Şimdi hayatta kalma, hayata tutunma zamanı. Yasımızı yaşamanın yollarından birisi yaşayanlara şefkat göstermek. Yaşama saygı duymak. Hayatta kalanı merhametle sarmalamak. Yaşama saygı, yaşayanların en azından temel ihtiyaçlarının karşılanmasıyla mümkün.
Hayatta kalanın hayata tutunması için çabalarken ilk akla gelmesi beklenen sağlık sistemi. Hastane, hekim ve tüm sağlık personeli ile ilaç temini için depremin yol açtığı ve öncesinde ekonomik krizin vurduğu sektörü ayağa kaldıracak politikalar üretilmeli. Eski yanlış politikalarla sağlığı ticarileştirmekten vazgeçilmek zorunda.
Deprem sonrasında yapılan ilk kabine toplantısından böyle bir karar çıkmadı. Çıkmasını da beklemiyorduk bu ucube sistemin kurucuları ve yöneticilerinden. Devlet enkazın altında kaldı deniyor ya, devletin değil asıl bu ucube sistemin enkazdan çıkamadığını söylemek daha yerinde bir ifade olur. Enkazdayken sağlıklı düşünmeleri mümkün değil ki doğru sağlık politikaları üzerine kafa yorsun kabine. Ağız alışkanlığıyla kabine denilse de müteşekkil bir hükümet karar vericilerinden söz etmiş olmuyoruz tabii. Tek karar verici ile onun bir grup siyasi memurundan oluşan ucube sistemin enkazdan çıkıp doğru politikalar oluşturması, toplumu yeniden ayağa kaldırması mümkün değil. Yine de öncelikli işlerin neler olması gerektiğine dair bizler kafa yormaya devam edelim. Ucube sistemi değil ama ucube sistemin felç ettiği devleti enkazdan çıkaracak olan yine de toplum çünkü.
Öncelikli işlerden bir diğeri kapıdaki gıda kriziyle baş etmek olmalı örneğin. Tarım üretimini sürdürecek düzenlemeler yapılmalı. Ekonomik krizin sonucu değil nedenlerinden birisi tarım ve hayvancılık alanında yapılan hatalardı. Şimdi üstüne gelen depremle insanlar, hayvanlar öldü, yaralandı, sektör ağır hasar aldı. Yazık ki işimiz tarım ve hayvancılık alanında sadece depremin oluşturduğu hasarı gidermekten ibaret olmayacak. Bugüne kadar sergilenen yanlış yönetimin verdiği hasarı da aynı anda bir arada onarmak için köklü değişikliklerle, iklim krizinin öğrettiği şekilde hareket etmek gerekiyor. Doğaya uyumlu, eko sistemin dengesini bozmayacak politikalar geliştirilmeli. Salt insanı değil tüm canlıları gözeten bir tarım ve hayvancılık politikası geliştirebilirsek eğer hem depremin yaralarını sarmak kolaylaşır hem de deprem öncesi başlayan ekonomik krizden çıkış için yol bulunur. Ve hiç ihmal edilmeyecek ilkeler doğrultusunda geliştirilmeli bu politikalar.
Toplumsal cinsiyet eşitliği ve eşit yurttaşlık ilkeleriyle, çevre bilinciyle hareket ettiğimiz takdirde üst üste binen bu krizlerin hepsini aşmak mümkün. Ancak yaptıkları, yapacaklarının teminatı olan AKP iktidarının ve Cumhur ittifakının ürettiği bu ucube sistemin kabinesi, o tek kişi ve siyasi memurlarının soluğu yetmez bütüncül politikalara. Bilindiği üzere iktidarın vizyonu tarım arazilerini rant kaynağı olarak görmekten ibaret. Ya arsa yapıp köylüden vergi almak ya da yabancı şirketlere kiralamak bildikleri tek şey.
Verimli bereketli tarım arazilerini arsaya dönüştürdüler yıllardır. Köylerde tarla tanımlı arazi kalmadı neredeyse. Köylü ne yapacak ekip biçse de o arsaya dönüştürülmüş tarlanın yükselen vergisi, üründen elde ettiğini gasp edecek boyutta. Kendi gıdasını çıkaracak kadar ekip biçse bile, emeğiyle yerden çıkardığını vergisiyle satın almak gibi bir durumla karşı karşıya kaldı köylü. Köyler boşaldı böyle olunca ve kalanlar da “mütayide verir keyfime bakarım” demekte. Böylece tarım arazileri gıda değil mebzul miktarda müteahhit üretti. Cebine beş-on milyon koyan, tarım arazisine apartman diker oldu. İşlendiğinde bereket fışkıran ovalar artık balta girmez beton ormanı. Köylünün cebinden bir kuruş tarla vergisi yerine beş kuruş arsa vergisi alıp, bir karışını bile vermeyiz diye babalandıkları vatan toprağını ticari meta haline getirdiler. Son yirmi yılda arsaya dönüştürülmeyen tarla kalmadığı gibi hepsi de imara açıldı. Vatan toprağı oldu rant kapısı.
