Jung'un ilk dönem izleği: Psikiyatri Araştırmaları
Psikiyatr Carl Gustav Jung’un 1902-1905 yılları arasında kaleme aldığı makaleler İsmail Hakkı Yılmaz’ın çevirisiyle Pinhan Yayınları etiketiyle okurla buluştu. Kitap, Jung’un doktora tezinin konusu olan okült fenomenlerden histeriye, histeriden manik bozukluğa kadar pek çok hastalık üzerine bilimsel incelemeler barındırmakta.
Carl Gustav Jung 1875 yılında İsviçre’de doğdu. 1895’te Basel’de tıp eğitimi aldıktan sonra 1900’de Burghölzli’de, Eugen Bleuler’in asistanı olarak çalışmaya başladı. İki sene sonra 1902’de doktorasını okült fenomenlerin psikolojisi ve patolojisi üzerine yaptıktan sonra Paris’te geçirdiği altı ayda Pierre Janet sayesinde yeni bilgiler edindi. Analitik psikolojinin kurucusu kabul edilen ve otuz altı yaşında Uluslararası Psikanaliz Birliği’nin ilk başkanı olacak Jung’un 1902-1905 yılları arasını kapsayan ilk dönem çalışmalarını ihtiva eden “Psikiyatri Araştırmaları” eserinde de yukarıdaki iki ismin ve Sigmund Freud’un etkileri görülmektedir. Öte yandan Jung’un çoğu meslektaşından farklı olarak teoloji, etnografi ve başta edebiyat olmak üzere güzel sanatları da çalışmalarına dahil etmesi ileriki yıllarda şekillenecek fikirlerinin temelini atması açısından önem arz etmekte.
Kitabın ilk bölümüne dönersek, epilepsi, histeri, uyurgezerlik gibi kavramlar hakkındaki açıklamalardan sonra asıl konu olan 15 yaşındaki S.W.’nin psikiyatrik seyrine geçilmekte. S.W.’nin baba tarafından dedesinin halüsinasyon gören bir din adamı olduğu yazmakta. Kız kardeşlerinden biri ise tuhaf olarak nitelendiriliyor. Yine baba tarafından büyükannesi ise ateşli bir hastalıktan sonra üç gün trans haline geçtikten sonra kehanetler mırıldanıp bayılma nöbetleri geçirmiş. Baba, üç erkek kardeş ve diğer iki kız kardeş de buna benzer birtakım durumlar içerisinde. Buradan hareketle “Kötü Bir Kalıtım Sorunu Olan Bir Kızda Görülen Uyurgezerlik” alt başlığını tercih etmiş yazar. S.W. ise şöyle tasvir edilmekte:
“S.W. zarif bir görünüme sahipti, hafif raşitikti ancak dikkat çekmeyecek kadar hidrosefalik bir kafatası vardı, yüzü oldukça solgundu, koyu renkli gözlerinin tuhaf denecek kadar delici bakışları vardı. Ciddi bir hastalığı yoktu. Okulda vasat bir öğrenciydi, derslere fazla ilgi göstermezdi ve katılımcı değildi. Genel olarak oldukça çekingen bir yapısı vardı, fakat bu yerini ani coşku ve heyecanlara bırakırdı. Ortalama bir zekâya sahipti, özel bir yeteneği yoktu, müzikten de kitaplardan da hoşlanmaz, el işlerini ya da öylece oturup hayaller kurmayı severdi. Okulda bile sık sık dalıp gider, yüksek sesle kitap okurken tuhaf şekilde hatalar yapardı. (…)” (s.30)
Ek olarak kızın ruh çağırma gibi okült deneyimlerden hoşlandığını söylemeli. Nitekim, S.W. ruhları gördüğünü, onlarla konuştuğunu söylemekte ve ruh çağırma seanslarında bir nevi medyum olarak insanları etrafında toplamaktadır. Bu seanslara Jung da katılmış, kızı gözlemleyerek bulgularını yazıya aktarmıştır. Kızın seyrini anlatmak güç olsa da kısaca, S.W. ruh çağırırken uyanık veya yarı uyurgezer olmaktadır. Bu noktada büyükbaba figürü onun rehberi ve koruyucusu olarak belirir. Bilinç dışı sonsuz bir kayıt cihazı olarak düşünülürse ergen kızın etrafından bir şekilde edindiği bilgiler halüsinasyon görürken kendi yaratıcılığıyla harmanlanarak ona “mistik/dini” bir hava vermektedir. Hatta yabancı dilde türettiği sözcükler, yer yer farklı bir lehçeyle konuşması da bu durumla açıklanabilir. Buna daha çok “Kriptomnezi” başlığı altında değinmiş Jung. Bu terim “anı-imge” yahut “gizli anı” olarak açıklansa da en iyi şekilde örneklerle anlaşılmakta. Bu bölüme konu edinilen örneklerden en çarpıcısı ise Nietzsche’nin “Böyle Buyurdu Zerdüşt” eserindeki bir paragrafta Kerner’in bir hikâyesinde geçen “tavşan avıyla” ilgili sıradan bir ayrıntının benzer bir sahnede yer alması. Nietzsche, 12-15 yaşları arasında rahip olan büyükbabasıyla kaldığı esnada Kerner’e ilgi duymuş, küçüklüğünde okuduğu bu metinlere geri dönmese dahi (1) biliçdışında kalan bu paragrafı yeniden üretmiş. Aynı bağlamda, rüyada, transta yahut uyurgezerlikte bilinmeyen bir yabancı dilde konuşma da irdelenmiş. Ölüm döşeğindeki bir adamın Yunanca konuşması küçükken duyduğu Yunanca şiirlerin açığa çıkmasıyken S.W.’nin konuştuğu yabancı dil ise ders kitaplarında gördüğü, etrafında duyduğu yabancı kelimelerin benzerlik ilgisiyle bir araya getirilmesi, bu kelimeler bir araya gelince ağızdan çıkan söz öbeklerindeki eksikliklerin de öznenin yaratıcılığı tarafından doldurulmasıdır.
