Jozef Naseh: Her deprem kendi ekonomisini ve kültürünü yaratır

Antakya’nın kültür ve sanat dünyasında renkli kişiliği ile tanınan, Arkeolog Jozef Naseh yaşadığı depremi ve Antakya’daki yıkımı anlattı.

Abone ol

DUVAR - "Her deprem kendi ekonomisini ve kültürünü yaratır" diyen Jozef Naseh, binlerce yıllık kültür, sanat ve bilimin ‘Arınak’ı olarak bilinen Antakya’dan zorunlu ayrılmanın acısını belleğinden silemediğini söyledi.

Öncelikle Antakya’daki insanların oluşturduğu maneviyatın yaşatılması gerektiğinin altını çizen Naseh, "Çünkü kültürü ve sahip olduğu yapıyı insan oluşturur. Hangi inanca sahip olursanız olun, Müslüman da olsanız, Yahudi de olsanız, Ateist de olsanız imansal veya yaşamsal bir ritüeliniz varsa ritüeli uygulayacak bir mekana sahip olmanız lazım. Bu bir mimari yapı ya da küçük sembolik bir mekan da olabilir. Ama o insanlar onarılmadan o mekanı kullanamazsınız" dedi.

'ARTIK KOMŞULARIMIZ YOKTU, BİNALARI AYAKTA DEĞİLDİ'

6 Şubat Maraş ve 21 Şubat Antakya merkezli depremler büyük kayıplara ve acılara neden oldu. Depremin yıkımını yaşayanlardan birisi olarak neler söylemek istersiniz?

Antakya’nın tarihi sürecini inceleyen biri olarak büyük yıkıma neden olacak depremin yaklaştığını biliyordum. Ama bunun zamanlaması konusunda herhangi bir fikrim yoktu. Çok değerli Prof. Dr. Naci Görür hocamızın deprem konusundaki yorumlarını ve bu konuda alınması gereken önlemleri yakından takip ediyordum. 1997’de olan depremin deneyimlerinden de
esinlenerek, deprem sonrası gereksinim duyacağımız bazı eşyaları arabamın bagajına koymuştum.

Depreme yakalandığımızda uyuyorduk. Eşimle birbirimize sarılarak kaderimizi bekledik. Son anımız olduğunu düşündük. Sanki birileri tabutumuza çivi çakıyor diye hissettik. Depremin etkisi bittikten sonra baktık ki hayattayız... İlk yaptığımız şey ayakkabılarımızı alıp dışarı çıkmak ve evimizin önündeki parka gitmek oldu. Çok yoğun bir yağmur yağıyordu. Adeta gökyüzü boşalmıştı. Hemen bir ağacın altına sığındık ve beklemeye başladık. Her yer karanlık ve göz gözü görmüyordu. Etrafta ne olup bittiğini ve yıkımın hangi aşamada olduğunu da algılayamıyorduk. Gün ışığıyla birlikte etrafımızda çok sayıda yıkılmış bina olduğu gerçeği ile karşılaştık. O zaman 1997’deki depremden çok daha büyük bir yıkım olduğunu anladık. Artık komşularımız yoktu, binaları ayakta değildi. Hepsi yıkılmıştı. Yıkıntıları görünce büyük bir şok yaşadık. O zaman, bu yıkımın altından ne biz ne de insanlık kalkamaz diye düşündük. Arama kurtarma ekiplerinin ise kısa sürede yapabileceği hiçbir şey yoktu. Bizim de başka bir alana ulaşma şansımız yoktu. Yollar, çöken binaların enkazı ile kapanmıştı. Dolayısıyla yerimizde kalıp, umutla yardımların gelmesini bekledik.

