Venedikli bir tüccar ve silah satıcısı olan Josaphat Barbaro, ticaretin ayrıntılarını konuşmak amacıyla Venedik tarafından temsilci olarak Akkoyunlu ülkesine gelmişti. Asıl derdi silah satmak olduğundan Anadolu’nun toplumsal manzarasıyla çok ilgilenmemiş. Ama verdiği bilgi kırıntıları bile önemli. Anlatımı rahmani görünmeye çalışan ama aslında kendi haline bırakıldığında dünyevi olan, olmak isteyen bir insan tipine işaret ediyor.
Yıllar önce Osmanlı İnsanı Dindar Mıydı? başlıklı bir yazı yayınlamış ve Osmanlı halkının sanıldığı kadar dindar olmadığını iddia etmiştim.[1] Dizgide yanlışlıkla Osmanlı minyatürü yerine galiba Flaman köylüleri bira yaparken gösteren bir gravür konmuştu. Neyseki iddialarımıza kanıt olarak sadece bira yapan Flaman köylülerini göstermediğimiz için okuyucu bu kazayı hoş görmüş olmalı... Şimdi bile aklımıza geldikçe bu baskı hatası bizi güldürüyor.
Bahsi geçen yazıda Osmanlı halkının dindarlığı meselesini farklı saiklerle birlikte Osmanlı topraklarını gezen yabancı seyyahların hatıralarının gözüyle de değerlendirmekteydim. Ama o dönemde bu yöndeki okumalarım yarım kaldı. Şimdi bu seyyahlar ve gezi notlarına geri dönmeyi düşünüyorum. Seyahatname okumaya karşı hiç sönmeyen bir ilgim var. Bu roman okuyamamaktan kaynaklanan eksikliğimi dengeleyen bir durum olabilir. Seyahatnameler elbette yüzde yüz güvenilir kaynaklar değil. Çoğu kez seyyahın önyargıları, peşin hükümleri, dil bilmezlikten kaynaklanan yanlış anlaşılmaları da içeren daha çok seyyahın kendi çağındaki ruh durumunu yansıtan belgeler. Yine seyyahın Osmanlılara, Türklere bakış açısı geldiği devletin Osmanlıyla savaş mı yoksa barış halinde mi olduğuna göre çok değişebiliyor. Bazıları da seyyahın yurduna dönmesinden yıllar sonra yazıldığından bulanıklaşmış anılar içeriyor. Ayrıca doğuya seyahat neticede egzotik bir durum olduğundan yayınevleri seyyahları okuyucunun ilgisini çekecek konulara da yöneltmiş olabilirler. Ancak ben yine de seyyahların genellikle dürüst ve içten yazdığı kanaatindeyim. Zaten seyahatnameler içinde aslında yayınlanma amacıyla yazılmamış olanlar da var ve onların dili de hemen hemen yayınlananlarla aynı.
Bu yazı vesilesiyle tanıtacağım seyyah Venedikli bir tüccar ve silah satıcısı olan Josaphat Barbaro (1413-1494). Her silah satıcısı gibi o da gittiği her yerde büyük hürmet görmüş. Barbaro’nun zamanında Avrupa’da ateşli silahlar hızla yaygınlaşmaktaydı ve Müslüman ülkeler bunları satın almak için –günümüzde olduğu gibi- yarış halindeydiler. Özellikle de Osmanlı yayılmacılığına karşı Anadolu’da direniş gösteren Akkoyunluların Batı icadı ateşli silahlara acilen ihtiyaçları vardı. II. Mehmed’in Konstantiniyye’yi fethiyle aynı yıl Doğu Anadolu’da Türkmen aşiretlerini birleştirerek kendi devletini kuran Uzun Hasan (1423-1478) Osmanlı’nın top ve tüfeklerine yalın kılıç süvarileriyle karşı duramayacağını bildiğinden Batılı elçiler vasıtasıyla Avrupa’dan ateşli silahlar satın almaya çalışmaktaydı. Barbaro da bu ticaretin ayrıntılarını konuşmak amacıyla Venedik tarafından temsilci olarak Akkoyunlu ülkesine gelmişti. Neyse bunlar sıkıcı mevzular. Meraklısı kitabın tamamını ve diğer dönem kaynaklarını okuyarak II. Mehmed ile Uzun Hasan’ın dünyayı neden üleşemediklerini öğrenebilir. Ne demiş bir Afgan atasözü, “Kırk derviş bir hasıra sığar da iki sultan bir cihana sığamaz”.