Bu bakış açısından nitelikli tarım politikası beklenmiyor tabii ki ama yine de ilk kabine toplantısı için inşaat demiri soruşturulması can yakıcı. Canlarımızı inşaatlarda yitirdik geride kalanın canını yakmayalım bari demeleri beklenirdi yahu! Bu kadarcık bir hassasiyet bile gösterilmedi. Yaşam odaklı, sürdürülebilir, verim arttırıcı tarım politikası düşünmeleri şurada dursun, insana ve acıya dahi saygı yok. Depremzedeler binalara giremiyor, hele geceleri, sağlam olsa bile hâlâ evlere sığamıyorlar.
Tarımı bitirdiler ama hiç değilse o araziye uygun yer-yapı projelerini düşünselerdi. Hayır yapmadılar. Zemine uygun temel ve yapı denetimi yerine uygunsuz binalara imar affı getirmekle övündüler. Saydılar kaç bin kişiyle barıştıklarını. İmar barışı denilen o imar affıyla cinayet işlendi, resmen bilinçli taksirle öldürme gerçekleşti. O affedilen binalarla beton mezarlar oluşturdular. Şimdi ilk kabine toplantısında öncelik verdikleri yeni mezar kazmak misali yeni bina dikmek. Dur hele bir uzmanları dinle. Zemin etüdü yapılsın. Doğru dürüst insanca yaşama uygun şehir planları oluşturulsun. O zemine uygun inşaat tipi belirlenip o şehir planına göre yapım başlasın. Hayır bunu düşünmüyorlar. Hemen üç ay içinde başlayacaklar. Çünkü ucube sistemin taşıyıcı kolonu kasaba müteahhitliği. İktidar, önceliği, hayli itibarı sarsılmış müteahhitleri ayağa kaldıracak işlere verdi. Ki onlar tekrar güçlenip iktidarı taşıyabilsin. Başka bir deyişle ilk kabine toplantısında inşaat demiri arayışına girmek, bina yapımına öncelik vermek, binaları depreme dayanıklı hale getirmek için değil, müteahhitleri iktidarı taşıyacak kadar güçlendirmek için. İktidar yıkılmamak için az hasarlı binaları değil müteahhitleri ve inşaat sektörünü güçlendirecek.
Depreme karşı hazırlıksızlık; doğru politikaların önceden belirlenmeyişi, deprem anında toplumsal refleksle oluşan insani yardımlaşma ve dayanışma çabasını koordine etmek yerine, koordinasyonu sağlamakla görevli kurumun engellemesi şeklinde kendini gösterdi. Saymakla bitmeyen yönetim zafiyeti artık bayrağın ve kutsalın arkasına saklanmaz derecede ayan oldu.
Doğa olayı diyerek hemen “kader, kader planı” gibi zırvalıklara sığınmak yok. Akif’in benzetmesiyle söylersek kadere sığınıp, tevekkülü hatırlatanlar, hiç utanmadan Allah’ı kendilerine vekilharç tayin edenlerdir. Ayet bize kaderimizin gayretimize bağlı kılındığını söylüyor. Anadolu dindarlığında ise bu ayetin insana yüklediği sorumluluk “önce eşeğini sağlam kazığa bağla sonra Allah’a tevekkül et” sözüyle halka anlatılmış. Kader planı gibi sloganik dini söylemle, konut adıyla mezar inşa edildiği gerçeği saklanamaz. Kadere inanıyorsan bileceksin ki o inşaatı Allah değil müteahhit yaptı, sen denetledin, sen ruhsat verdin. Kadere inanıyorsan, inancının gereği Allah’ın yarattığı arzın hareketini öğrenmek ve bu bilgiyle tabiata uyumlu yapılaşma gerçekleştirmek yönetici olarak senin temel sorumluluğun. Kader anlayışı tüm kusurların arkasına saklanabileceği bir reklam panosu değildir söylemiş olayım.
Doğayla ve günümüz itibariyle daha çok depremle uyumlu nesiller yetiştirmeliyiz. Yapılaşma ve kentleşme de deprem ülkesi olduğumuz bilinciyle planlanmalı. Bu bilince küçük çocuklardan karar vericilere varana kadar toplumun her bireyinin ulaşması ise ancak eğitimle mümkün. Ucube sistemin deprem sonrası aldığı ilk kararlardan birisi de üniversiteleri yüz yüze eğitime kapatıp uzaktan eğitime mecbur etmek oldu. Yurt binalarını depremzedelere vermek gibi abesle iştigal anlamına gelen kararla eğitime bir darbe daha vuruldu. Bilimsel gelişmeyi daha da geriletecek bu karar sonrası artık inşaat mühendisi, mimar, jeofizikçi olacak gençler uzaktan eğitimle yetişecek belli olmayan bir süre boyunca. Maraş Belediye başkanına sunulan deprem raporuna verdiği cevap “bunlara inanmıyorum” olmuş ya, nasıl anlatsak meselenin inanç değil bilgi ve bilime saygı olduğunu. Kader meselesinde az önce belirttiğim gibi dini inancın da bilgi gerektirdiğini anlatamamışken zor çok zor. İster bilimsel bilgi ister dini bilgi açısından düşünelim o kader planı sözü de bu belediye başkanının jeofizik raporuna inanmayışı da ancak cehaletin iktidarı olarak tanımlanabilir.