*Dikkat spoiler içerir
Palyaçonun ardındaki hüzün klişesine, onun gizlenen gözyaşlarına hepimiz aşinayız. Peki ya palyaçonun ardındaki o korkunç yıkıcılığa? Ve o korkunç yıkıcılığın bir sonucu olan dışlanmışlıkla bu denli yakınlaşmamıza, onu bu denli anlamamıza?
Merakla beklediğim Joker filmi sonunda geçtiğimiz günlerde ülkemiz sınırlarında da gösterime girdi. Uzun süredir bir sinema kapısında festival zamanı dışında sıra beklememiştim. Ne mutlu!
Olağanüstü oyunculuğuyla Joaquin Phoenix'in başrolünü üstlendiği filmi çok kısaca özetleyecek olursam Joker, başarısız bir komedyen olan Arthur Fleck'in hayatını konu alıyor. Toplum tarafından yaftalanan ve dışlanan Arthur, geçimini palyaçoluk yaparak sağlıyor. Sürekli bağ kurma ihtiyacında olan kahramanımızın çocuklarla diğer insanlarla olduğundan daha farklı, sevecen bir ilişki kurduğunu görüyoruz. O ilişkide sanki kendi hasarlı çocukluğunu onarmak isteyen bir taraf var. Arthur’un hayatında birtakım talihsizlikler oluyor, zorbalıklara maruz kalıyor, ailesel sırları öğreniyor, dünyayla bağları sarsılıp toplumla uyumsuzluğu gitgide artıyor ve “delilik” halinin kendisini nasıl esir aldığını, o delilikten bir anti-kahramanın yaratılma hikayesini izliyoruz.
Arthur ve annesinin ilişkisine dair filmin başından itibaren tekinsiz bir koku alıyoruz. Babasız büyüyen kahramanımıza annesi Happy (Mutlu) ismiyle hitap ediyor. Bu lakap Arthur’un hayatında yaşanan olaylara, hissettiği duygulara karşı duruşunu belirliyor. Acı çektiği, üzüldüğü, kaygı duyduğu her an korkunç bir kahkaha krizine yakalanıyor. Bu durumun nörolojik bir rahatsızlık olduğu bilgisi çok geçmeden izleyiciye sunuluyor.
Ruh sağlığı bozuk, cani bir üvey anneye sahip olduğunu hastane raporlarından öğrendiğimiz Arthur, evlat edinilen ve babasız büyüyen bir çocuk. Çocukluğunda üvey annesi ve onun sevgilisi tarafından çeşitli işkencelere maruz kalmış ve hep gülümsemesi söylenmiş. Arthur da sanıyorum ki onay alabilmek uğruna bunu düstur edinmiş bir çocuk. Bu hal daha sonra Arthur’a bir hastalık olarak dünyayı dar ediyor ne yazık ki…
İzleyici olarak bizler, kahramanın bir amneziye yakalandığını ve çocukluğuna dair bunları pek hatırlamadığını seziyor, bastırılan tüm bu olumsuz deneyimlerin bir psikoza yol açtığına tanıklık ediyoruz.
“Lacan psikoza neden olarak gerçek babayı değil, sembolik baba işlevinin eksik kalması sonucunda annenin arzusunu sembolleştirme sürecinin aksamasını göstermiştir. Sembolik işlevin reddedilmesi veya içerilmesinde, gerçek babaya yeterince yatırım yapılmaması da söz konusu olabilir” (Leader, Delilik Nedir, 2016).
Hasta annesiyle beraber ufak bir dairede yaşayan yetişkin Arthur’un annesiyle kurduğu ilişki, yıkıcı bir iç içelikte. Her gün annesine yemek hazırlayan, onunla dans eden, onu yıkayan çocuk ve anneyi ayıran bir üçüncünün yani baba işlevinin eksikliğini görüyoruz.
Kahramanımızın annesinden duygusal olarak özgürleşemediği ve “Happy” adıyla onun dayattığı bir iç sistemi devam ettirmeye çalıştığından dolayı ve simgeselleştirme süreçleri de sekteye uğradığı için anneyi duygusal olarak “öldüremeyip” fiziksel olarak öldürmesini izliyoruz.
“Anneden vazgeçmek, onun için kim olduğumuz hayalinden de vazgeçmek demektir. Simgesel süreç işledikçe, anneyi tamamlama veya doyurma özlemlerini bırakmamız gerekir. Onun için her şey olamayacağımızı, onun bizden öte bir şeylerle ilgilendiği gerçeğini kaydederiz” (Leader, Delilik Nedir, 2016).
Lacan’a göre dil her zaman yitik ve yokluğa ilişkindir. İnsan ancak istediği nesne olmadığı veya onu yitirdiği zaman onun yerini alan sözcüklere ihtiyaç duyar. Anneyle kurulan ilk ilişki dilsizdir. Ancak anneyi kendimizden farklı bir varlık olarak düşündükçe, o “eksikliği” hissettikçe dile ihtiyaç duyarız. Bir üçüncünün (ötekinin) varlığıyla anneden ayrıştıkça anneyle kurulan o ilksel birlik bir daha geri gelmemek üzere kaybolur, böylelikle simgesel alana giriş yaparız. Simgesel alana konuşan özneler olduğumuzda ve “ben” bilincini geliştirmeye başladığımızda gireriz.
Arthur’un birçok kelime ve duygunun önüne geçen ve annesi tarafından ona giydirilen kahkahası, onun bireysel ve toplumsal anlamda “başka” bir dil edinemediğini gösteriyor, böylelikle simgesel düzende var olamadığını da… O kahkaha dilinde şiddet ve yıkıcılık da harmanlanmaya başlıyor.
Film, sinema tarihi açısından veya sosyolojik açıdan çok katmanlı okumalara olanak sağlasa da deliliğin anne-çocuk ilişkisinde nasıl mayalandığı hususu benim özellikle dikkatimi çekiyor. Kahramanın Arthur’dan bir alter ego olan Joker’e geçişini sadece çarpık toplum düzenine bağlayamayız elbette, bunun temellerinin çok daha önceden atıldığını biliyoruz.
Gilbert K. Chesterton, delirmiş birisi aklı dışında her şeyi kaybetmiştir derken tam da Joker’i tarif ediyor.