Beni asıl ilgilendiren Barbaro’nun bu mühim mevzular arasında öylesine değindiği toplumsal manzara ve günlük hayata dair aktardıkları. Daha da dar olarak söylemek gerekirse asıl ilgilendiğim konu ‘Türkiye’de Sekülerizmin Kaynakları’ başlıklı yazımda da söylediğim üzere bu toplumun dinsel kaideler karşısında aldığı günlük –teorik değil- tutumları analiz edebilmek.
Barbaro seyahati boyunca Trabzon’dan Doğu Anadolu’ya, Mardin’e ve Tebriz’e kadar geniş bir coğrafyayı gezmiş. Yolda ona mihmandarlık etsin diye bir Tatar vermişler. Ama Tatar sürekli Venediklilerin stoğundan şarap içip duruyormuş. Tatarın aşırı içmesi yüzünden şarap stoku tehlikeye giren Barbaro, Uzun Hasan’ın adamına doğrudan engel olamayacağı için günümüzdeki kamu spotlarına benzer şekilde Tatarı ‘Bu kadar içmek sağlıklı değil’ diye uyarmış. Tatar da ona “bu kadar şarabı bir daha nerede bulacağım bırak da içeyim” demiş.[2]
Avrupalı seyyahlar yanlarında bol miktarda şarapla seyahat ederlerdi. Zira şarap o çağlarda sarhoşluktan ziyade şeker, taze sebze ve vitamin eksikliğine karşı vücudu dengeleyen bir enerji kaynağı, konsantre meyve suyu işlevi de görmekteydi. Avrupalıların yanında bol şarap olduğunu bilenler de hemen onların çevrelerini sarıp mümkün olduğunca bu fırsattan yararlanma gayesindeydiler.[3] Zira Müslüman ülkelerde şarap az bulunmaktaydı, şarapların kalitesi çok iyi değildi. Üstelik az bulunduklarından da oldukça pahalıydılar. Bu nedenle de Tatar mihmandar gibileri bu fırsatları kaçırmıyorlardı. Bu vesileyle bizleri Barbaro çağına geri götürerek yurt dışından ucuza alkollü içki getirme geleneğimizi yeniden canlandırdıkları için hükümet ricalini kutluyorum. Aksi halde dışarıdan ucuza içki temin etme ve ucuza gelen içkiyi şölenle pay etme geleneğimiz kaybolup gidecekti.
Neyse Tatar ve Barbaro uzun süre birlikte yol alıyorlar. Tatar ona “Tatarların Müslüman gibi davrandıklarını ama aslında çoğunun içinde putperestlik (Şamanizm) olduğunu ama bunu gizlediklerini” söylüyor. Gerçekten de Şaman geleneklere Barbaro da şahit oluyor. Yol boyunca üzerine sincap ve tilki kürkleriyle içi doldurulmuş at cesetleri asılı dilek ağaçlarına ve bu ağaçlara dua edenlere rastlıyorlar.[4] Mardin’e geldiklerinde ise Kalenderlerle (Barbaro carandolo diyor) karşılaşıyorlar. Kalenderler dünyayı terke yönelmiş dervişlerdi. Etraflarında ne olup bittiğiyle ilgilenmezlerdi. İkilinin diyaloğu çok hoş. Kalender Barbaro’ya kim olduğunu soruyor. Barbaro ‘ben bir yabancıyım yabancı diyarlardan (Batı ülkelerinden) geldim’ diyor. Kalender de ona ‘Ben de bir yabancıyım. Bu dünyada hepimiz yabancı değil miyiz zaten’ diyor. Rasyonel bir Rönesans insanı ve kâr peşinde ‘aklı başında’ bir silah tüccarı olan ve dinsel söylemlerden hazzetmediğini anladığımız Barbaro’nun doğu mistisizminden etkilendiği yegane sahne bu oluyor. Bu sakin kalendere büyük saygı duymuş, onu samimi bulmuş.