'BİLİNÇLİ YÖNETİCİLER OLSAYDI ÇOK DAHA AZ KAYBIMIZ OLURDU'

Arama kurtarma ekiplerinin yapacağı bir şey olmadığını söylediniz ancak depremin ilk günlerinde yetersiz organizasyon nedeniyle büyük bir karmaşa yaşandığı ve bugün birçok insanın bu nedenle hayatta olmadığı sıkça dile getirildi. Bu konuda neler söylersiniz?

Devletin yeterli olmasa bile, düşünsel olarak bazı hazırlıkları vardı. Ama uygulamada yeterli hiçbir hazırlığı yoktu! Olsa bile, böyle korkunç bir yıkımın altından çok kısa bir zaman içinde kalkma olanağı yoktu. Çünkü böyle büyük bir yıkıma neden olacak depremi düşünemediler. Her zamanki gibi yıkıma çabuk ulaşabileceklerini, oluşan sorunları kısa sürede çözebileceklerini sandılar. Oysa bu depremde devlet, oluşan yıkım bilgisine ancak birkaç gün sonra ulaşabildi. Bu süreçten sonra planlanan hazırlıklar yapılabildi.

Afet işlerinden sorumlu olanlar, siyasetçiler ve yerel yönetimler de dahil böyle büyük bir depremin bilincinde olan yöneticiler olsaydı çok daha az kaybımız olurdu. AFAD gönüllüsü olarak ben dahil, bu hazırlıklarımızın hepsini kağıt üzerinde yaptık ama uygulamaya koymadığımız için bu yıkım düşündüğümüzden çok büyük boyuta ulaştı. Yani bu sürecin doğru yönetilememesinin nedeni bu konuda görevli olan yöneticilerin ve görevlilerin bir uygulama ve öngörüye sahip olamamasıydı.

'İNSAN BELLEĞİ DE DEPREMLE BİRLİKTE YIKIMA UĞRADI'

Antakya’nın kent dokusu, tarihi evleri, kapıları, sokakları ya yıkıldı ya da onarılamaz hale geldi. Antakya’da yaşamını sürdüren bir arkeolog olarak deprem sonrası yaşanan yıkımın boyutlarını nasıl tanımlarsınız?

Binlerce yıllık kültürel birikim ve toplumsal uzlaşı ile kurguladığımız yaşam kültürümüz kentimizle birlikte tarihe karıştı. Ne kentimizi ne de yaşam kültürümüzü tekrar onarabilecek, zamansal bir döngüye asla bir daha kavuşamayacağız! Çünkü yaşam döngüsünü sosyokültürel olarak kurgulayan insan belleği de depremle birlikte yıkıma uğradı. Geri gelir mi? Bilmem! Bir kısmının geri gelmesi olanaklı ama geçmiş yaşam kültürümüzü tekrar oluşturması için yeterli değil. Çünkü her deprem kendi ekonomisini ve kültürünü oluşturur. Biliyorum söylediklerim çok acı verici gerçekler ama gerçekleri görmeden doğru bir yaşam kültürünü kurgulayamayız.

'BİZ KİLİSE DEYİNCE HERHANGİ BİR MİMARİ YAPIDAN BAHSETMİYORUZ'

Peki, Antakya Hıristiyanlık inancı için neden önemli?

Aşağı yukarı 2000 yıllık bir süreçten söz ediyorsunuz. Hıristiyanlığın imansal sürecinin oluşumunda ve gelişimsel sürecinde iki önemli kent var: Birisi Asi Nehri üzerinde kurulu olan Antakya, diğeri ise ünlü feneri ile tanınan Mısır’daki İskenderiye’dir. Her iki kent aynı imansal yolculukla ama farklı ritüel ve ekollerle Hıristiyanlık inancını düşünsel olarak besledi. Ancak tarihsel süreç içinde ilk imansal yolculuk Antakya’da başladı. Dolayısıyla ilk Patriklik de burada kuruldu. Kudüs, İstanbul ve Roma daha sonra bu sürece katıldı.

