç konuşma doğrusal bağlamda şu soruyu akla getiriyor: Kürt yazını, Kürtlerin kendilerine ya da “dışarıya” yaşadıklarını anlatışı barışı getirir mi?

Sadece gazeteci iseniz, yazar çekilirsiniz. Hatta kapılmamanız öğütlenir. Sadece bir politikacı iseniz adalet arayışındaki mücadele için katkı sağlama ihtiyacı hissedersiniz. Ya da psikolog iseniz dinlemeniz yeterlidir. Bunların dışında bağlar kurduğunuzda, yani kendinizi hikayenin içinde bulduğunuzda durumu çözmek için çareler aradığınızı görebilirsiniz. Çoğu kez olmasa da burada yazmaktan ve paylaşmaktan daha önemli edimlere ihtiyaç olduğunu hissettim sanırım. Yazmaya pek önem atfetmedim başlangıçta hatta ajite etme/olma durumlarından sıyrılmak istedim. Öyle olmuyor pek ama. Cevap aramadım doğal olarak. Bunu okurken ya da yazarken kendi yolculuğumuz olarak da görebilmeliyiz sanırım. Bu kadınları dinlemek beni başta ailemle, kimliklerimle, inançlarımla, öfkelerimle, kalabalığımla barıştırdı. Her Kürt ailenin önce kendi içinde, sonra çevresiyle, sonra kenti ve ülkesiyle kavgası yüksek tonda. Bunun gerçek/samimi olmakla çok ilgisi olduğunu düşünüyorum. Kürt toplumunun dile geldikçe, anlattıkça, ürettikçe nefeslendiğini göreceğiz. Önce aynadaki kendiyle, ardından da kendi canının istediğiyle barışması mümkün tabi. Barış en çok kime soruluyorsa ‘büyüklük’ de ondan bekleniyor sanki. Artık soruları Kürtler sormalı.

Onca acı yaşadıktan sonra günlerce dinleyip, sonra da kitabınızda yer verdiğiniz kadınlar sizce bugün barışa inanıyorlar mı? Ne düşünüyorsunuz?

Hepimiz kadar. Ruken, çocuklarıyla annesiyle kavuşmak için Türkiye Cumhuriyeti’nce Kürtlerin özlük haklarının tanındığına dair bir anlaşmanın/barışın gerçekleşme umuduna inanmak istiyor. Zeliha, KDP’nin Temo’nun kaybedilen cenazesini teslim etmesini ve özür dilemesini istiyor. Delal, siyaset yaptığı yıllarda aralarında ajanlık yapan ve cezaevine girmesine sebep olan ‘yoldaş’ını elbette affedebilmek istiyor. Roza, babasını ve kayınpederini önce öldürüp sonra kaybeden, mezarsız ve babasız yıllar yaşatan devletlere tabii ki kendini ait hissedebilmeyi arzu ediyor. Her birinin kuşkusuz umutlu oldukları, hayal kurdukları anlar var. Ancak bu kadınların barış inancı; devletin halihazırda kriminalize ettiği yakınlarıyla bir araya gelebilme ihtimalleri. Barış diye bekledikleri, cezaevlerindeki babaları, abileri, ablaları politikacıları, vekilleri. Barıştan beklentileri, çocuğunun kemiklerini arayan bir annenin mezar ihtiyacı. Siz kalkıp da o anneye; 3,400 kg diye etiket yapıştırıp, ödemeli kargo ile çocuğunu gönderirseniz, ancak o öfkeyi beslersiniz. O fotoğrafı düşününce adaletin, barıştan daha elzem olduğunu hissediyorum.

Çalışmanızın bir yerinde diyorsunuz ki, “Modern hayat köleliktir… beni dünyasına alan bu aile sayesinde kendimi çok iyi hissettiğimi fark ettim.” Bunun sebebi neydi? Mekân ve zaman olgusunu bir kenara bırakırsak, duygusal bağlamda bu durumu nasıl açıklıyorsunuz?

