'Juliet ve Romeo' baş aşağı
“Juliet ve Romeo” artık bulunmayan aşk hakkında, “belki eskiden de yoktu” diye kaşıyor başımızı. Kadının, erkeğin algı dünyasını soyuyor, çıplak bırakıyor onları.
"Juliet ve Romeo’yu nasıl bilirsiniz?" diye sorsam… Ve olası yanıtlarınıza karşılık olarak, “Şimdi, bildiğiniz her şeyi unutun” desem…
“Juliet ve Romeo” oyunu, “Romeo ve Juliet” efsanesine bambaşka bir yerden yaklaşıyor, her şeyi yeniden kuruyor. Oyun sayesinde kahramanlarımız yattığı yerde ters dönmüş olmalı sanıyorum. Neden bu ikilinin ölmüş olduğunu varsaydım şu an acaba? Shakespeare öldüğü için mi, aşk öldüğü için mi, evlendikleri için mi?!
Pastırma yazı çekilmemişken şehirden, 26'ncı İstanbul Tiyatro Festivali’nde “Juliet ve Romeo” izleyecek olmak usul usul romantik bir hava getirmişti akşama. Ya da benim canım öyle koklamak istiyordu. Eminim iyi gelecekti oyun çünkü şurada son romantikler olarak kaç kişi kalmıştık, değil mi? Üstelik oyundan sonra tiyatromuzun altından girip üstünden çıkacağımız, anılarıma “çekilmemiş ama özel bir gecenin fotoğrafı”nı ekleyeceğimi henüz bilmiyordum. Oyun “Romeo ve Juliet” değil “Juliet ve Romeo” olarak metni, aşkı, ilişkiyi tersinden okuyordu. Ya da Shakespeare’in zamanı için ters, bizim için düz? Yok galiba, iki düz bir tersti seyrettiğim oyun.
Juliet’ler hep ayık aslında, Romeo’ların maskesi düşmüş olabilir biraz daha. Romeo gerçek mi, mekanik mi? Juliet canı nasıl isterse öyle mi görüyor, yoksa sevmeye şans mı veriyor? Kim gerçekçi, kim romantik, kim âşık, kim değil? Şimdilerde ilişkiler çetin bir sınanışta; Romeo ve Juliet hiç ölmemiş ve birlikte kaçıp evlenmiş olsalardı ne olurdu?
Sahnede oyuncular bu senaryoyu anlatıyor bize. Kavuşmuş bir Juliet ve Romeo’yu. Ama birbirini tüketen bir döngünün içinde son çare olarak anlatıyorlar yaşadıklarını. Neden olmadığını anlamaya çalışıyor, nedenlerini sorguluyorlar.
"Romeo: Günah dudaklarımdan mı geçti? Tatlı bir dürtüyle işlenen bir günah! Ver bana günahımı geri. (Tekrar öper.)
Juliet: Kitabına uydurup öpüyorsunuz beni."
Böyle yazmış William Shakespeare ve devam etmiş:
“Romeo: Davetli değildik, Juliet’in ailesinin maskeli balosuna baskın yapıp girdik. Onu gördüm. Tavuk kılığındaydı. O anda...
Juliet: Tavuk değil! Anka kuşu!”
“Hayır, tavuk – Hayır, Anka kuşu – Hayır, tavuk – Tamam, Anka Kuşu olsun...” diye yorumlamış oyunun yazarı, tasarlayanı, yönetmeni Ben Duke. İki metinden, iki örnek arasındaki tezatlık çok tatlı bir cinlik gibi geldi bana.
Sahnede olup bitenler seyircilere sorular armağan ediyor: Şu an ruhumuz mu öldü bu kör olasıca düzende, âşık olmaya gücümüz mü kalmadı? Arzularımız mı terk etti bedenimizi, yoksa aşk bir devinimle başka bir surete mi büründü? Evlilik mi aşkı öldürdü yoksa, o zaten hiç yok muydu? Erkek ve kadın olma zorunluluğunun ortasından kaçıp gitti mi aşk ya da hayat kavgasında kaza kurşununa kurban mı gitti? Sahnede seyrettiğimiz 75 dakika içinde bütün bu sorular kovaladı peşimi. Çok mutlu da oldum, boynum da büküldü ama en fazla güldüm doğrusu. Zaten cevabı yoktu soruların oyunda galiba, yaşarken de bulamıyorduk onları.
Birleşik Krallık sahnesinin günümüzdeki en büyüleyici yönetmenlerden biri kabul edilen Ben Duke, ilk kez festivalde yer almış, cidden ne güzel olmuş. Kendisiyle tanışmanın zevkinin yanında kutsallarla eğlenme ve yüzleşme cüretine de şapka çıkardık.
Oyundaki danslardan özellikle bahsetmem gerek. Sanki bütün gece dans etmiş gibi adrenalin pompaladığım, nefes nefese kaldığım, içlendiğim, eğlendiğim oyunda sözlerin hükmünün yerine bazı yerlerde dans o kadar kuvvetli geçmiş ki! Dans, jimnastik arası bir hareket performans sahnesi boyunca yuvarlanan iki insan bedeni, eşitliği, cinselliği, cinsiyetsizliği, aşkı, nefreti, sevgiyi ama öfkeyi de aynı zamanda bu performansta nasıl bu kadar estetik aktarabilir? Bu kısım elbette oyunculuk maharetini selamlıyor. Öte yandan bu oyunda da temel unsurlara dair dikkat çekici olan “sadelik”. Hem dekor hem kostüm hem de reji tercihlerinde bir duruluk, pozitif anlamda bir gündelik hal var. Ki metnin anlatmak istediklerini bu sadelik epey kolaylaştırıyor.
Müzikler de sıkça başvurulmamasına rağmen oyunun dinamik damarlarındandı. Romantik şarkıların klasikleşmiş örnekleri oyunda her duyulduğunda, salon hülyalara dalıverdi. Hatta Shazam’layan seyirciler de vardı, biraz gençtiler galiba. Oyunda ekran ışığının ne kadar dikkat dağıttığını düşünmemeleri biraz kalbimizi kırdı. Demem o ki müzikler çaktırmadan epey rol almıştı oyunda.
Neyse yine dağıldım; toparlıyorum... “Juliet ve Romeo” artık bulunmayan aşk hakkında, “belki eskiden de yoktu” diye kaşıyor başımızı. Kadının, erkeğin algı dünyasını soyuyor, çıplak bırakıyor onları. Ve bütün bunları çarpıcı bir metin matematiğiyle ritim tutar gibi yapıyor oyun. Seyirciyle her an iletişim halinde bir rejiyle, oyuncuların/dansçıların rollerinin triklerini çılgınca bir sadelikte buldukları performanslarıyla, anımsattığı şarkılarıyla hem tiyatro hem “reality show” kıvamında kavuruyor da kavuruyor.
Bir kulp takmayı denedim ama olmadı, bu lezzet uzun süre damağımda kalacak. Ne gülücüklerdi onlar…
Künye:
Lost Dog
Shakespeare’in 'Romeo ve Juliet' oyunundan hareketle
Tasarlayan, Yazan, Yöneten: Ben Duke
Yardımcı Yönetmen: Raquel Meseguer
Işık Tasarımı: Jackie Shemesh
Sahne ve Kostüm Tasarımı: James Perkins
Prodüksiyon Yöneticisi: Dave Sherman
Teknik Sahne Amiri: Tanya Stephenson
Oynayanlar: Kip Johnson, Solène Weinachter
Bu hafta ne izliyorum?