Barbaro geri kalan dinsel seremonilerden etkilenmemiş. Şamanı da (Azerbaycan) karşısına çıkan ve sadece bir don giymiş evliyayı ve zikirlerine şahit olduğu diğer tarikat ehlini gördüğünde Rönensansçı damarı kabarıyor ve bu dervişleri ‘hezeyan içindeki deliler’ olarak niteliyor. Uzun Hasan’ın sarayında da böyle bir ‘deliyle’ karşılaşıyor. Güya bu adam gelecekten haber veriyormuş ve çok sayıda müridi varmış. Bu müritler isterse kırk gün yemek yemez su içmezlermiş. Akıl çağının arifesindeki bir dünyadan gelen Barbaro bunlardan etkilenmiyor. Hatta bu adamlardan birinin ‘ikiyüzlülüğüne de’ şahit olmuş. Bu çok saygın bir derviş kendine kubbeli bir oda yaptırıp içine kapanmış ve 40 gün yemek yemeden içinde kalmış. “Böylece bir sürü cahili kendine hayran etmiş”. Ancak sonradan bu odaya açılan gizli bir tünel bulunmuş ve adamın oradan gizlice yemek aldığı anlaşılmış. “Bu üçkağıdı yapanların hepsi idam edilmişler”.[5]
Uzun Hasan’ın Tebriz’deki sarayına dair anlatıları ise tanıdık. Bolca olmasa da şarap içildiğini yazmış. Ama şölene katılan herkese de bir tas şarap verildiğini söylüyor. Bunu geri çevirmek hükümdara karşı bir saygısızlıkmış. Uzun Hasan’ın eğlencesinde yok yok. Kurtlarla dövüşen bir adamı, bir aslanla leoparın dövüşü takip ediyor, ardından zürafalar ve fillerle resmi geçit yapılıyor. Eğitimli filler Uzun Hasan’ı görünce saygıyla başlarını eğiyorlar. Çalgı çengi eşliğinde kadın rakkaseler dans ederken; ‘palyaço şapkasına’ benzediğini söylediği bir başlık elden ele geziyor, bu başlığı takan her kimse komik danslar yapıp Uzun Hasan’ı eğlendirmek zorunda kalıyor. Çok güzel dans edene Uzun Hasan kaftanlar hediye ediyor.[6]
Seneler önce Avrasya Sirki’nin kurucusu Servet Yalçın’la tanışmıştım. Kendisi bana “modern anlamda sirklerin aslında Türk buluşu olduğunu ama bunu söylediğinde kimsenin ona inanmadığını” söylemişti. Ben de “Neden olmasın ip cambazlarını (aslında doğrusu canıyla oynayan canbaz), ağzıyla ateş yutanları, hokkabazları” betimleyen bir sürü Osmanlı minyatürü var demiştim. Gerçi sirkler Roma’da da vardı. Sözcük zaten Latince circus’dan geliyor. Tahmin edileceği üzere sözcüğün kökeni Colosseum benzeri dairesel (sirkular) eğlence yapıları. Ama Roma çöktükten sonra Avrupa’da bildiğimiz anlamda sirk kaldığını sanmıyorum. Sirklerin yakın zamanlara kadar vazgeçilmezi olan egzotik hayvanlara, eğitimli maymunlar ve fillere Ortaçağ Avrupa’sının erişebilmesi zordu. Bu nedenle Orta çağlarda Hindistan’da ve Türk dünyasındaki sirkler (ya da gösteri grupları diyelim) daha zengin ve renkli hale gelmiş olmalı. Servet Yalçın, Türkiye’de Kültür Bakanlığındaki resmi adamların sirkleri ‘yabancı ve bizim kültürümüze uzak bir eğlence biçimi' olarak algıladıklarını ve bu nedenle de sirklerin resmi kültürel kurumlarca yeterince desteklenmediğini söylemişti. Kendisi bu nedenle öncelikle sirkin yerel bir gelenek olduğunu kabullendirmeye çalışmaktaydı. Aslında bu çok ilginç bir durum... Sirklere karşı önyargı benim ikide bir dile getirdiğim ‘gelenekten kopuşa’ örnek verilebilir.
Barbaro’nun asıl derdi silah satmak olduğundan Anadolu’nun toplumsal manzarasıyla çok ilgilenmemiş. Ama verdiği bilgi kırıntıları bile önemli. Anlatımı rahmani görünmeye çalışan ama aslında kendi haline bırakıldığında dünyevi olan, olmak isteyen bir insan tipine işaret ediyor. Ama bu izlenimi elbette çok sayıda farklı gözlemle mukayese ederek bir sonuca varabiliriz.
NOTLAR:
[1] Yeni e Dergisi, Ekim 2020, Sayı 48.
[2] Josaphat Barbaro, Anadolu’ya ve İran’a Seyahat, Tercüme ve Notlar: Tufan Gündüz, Yeditepe Yayınları, İstanbul 2016, s.16..
[3] Toy bir arkeoloji öğrencisiyken Barbaro’nun tarif ettiğine benzer bir sahneye şahit olmuştum. İngiliz kazı ekibindeydim ve mutfağımızda paydos sonrası isteyenin istediği kadar içebildiği –ücretsiz- bira deposu vardı. İngilizler bir bira alıp köşelerine çekilirken; Türk personel İngilizlerin şaşkın bakışları altında iki elin göbeğe yaslanması suretiyle taşıyabileceği azami ölçüde bira almaktaydı