Patriklikten söz ettiniz…

Patrik, aynı kültürel çember içinde yaşayan, aynı genetik yapıya sahip, aynı inanç kültürünü, aynı dili kullanan topluluk veya kümenin siyasi ve inançsal önderliğini Tanrı’nın yeryüzündeki vekili veya temsilcisi olarak yapan kimliğin tanımıdır. Papa, Patrik, Betrek gibi kelimeler aynı anlamda kullanılan sözcüklerdir. Bu kimliğin oturduğu makama ‘kürsü’ denir. Patrikhane dediğimizde, tüm bu gelişimsel sürecin yönetildiği yer anlamını taşır.

Dolayısıyla biz kilise deyince herhangi bir mimari yapıdan bahsetmiyoruz. Sözünü ettiğimiz şey, bir topluluk veya kümenin ruhsal ve imansal birlikteliği. Bir yerde hepimiz ruhta kardeşiz.

'ÖNCELİKLE ORADAKİ İNSANI VE OLUŞTURDUĞU MANEVİYATI YAŞATMALIYIZ'

Antakya Hıristiyan Rum Ortodoks Kilisesi de bu depremde yıkıldı. Sizce değişim ve etkileşim boyutuyla Antakya’da Hıristiyan inancı ve kültürü bu yıkımdan nasıl etkilenecek?

Bu sorunuzun yanıtını verebilmem için binlerce yıllık inanç ve inanç kültürlerinin günümüze kadar ulaşan belleksel aktarımını anlatmam gerekir. Ancak konunun özünden kopmadan yanıtlamaya çalışayım: Mabet olarak kullandığımız yıkılan kilisemiz aslında aynı zamanda bir ‘Arınak’tır. Arınak ile mabet arasındaki kavram çok farklı değerleri taşır; birinde iman edersiniz, diğerinde sorgulama yaparsınız. Bahsettiğiniz Ortodoks Kilisesi, gerçek anlamıyla tarım devriminden günümüze kadar birçok ritüeli ve imansal dönüşümü içinde barındıran hem mimari hem ritüel olarak çok büyük bir zenginliğe sahip. En önemli özelliği ise ‘10 Emir’ gibi toplumsal ahlak değerlerini, imansal yolculuk yapanlara anımsatan bir ritüele sahip olmasıdır.

Binlerce yıllık imansal sürecini sürdürdüğümüz sembol bir kilise yıkıldığı için biz de onunla birlikte yıkıldık. Bundan daha büyük bir yıkım olabilir mi? Doğru olup olmadığını bilmediğimiz bir duyuma göre Dünya Bankası, deprem yaralarını sarmak için ülkemize bir milyar dolar bağışta bulunmayı vadetmiş. Elbette bu bağışın, bir kısmı Hatay’a gelecektir ve Hatay’daki bütün sosyal, kültürel yapılar ve bu yapıları oluşturan topluluklarla birlikte, kilise de yapısal olarak bundan yararlanacaktır. Ama siz o binayı yeniden onarsanız bile, eğer o yapıya, imanla bağlı olan insanları ekonomik, sosyal ve kültürel olarak onaramazsanız, yapının onarılması hiçbir işe yaramaz. Soyut bir yapı olmaktan ileri gidemez!

Dolayısıyla öncelikle oradaki insanı ve oluşturduğu maneviyatı yaşatmalıyız. Çünkü kültürü ve sahip olduğu yapıyı insan oluşturur. Hangi inanca sahip olursanız olun, Müslüman da olsanız, Yahudi de olsanız, Ateist de olsanız imansal veya yaşamsal bir ritüeliniz varsa ritüeli uygulayacak bir mekana sahip olmanız lazım. Bu bir mimari yapı ya da küçük sembolik bir mekan da olabilir. Hiç fark etmez... Ama o insanlar onarılmadan o mekanı kullanamazsınız. Bu hepimizin bildiği bir gerçek. Antakya’dan göçmek zorunda olanlar gittikleri yerde kendilerine bir mekan tahsis edilemezse, yaşamsal ritüellerini bir daha tekrarlamaları ve yeniden yaşatmaları çok zor olur. Ne çocuklarına ne torunlarına bunun kültürel aktarımını yapamazlar.

