Kabuğu kaldır, yara oradadır

Georges Didi-Huberman’ın, Elif Karakaya çevirisiyle, Lemis Yayın tarafından basılan, Kabuklar adlı kitabını okurken, mekânın bellek ile olan ilişkisini bir kere daha düşünme imkânı buluyoruz. 2011 yılında Auschwitz-Birkenau’yu ziyaret eden, ailesinin bir bölümünü Nazi kamplarında kaybetmiş bir yazarın aynı zamanda kişisel bir yüzleşme metni olarak kaleme aldığı bu metin, hem hafıza mekânları üzerine düşündürüyor hem de görmenin, bakmanın, dönüştürülmüş mekânın bellek ile ilişkisini anlatmaya çalışıyor.

Abone ol

DUVAR - Bellek bireyin sadece öznel tarihini yansıtmaz, egemenler tarafından müdahale edilen ve yeniden kurulan bir durum olarak da karşımıza çıkar. Kişilerin ve toplumların hatırlama ve unutma biçimleri gücü elinde bulunduranlar tarafından biçimlenebilme özelliğine sahiptir. Egemenler hatırlatmak ve unutturmak istedikleriyle bireylerin ve toplumların belleğine müdahil olup tahakkümlerini kurmaya çalışırlar. Bunun bir yolu da mekânların yukarıdan bir elle tasarlanmasıdır, tarihin felaket anlarına tanıklık etmiş herhangi bir yerin devlet tarafından resmi müze olarak işlevselleştirilmesi, bunun örneklerinden sadece birisidir. Yukarının müdahalesiyle kurgulanmış bu mekânlar genellikle masum yerler olmaktan çok devletin veya ulusun devamlılığı ekseninde faaliyet gösterirler.

Pierre Nora, 'Hafıza Mekânları' adlı kitabında, mekânların tarih ve iktidar eliyle nasıl yeniden üretildiğinden bahseder ayrıca ona göre bütün bunların sebebi ulus devletin ritleri yok etmesi ve onların yerine kendi ritlerini koymasıdır bunu yaparken de yine tarihi kullanmıştır. 'Hafıza mekânları' öncelikle kalıntılardır bu tarih içindeki anma bilincinin sürüp gitmesi için gereklidir (age. 39). İnşa edilen bu mekânlar yukarının ritini devam ettirirken, hakikatin önüne çekilmiş perdeleri andırırlar çünkü devlet eliyle oluşturulmuş müzeler, arşivler gerçekliği değil işlevsel olanı depolamayı amaçlarlar. Bu nedenle yüzleşmeden çok turistik amaçlı yerlermiş gibi bir algı oluştururlar.

Georges Didi-Huberman

'KABUKLAR'

Georges Didi-Huberman’ın, Elif Karakaya çevirisiyle, Lemis Yayın tarafından basılan, Kabuklar adlı kitabını okurken, mekânın bellek ile olan ilişkisini bir kere daha düşünme imkânı buluyoruz. Yukarıdaki ifadelerde bu kitabın bana düşündürdükleri oldu bir bakıma. 2011 yılında Auschwitz-Birkenau’yu ziyaret eden, ailesinin bir bölümünü Nazi kamplarında kaybetmiş bir yazarın aynı zamanda kişisel bir yüzleşme metni olarak kaleme aldığı bu metin, hem 'hafıza mekânları' üzerine düşündürüyor hem de görmenin, bakmanın, dönüştürülmüş mekânın bellek ile ilişkisini anlatmaya çalışıyor. Kitap, yazarın kişisel duygularını da işin içerisine katmasından dolayı okur üzerinde buruk bir etki bırakıyor. Çünkü bir taraftan yazarın kişisel yüzleşmesine tanıklık ediyor, diğer yandan felaketi, onun üzerine yazmanın, okumanın nasıl zor olabileceğini bir kere daha anımsıyoruz.

