Zaman zaman “medya eskiden de böyleydi” yorumlarına maruz kalıyoruz. Hayır efendim, hiçbir zaman medya bu kadar vıcık vıcık olmamıştı. Elbette 80’lerde tüm dünyada olduğu gibi bizde de medya patronları iktidarla içli dışlıydı. 90’larda genel yayın yönetmenleri Roma’dan dondurma getirtseler de, kendilerine Beykoz Konakları’nda evler satın alınsa da, sıfır faizle kredi alıp iktidara direkt ya da endirekt methiyeler düzseler de, bunu asgari de olsa bir mesleki racon içinde yapıyorlardı. Televizyonlarda Siyaset Meydanı, 32. Gün gibi yapımlar artık çok lüks bir tarih nostaljisi bizim için. Evet Ahmet Kaya manşetleri de attılar, gazete de bombaladılar, yeri geldi savaş çığırtkanlığı yaptılar, bütün askeri darbelere de alkış tuttular, bunlar hiç olmadı, her şey güllük gülistanlıktı diyecek kadar saf değiliz elbette. Hatta Metin Göktepe’den Uğur Mumcu’ya öldürülen çok sayıda gazeteciyi unutmak mümkün mü? Lakin bugünkü gibi, adına gazete dedikleri paçavralarda, kanallarda yaşanan mesleki pespayelik kadarını da görmedik. Her şeyi kör gözlerimize soktukları parmaklarıyla aleni yapıyorlar artık. Üstelik aralarında zamanında düzgün işler yapan insanlar da var ve bu yeni medya ortamına katkı sunuyorlar, oluşan sistemi yeniden üretiyorlar, “Ne yapalım ekmek parası” argümanına sarılarak…
Faruk Bildirici’nin ifade ettiği Takvim örneğindeki gibi, ayın 29 günü aynı sayfada, aynı yerde, aynı “emekliye zam” haberi hiç yapılmadı, A Haber, Ülke, 24, Beyaz TV gibi her an, herkese küfür eden, sürekli “mehter veren” kanallar olmadı, Sabah, Akşam, Güneş gibi gazeteler bu kadar çöp değildi. 90’larda sol cenahın dahi takip ettiği Yeni Şafak’ın ve Yeni Akit’in nefret söylemine yaklaşan dahi olmamıştı. Ana akım medya, aksı kaymış, devletin ideolojik aygıtı nitelemesini aşan bir propaganda kurumuna dönüşmüş durumda. İlk özel gazetemiz olan ve “olayların tercümanı” gibi, adıyla mükemmel bir medya tanımını yapmış olan Tercüman-ı Ahval çıkalı 159 yıl geçmiş ve geldiğimiz nokta ne yazık ki bu. Şinasi gazetenin ilk sayısında halkın doğru bildiğini söylemesinin de yazmasının da hakkı olduğunu söyler. Şimdilerde o hak, resmi ve özel kaynaklarda hemen her gün çiğneniyor.
Buradan genç gazetecilik öğrencilerine ve mezunlarına bağlanalım. Çünkü onların durumu gerçekten çok zor. Değişik kaynaklarda farklı rakamlar verilse de, Türkiye’de halen 60'ın üzerinde iletişim fakültesinin olduğunu varsayabiliriz. Bu okulların çoğunda da “gazetecilik” bölümü olduğunu kabul edersek, kaba bir hesapla her yıl birkaç bin yeni gazeteci adayı sektöre çıkıyor demektir. Son 10 yılda işsiz kalan binlerce gazeteciyi de hesaba katarsak insan kaynağı arz talebinde ciddi bir dengesizlik olduğu bir gerçek. Sözgelimi Anadolu’nun falanca üniversitesinde gazetecilik okuyan bir gencin, İstanbul’da çalışma şansı neredeyse imkansız. İşini düzgün yapmaya çalışan az sayıdaki internet sitesi, 3-5 gazete ve tv kanalı dışında mesleki tatmini yaşayabilecekleri mecra da ne yazık ki yok.
Hal böyleyken, genç gazeteci adaylarına konvansiyonel gazetecilik eğitimi verip, potansiyel işsiz ordusu yaratmanın hiçbir anlamı yok. Teoride okutulanla pratik hayat arasında artık devasa bir uçurum oluşmuş durumda. Birkaç örnekle genç gazeteci adaylarının gerçeklerle yüzleşmeleri konusunda uyarılarda bulunmak istiyorum.
Örneğin, “Gazetecilik El Kitabı”ndan şunları öğrendin: “Gazeteci sıkıntıya düşmekten korktuğu, başı ağrıdığı ya da bir siyasi partinin veya bir çıkar grubunun yararını düşündüğü için haber gizler mi? Hayır, gazeteci özgür haber iletme hakkını daima göz önünde bulundurmak zorundadır.” Gel gör ki hayat sana böyle bir imkân sunmuyor genç kardeşim. Bu basit gazetecilik işlevini yerine getirirsen, sonun ne yazık ki Cumhuriyetçiler gibi olabilir. Bugün onlarca tutuklu gazeteciyle Türkiye hiçbir dalda yakalayamadığı bir başarıya imza atarak dünyada ilk 10 ülke arasında yer alıyor. Bu arada, kitapta yazdığı şekliyle gazetecilik yapmaya direnip işsiz kalanların listesi de hayli kabarık, bu da kulağına küpe olsun.