'DEVLETLER KÜLTÜR POLİTİKASI YARATMAZ, SADECE DESTEKLER'

Kültür ve Turizm Bakanı depremin ardından yaptığı bir açıklamada Antakya’da yeni bir hikaye yazılacağını söyledi. Sizce Antakya’nın yeni bir hikayeye ihtiyacı var mı ne dersiniz?

Öncelikle şunu söyleyeyim. Biz arkeologlar olarak 1986 yılında Kültür ve Turizm Bakanlıklarının ayrılması yönünde bir girişimde bulunduk. Üzgünüm ki başarısız olduk… Daha sonra izlenen kültür politikaları bazen bu bakanlıkların ayrılmasına bazen de tekrar birleştirilmesine neden oldu. Hatta şimdi Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın içine bir de Vakıflar Genel Müdürlüğü’nü eklediler. Benim kanaatime göre bu çok büyük bir yanlış. Çünkü Vakıf, insani boyutları olan ve boyutlarını gelecek nesillere aktaran, kutsi bir örgütlenme biçimidir. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün Cumhurbaşkanlığına bağlanması gerekir.

Sorunuza dönecek olursak; Kültür ve Turizm Bakanı Sayın Ersoy’u bir turizmci olarak çok başarılı buluyorum. Hatta turizm alanında ülke ekonomisine çok büyük katkılar sağladığını düşünüyorum. Ama turizm ayrı, kültür ayrı şeydir. Turizm, bir pazarlamadır, bir tüketim alışkanlığıdır. Kültür ise insanın belleksel aktarımıyla soyuttur. Kültürün parasal olarak bir karşılığı yoktur. Çünkü onu ancak insan var edebilir.

Dolayısıyla devlet politikası olarak siz kültürü yönlendiremezsiniz veya baskılama yapamazsınız. Eğer yaparsanız, o kültür yer altına iner, gizlenir. Ama bir zaman gelir çıkış yolu bulur veya sosyal bir değişim ve dönüşüme neden olabilir. Dolayısıyla o kültürü insan var ettiği için yönetsel ve döngüsel sürecini de ona bırakmak lazım. Devlet kültür politikası üretmez, yalnızca üretilenleri destekler. Devlet bir erktir. Yönetsel bir erk, bir insanın yaşam ve inanç biçimlerini belirleyemez.

'ÖNCE ORADAKİ KÜLTÜRÜ YAŞATMALIYIZ'

Sizce toplumsal doku ile tarihsel doku uyumunu göz ardı etmeden geçmişi ve toplumsal hafızayı geleceğe nasıl taşıyabiliriz?

Bizim Hıristiyan toplumda Müslüman kardeşlerimizdeki gibi geleneksel bir kurban kesme yöntemi yok. Hz. İsa bütün inançlı Hıristiyanların günahları için çarmıha gerildi, kurban oldu bizim için. Onun ritüeli şarap, ekmek ve suyla ilgilidir. Ama babam ne yapardı? Beş erkek çocuğu ve en büyük oğlunun ilk erkek çocuğu için kurban keserdi. Hem de temmuz ayının başında… Bu bir yerde toplumsal uzlaşıdır. Hz. İbrahim’e atıftır. Eğer tek tanrılı dinlerin atası Hz. İbrahim ise ritüel bazı yerlerde değişebilir ama özü korur. Dolayısıyla buradaki topraklarda öz korunduğu müddetçe bu topraklarda kültürel değişim ve dönüşüm olabilir. Ve bunu geleceğe taşıyabiliriz. Ama bunları taşıyacak insan yoksa her türlü maddi yapı olduğu yerde müzeye dönüşür. İşte o zaman Turizm Bakanlığımız oraya el atar!