METAFOR BELLEĞİ ÇAĞIRDIĞINDA

Georges Didi-Huberman, Auschwitz-Birkenau’yu ziyareti sırasında buradaki Huş ağaçlarından kopardığı, her birini bir kelime olarak tahayyül ettiği kabukları metafor olarak kullanıyor. Bu ağaç kabukları önemli çünkü Birkenau ismini bu ağaçlardan alıyor ve sonundaki yer anlamını sağlayan 'au' eki Almanca’da 'au!' ünlemi, Fransızca’da 'aϊe' veya İspanyolcadaki 'ay!' gibi kelimeler acı ifadesi olarak anlamını buluyor bu da bir bakıma yazarın çıkış noktası oluyor. Çünkü kabuklar yüzeyde görüneni ifade ederken, altını kaldırdığınızda acılı bir geçmişin izini taşıyor ve ortaya kuracak çok cümle çıkıyor. Yazar böylece, felakete tanıklık etmiş olabileceklerini düşündüğü bu ağaç kabuklarının fısıltısının peşine düşüyor. Bu da bellek için metaforların nasıl işlevsel kılınabileceğini hatırlatıyor. Draaisma: "Metaforların en önemli işlevi, hatırlananın nesneye odaklı olarak sabitlenmesini sağlamasıdır. Metaforlar edebi-bilimsel inşalar olarak bir çağın, bir kültürün, bir ortamın yansımalarıdır. Bu bakımdan onları kullananların faaliyetlerini ve düşüncelerini ifade ederler. Niyetleri bu olmasa da metaforlar, bir entelektüel iklim yakalar ve böylece bizatihi kendileri bir bellek biçimi olarak var olurlar" (2007: 21) der. Didi-Huberman, başlangıçta bu ziyaretten o kadar etkilenmemiş olduğunu sanıyor ancak kabukları alıp bir sıraya göre dizdiğinde, onları bir cümle içerisinde kullanmak gerektiğini düşünüyor. Böylece biz de yazar ile birlikte metaforun belleği çağırmasına ve yüzleşmeye vesile olmasına tanık oluyoruz, Auschwitz-Birkenau’da yaşanan trajedi, ağaç kabuklarından okunuyor, dile geliyor çünkü anlatmanın zorunlu olduğu yerde yüzeye değil, derine bakmak gerekiyor.

Kabuklar, Georges Didi-Huberman, çev: Elif Karakaya, 70 syf., Lemis Yayınları, 2018.

DUVARLAR YALAN SÖYLÜYOR

Auschwitz’e bir kültür mekânı, bir müze olarak bakılabilir mi? Yazarın en önemli sorularından birisi bu. Didi-Huberman burasının bir 'barbarlık yeri' olduğunu düşünüyor. İnsanların hayatta kalmak için çırpındığı, acının, trajedinin dile getirmesi en zor olanın yaşandığı yerlerden birisi çünkü bu mekân. Bu nedenle resmi olarak düzenlenmiş olanın, bakılmasına izin verilmiş kısmını değil ardını görmek, o insanları duymak, mekân içerisinde dolaşırken, senin o an geçtiğin yerden ölüme gönderilmiş insanların, kayıp sesine ulaşmak gerekiyor. İşte bu sebeple yazarın deyimiyle, 'kültür, tarih pastası üzerindeki çilek değildir'. Çünkü asıl hakikat en üst yüzeyde olanda, zaten görmemizde sakınca olmayanda, bize gösterilende değil onun ardında kalanda gizlidir. Bundan dolayı Auschwitz’in duvarları 'yalan söylüyor' Didi-Huberman’ın dikkat çektiği gibi çünkü oluşturulmuş bir mekân, hele ki felakete tanıklık etmişse, genellikle yalan söyler, hakikati gizler. Yazarın sorusunu sormalıyız tam burada: “Dünyanın her yerinde tüm kültür mekânları -kütüphaneler, sinema salonları, müzeler- Auschwitz’in hatırasını yaşatmaya katkıda bulunabilir, bunu söylemeye gerek yok. Ama Auschwitz’in hatırlamak amacıyla kurgusal bir mekân olarak tesis edilmesi için yerinde unutulması mı gerekirdi?” Yerinde unutmak veya unutturmak, onu yukarının eliyle tasarlamak, bir müze olarak dönüştürmek, sergi alanı gibi oluşturmak sanırım işte bu bir felaket mekânını bulunduğu yerde unutturmak anlamına geliyor. Buraya bir not düşmeli, kitabı okurken, merak ile Auschwitz-Birkenau hakkında internet taraması yaptığımda, ilk başta bir seyahat şirketi çıktı ve buraya yapılacak gezi, tur ücretleri, müze hakkında bilgiler, yazarın söylemeye çalıştığını doğruluyordu her şey anlamından çıkarılmış, felaketsiz, trajedisiz sadece bir gezi mekânı algısı yaratılmıştı. Can yakıcı, çünkü onca insanın âh’ı ne olacak peki?