“Bu türden garip işgalcilerle bilincimizin dolup taştığını rahatlıkla söyleyebiliriz ki bunların kimliklerini belirlemek zordur. Zihnin aydınlık ortamına her gün binlerce çağrışım girer ve biz onları beyhude sorgulayarak kökenlerimize ulaşmaya çalışırız. Bilinçli psişik fenomenlerin psişemizin tamamının yalnızca küçük bir parçası olduğunu akıldan çıkarmamak gerek. İçimizdeki psişik unsurların büyük kısmı bilinçdışıdır.” (s.110)
Öte yandan, S.W.’nin durumunun ilerleyen seyirlerinde büyükbabanın yerini Ulrich von Gerbenstein isimli başka bir kişi almış, bu kişi de oldukça laubali ve yüzeysel şekilde konuşmaya başlamıştır. Bu noktada S.W. bir kırılma yaşar çünkü artık uyurgezerlik ve halüsinasyon halinde inandırıcılığını kaybeder, performansını etkili kılmak için rol yapmaya başlar, rol yaptığının farkında olması yüzünden de yalan söylediği ortaya çıkar. İkisinin arasında beliren, kızın yetişkinliğinin ideal hayali olan Ivenes de vardır. Bu yazıda ayrıntılarına girememekle beraber kısaca değindiğim bu durumun sonucunda Jung bu iki bilinçaltı kişiliğin kaynağını belirtir. Büyükbaba onun geçmişini temsil ederken Gerbenstein ise 15 yaşındaki kızın kendisidir. Bu iki ucun birleşimi olan kız da bir orta yol bulmak isteyerek Ivenes hayalini yaratmıştır. Kısaca yazar, bugün dahi popüler olan medyum/kâhin sıfatlarını bilim masasına yatırarak bizleri hayrete düşüren birtakım mistik unsurların fenni açıklamasını yapmıştır. Zaten, pek çok azizin de bu tarz bir histeriden mustarip olduğunu belirtir ileride. Öte yandan farklı bölümlerde bahsettiği vakalar da dikkat çeker. Ancak bunlar arasında onu Freud’un sanatçı tarifine yaklaştıran ressam vakasında durmalı. Mani teşhisi konulan ve hırsızlıkla suçlanan bu ressam Papa ile konuşmakta, kendini Mesih olarak görmekte. Sürekli konuşan, hayvan sesleri çıkaran, ahlaki ve dini konularda sohbet etmeyi seven, insanların onu anlamadığını söyleyen, cezai ehliyeti olmayan bu insanda “mucit paranoyası” görmüştür Jung. Öte yandan idrak düzeyi çok yüksektir ve son derece kabiliyetlidir, yaptığı karikatürler hayranlık vericidir. Bu vaka, yazarın aklına “sıradan bir meslekte iyi işler çıkarabilecek ve hatta sivrilebilecek kadar yetenek ve enerjileri olduğu halde, küçük bir yetenek ve yok edilemez bir iyimserlikle yarı aç yarı tok bir hayan süren şairlerle sanatçıların sefalet içindeki yaşamlarını” getirir. İşte buradan hareketle eylemlerde belirleyici olanın zekâ değil karakter olduğunu söyler Jung. Schopenhauer’den alıntı yaparak insanın “ne isterse o” olduğunu belirtir. Tam da burada Freud’un sanatçı tanımı akla gelir: Freud, sanatçıyı nevrozunu başarılı şekilde somutlaştıran kişi olarak tanımlarken onu bir tür ruh hastası olarak niteler.
Yukarıda değinilen özelliklerden hareketle, Jung’un psikoloji alanında yapacağı katkıların ve analitik psikolojinin muştusunu görürüz. Genç bir asistanken dahi insan zihninin karmaşık yapısını ve insanla ilişkili kavramları ıskalamadan bütüncül bir bakış açısı geliştiren Jung, sonraki senelerde araştırmalarını derinleştirecek, sanattan teolojiye kadar pek çok alanı inceleyecek, arketipi, personayı, kolektif bilinçdışını ortaya koyacaktır.
Dipnotlar
- Nietzsche’yi ileriki döneminde Schopenhauer ve Wagner’in etkilediğini, Alp dağlarındaki seyahatte bir kayanın
başında bir nevi “aydınlanma” yaşayarak söz konusu eseri kaleme aldığını bilmekteyiz. Kısaca, Kerner’e
değinmez.