Avrupa’da yaşayan birçok Kürt, hayalini sorduğunuzda –hatta bazen sormasanız bile- köyüne, kentine, topraklarına dönmek olarak anlatır. Dağlarını anlatır mesela. Herekol’u, Gabar’ı tek tek renklerine kadar çiçeklerin. Çünkü geceler günler boyu gözlerini her kapatışında gözünde canlanan çocukluğu, hiçbir şeyin olmasa bile o dağın sahibidir. Tıpkı dili gibi. Zaten bu yüzden dışarıdadır.

Benim gözlerimi kapattığımda hayal ettiğim bir dağım yok. İstanbul’da ya da diğer diasporalarda doğup büyümüş Kürtler anlayabilir bu dediğimi. Dilsiz, dağsız, hayalsiz bir Kürtlük, ne kadar sayılırsa artık. O nedenle şehri ittiğimi düşünüyorum. Şırnak’a gitmek bu taraftan bakıldığında şehirdeki duygulardan sıyrılmak, odak değiştirmekti benim için.

Bir diğer yandan da köklerinizin, kültürünüzün sizi çağırdığı bir yer var. İkisi arasındaki sıkışmışlık da önemli bir bilgi. Bu nedenle Derve’yi, Lice’de doğup İstanbul’a defnedilmek zorunda kalan babaannem Revzete’ye ithaf etmek istedim. Kendi toprağında uyumasını isterdim.

‘DİRENMENİN GÜCÜNÜ ÖĞRENDİM’

Yoğun geçen otuz beş yıllık bir savaşın kişisel ve toplumsal tarihini, yedi kadını odağa alarak dinleyip, kitabınızı yayıma hazırlarken, hem Kürt hem de kadın olarak kendinize dair neyi keşfettiniz? Bu süreç size ne öğretti?

Hasbelkader içinde bulunduğum ailede, zaman zaman kendimi onlara monteledim sanırım. O anlarda da, şimdi düşündüğümde de bu duygu iyi hissettiriyor. Eksik yanlarıma, yaralarıma tuz niyetine bastım onları. Onlar anlatırken ben de kendime yürüdüm. Zeliha’dan aşkı, Ruken’den isyanı, Meryem’den azmi, Gule’den inancı, Delal’den dirayeti, Roza’dan affetmeyi, Heja’dan umudu; Temo ve onun şahsında tüm arkadaşlarından, yoldaşlarından direnmenin gücünü öğrendim. Derve’yi okuyan birçok kadının da bu gücü bulacağına eminim.

Şu günlerde neler yapıyorsunuz? Günleriniz nasıl geçiyor?

Derve’yi okuyanlardan gelen mesajları, mektupları okuyorum. Türk olduğunun altını çizerek, okuduklarının ardından vicdan azabı duyduğunu, sorumluluk hissettiğini yazmış bir kadın arkadaş. Bu kişilerden önce devletlerin hissetmesi gereken duygular olmakla birlikte, kişilerin de empati duygularını harekete geçiriyorsa ne mutlu. Kadınlar arasında yeni bir dil kurulmasına vesile olmasını dilerim.

2000’li yılların ilk çeyreğinde Kürt/Kürdistan tartışmaları üzerine çalışıyorum. Bu söyleşilerin bazıları Gazete Duvar’da yayınlanıyor. Bazılarını ise kitaba saklıyorum. Onun dışında, yine Derve benzeri bir anlatı/sözlü tarih çalışmasını öyküleştirme ile debeleniyorum. Bu kez o gerçek ve gazetecilik fetişinden sıyrılmak istedim. 80’lerden günümüze tek bir portre olacak. Derve’de görmediğimiz birçok başlık barındırıyor içinde. Kürdün 90’larda ‘Türk’le tanışması, kendiyle kavgası, tırmalaması, olma, oldurmaya dair çabası ve Türkiye’nin Kürt kodlamaları üzerine öyküler okuyacaklar.