UTANARAK BAKMAK

Didi-Huberman kitapta ayrıca bakma ve görme biçimleri üzerine duruyor. Kendisinden yola çıkarak verdiği örnek ise epey düşündürücü. Şöyle anlatıyor; “Böyle bir yer ziyaretçilerinin bir noktada kendi bakma eylemlerini sorgulamasını bekler. Zamanla anladım ki, vücut yapım -kısa boy, gözlük takmama rağmen miyop kalan gözler, temel bir korku- beni daha ziyade aşağıdaki şeylere bakmaya itiyor. Yere bakarak yürümek gibi bir huyum vardır. Muhtemelen çok eskiye dayanan bir düşme korkusundan kalan bir şey olmalı. Ama bu ayrıca bir utanma eğiliminden de kaynaklanıyor olabilir…” Bu uzunca alıntının söylediği şöyle bir şey var Auschwitz gibi bir mekâna bakarken karşıya, karşının simgelediği geleceğe doğrudan bakamayız, geçmişe bakarız çünkü geçmiş bizim 'şimdi'mizde anlam bulduğunda, hakkı gasp edilenin sözünü şu an da söylemesine imkân tanır. Ayrıca, yere bakmak gerekir, utanan bir bakışla zemine çünkü duvarların yalan söylediği yerde zemin hakikati söyleyebilir. Yazarın da söylediği gibi; “Burada duvarlardan geriye neredeyse hiçbir şey kalmamış. Ama ölçek yalan söylemez ve size eşi görülmedik bir güçle yıkımın ve terörün gücüyle vurur. Zemin de yalan söylemez.” Didi-Huberman kitapta bu konuda örnek olarak çektiği bir zemin fotoğrafını veriyor. “Bu yarılmış, yaralanmış, açılmış zemin. Tarihin kırıp döktüğü, çatlattığı, haykırma, isteği uyandıran bu zemin” olarak betimliyor fotoğrafı, içimize derin bir keder bırakıyor görüntü, zemin ölümün çığlığına dönüşüyor, çaresizce katledilmiş olanın gerçekliği, kırık bir zeminden hayata sızan sese dönüşüyor.

KABUĞU KALDIR

Çoğu zaman görülebilecek her şeyi gördüğümüzü, dünyanın acıları karşısında, sözümüzün bittiğini düşünüyoruz. Onca felakete tanık olup böyle hissetmek, ara sıra yılgınlığa düşmek elbette anormal bir durum değil. Ancak Didi-Huberman’ın ailesinin pek çok üyesini kaybettiği Auschwitz kampı ziyareti sonrası, oradan aldığı ağaç kabuklarını sese ve söze dönüştürmesinin de söylediği çok şey var. Kendisinin de ifade ettiği gibi; “O hâlde şunu asla söyleyemeyiz: Görecek hiçbir şey yok, hiçbir şey kalmadı. Gördüklerimizden şüphe edebilmek için, hâlâ görmeyi her şeye rağmen görmeyi, bilmemiz gerekir. Yıkıma rağmen, her şeyin silinmesine rağmen…” Çünkü sesi elinden alınmış olanın, sözü susturulmuş olanın âh’ı var, ölenlerin yarım kalmış cümleleri var, sözünü ölümüyle söylemek zorunda bırakılmışların yası var. Bu nedenle, kabuğu kaldırmak gerekir yarayı görmek için.

Kaynaklar

  • Draaisma, D., (2007), “Bellek Metaforları ‘Zihinle İlgili Fikirlerin Tarihi’”, (Çev. Gürol Koca), İstanbul: Metis.
  • Nora, P., (2006), “Hafıza Mekanları”, (Çev. Mehmet Emin Özcan), Ankara: Dost.