Kemal Aslan’ın “Haberin Yol Haritası kitabında, “Haberin doğru olması, haberde verilen bilgilerin doğru olması anlamına gelir. Yani yalan bilgi haberde yer almamalıdır” der… İşte bu embesil düzeyindekilerin anlayabileceği en temel mesleki kuralın dahi Türkiye’de karşılığının olmaması mesleğinde rastlayacağın en trajik gerçeklik olsa gerek. Bu konudaki “kreşendo” niteliğindeki örnek, hiç tartışmasız, Gezi zamanı ortaya atılan “Kabataş Fantezisi.” Şimdilerde ise “Ekrem İmamoğlu adam tokatladı”, “İmamoğlu valiye it dedi” falan filan, say sayabildiğin kadar…Burayı fazla uzatmayacağım, sen bu örnekten yola çıkarak her gün çok sayıda başka örnek bulabilirsin, gazete okumaya ve televizyon izlemeye mecalin varsa tabi.
Barış gazeteciliği kavramı da haliyle bu topraklara uzak. Nordenstreng’e göre gazetecinin tarafsız kalamayacağı değerler arasında, barışa ilişkin evrensel ölçütler, demokrasi, insan hakları, ulusal özgürlük gibi kavramlar vardır. Heyhat, reel hayatta oyunu kuralına göre oynamak istiyorsan şu manşetleri atan bir gazetede çalışmak zorunda kalabilirsin: “Tam 10 kez uyardık, günah bizden gitti”, “Rus çizgiyi aştı, vurduk”, “Uyardık, vurduk”, “Gereği yapıldı”, “Sabrın Sınırı”...
Kürt sorunu, Sözcü, Cumhuriyet dahil yazılı basının üzerinde en çok mutabık kaldığı alan olsa gerek. Burada da takdir edersin ki “barış gazeteciliği” kavramından oldukça uzağız. Barış İçin Akademisyenler için gazete ve televizyonlarda her gün “terörist” dendiğini söylemeye gerek yok. Zaten savaş çığırtkanlığı medyamızın en iddialı olduğu alanlardan biri olmuştur hep. 1993 yılında Türkiye gazetesi muhabiri Yusuf Sancak Bosna’dan bildirirken, “Cephede bir Sırp vurdum” diyerek medya tarihine adını altın harflerle yazmamış, adeta kazımıştı. Keza, “Kardak Krizi” sırasında Hürriyet’in de kayalıklara çıkıp Türk bayrağını dikmesi ve kudretli devletimizin yapamadığını yapmışlığı vardır. Dolayısıyla, “barışa ilişkin evrensel değerleri” şimdi hemen aklından çıkar lütfen, istirham ederim.
“Medya Dördüncü Güçtür” lafını hocaların pek sever. Şimdi, detaya girmeden önce anlaşalım, bu zaten hayli eski bir söylem. Ignacio Ramonet’nin, dört güç arasında sıkı bir çıkar ilişkisi olmasından dolayı yurttaş gazeteciliğini temel alan beşinci gücün yaratılması gerektiğini ortaya atmasından bu yana da uzun zaman geçti. Medya patronlarının büyük çoğunluğunun enerji, maden, inşaat, perakende vb. sektörlerde de var olduğu, patron çocuklarının şaşalı düğünlerle evlendirildiği bir ortamda neyin dengesinden, neyin gücünden bahsediyoruz? Eskiden Aydın Doğan, Dinç Bilgin, Kemal Ilıcaklara kızardık, meğerse onlar birer melekmiş evladım.
Özetle, gazetelerin, haber sitelerinin, haber kanallarının 3 ajanstan haberleri devşirerek kullandığı, sokakta narın faydaları röportajlarının yapıldığı, patronların medyayı diğer işlerinin takibi için birer araç olarak gördüğü, bütün gazetelerin aynı manşetlerle çıktığı, Habertürk'ün, Vatan’ın kapandığı, Milliyet’in kapanacağı dedikodularının dolaştığı, tirajların dip yaptığı, gazetelerin az kişiyle çıktığı bir ortamda, Anadolu'nun ücra köşesinden mezun binlerce gencin İstanbul'da, hatta başka yerde “düzgün” gazetecilik yapması mümkün mü? Bu genç arkadaşlar da gerçeklerle yüzleşmek için öncelikle kendilerine sormalılar: “Arkadaşlarım arasında gazete okuyan, haberleri televizyondan izleyen var mı?” Elbette ki 30, hatta 40 yaş altı artık gazete okumuyor, haberleri televizyondan almıyor, okumayacaklar da, almayacaklar da…Eskinin “kanaat önderleri” olan gazeteciler yerlerini “influencer”lara bırakmışken kim ne yapsın artık bu konvansiyonel mecraları?
O zaman en azından Türkiye için rahatlıkla söyleyebiliriz ki; herkesin artık kolayca medyum olabildiği, olabileceği, yurttaş gazeteciliğin esas hale geldiği bir çağda gazetelere ve haber kanallarına artık ihtiyacımız yok. Bloglar, haber siteleri, sosyal medya hayatımızı şekillendirmeye devam edecek. Bu mecralara istediğiniz kadar tukaka deyin, gazeteler yaşamaya devam edecek deyin gerçekler bize bunu söylüyor. Geleneksel medya her geçen yıl daha da önemini yitirecek. Bu Ertuğrul Özkökvari yorumdan hicap duymakla birlikte, önümüzdeki yıllarda 5N1K’nın dahi belki algoritmik olarak formüle edilebileceği günler yakınken, gazetecilik fakültelerinde ve tabii arkaik eğitimlerin verildiği başka konularda verilen okullarda potansiyel binlerce işsiz yaratmanın ne anlamı var?