İzleyiciyi ilk dakikadan itibaren avucuna alan kâbus atmosferinden, işlediği temalara ve uğradığı baskılara dek, iyi bir filmden de fazlasıyla karşı karşıyayız. Filmin ruh hali ülkenin ruh haline, kâbusları ise gerçekliğimize sarsıcı derecede denk düşüyor. Muhteşem finaliyle beraber de, bu kâbustan her nasılsa umutla çıkmayı başarıyoruz.
Emin Alper’in, dünya prömiyerini Cannes’ın “Belirli Bir Bakış”
bölümünde yapan ve ardından katıldığı festivallerde büyük övgü ve
ödüllerle karşılanan son filmi “Kurak Günler”, yarattığı bu
yankının yanı sıra, tam da bize yaraşır biçimde, maruz kaldığı
sansür ve baskı mekanizmalarıyla birlikte konuşuluyor günlerdir.
Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü, filme verdiği
finansal desteği faiziyle geri istedi. Senaryonun son halinin
tesliminin üzerinden 20 ay geçtikten sonra, senaryoda yapılan
değişiklikleri bahane ederek… Bir filmin senaryosunun tasarımından
yapım sonrasına dek türlü değişikliklere uğrayabileceği, bugün
ortalama bir sinema izleyicisinin bile bildiği bir şey. Bunun son
derece politik bir karar olduğu aşikâr. LGBTİ+lara yönelik nefretin
tüm imkanlarla köpürtüldüğü bir dönemde, filmin iki erkek karakteri
arasındaki homoerotizm ve içerdiği homofobi teması bunun önemli bir
nedeni gibi görünüyor. Bu güçlü etkene, Emin Alper’in tutarlı
biçimde sürdürdüğü politik tavrını ve filmin çok açık politik
göndermelerle, bir orta Anadolu kasabasından bir Türkiye minyatürü
çıkarmasını da ekleyelim. İzleyiciyi ilk dakikadan itibaren avucuna
alan kâbus atmosferinden, işlediği temalara ve uğradığı baskılara
dek, iyi bir filmden de fazlasıyla karşı karşıyayız. Filmin ruh
hali ülkenin ruh haline, kâbusları ise gerçekliğimize sarsıcı
derecede denk düşüyor. Muhteşem finaliyle beraber de, bu kâbustan
her nasılsa umutla çıkmayı başarıyoruz.
Kurak Günler, film afişi
Bu cesur, yaratıcı ve alabildiğine politik filmin karşılaştığı
haksızlık ve baskılar, izleyicinin sahip çıkmasıyla çok da politik
bir karşılık buldu. “Başka Sinema” kapsamında 9 Aralık’ta ülkede
pek çok salonda gösterime giren film, ilk üç günü itibarıyla
50.000’in üzerinde seyirciyle buluşarak Cannes’da yarışmış Türkiye
filmleri arasında en yüksek gişe hâsılatına ulaştı. Günümüzün,
konuşulduğu hızla tüketilen pek çok içeriğinin aksine izlendikten
günler sonra bile insanı üzerine düşünmeye teşvik eden hayli
katmanlı bir film için büyük başarı.
Kurak Günler ekibi Cannes Film
Festivali'nde.
Emin Alper’in ilk filmi, benim için hala özel bir yeri olan
“Tepenin Ardı”, (2012) bozkıra sıkışmış bir erkekler dünyasında,
bir tüfek atışıyla düşmanın yok yere dışarıda arandığı bir “iç
savaş”ın başlaması üzerine kuruluydu. Toplumsal-kültürel
stereotipleri, iktidar ilişkilerinin dinamiklerini büyük başarıyla
kullanan film, kadın sorunundan etnik meselelere geniş yelpazede
bir Türkiye alegorisiydi. Nejat Ulusay’ın, 2004 tarihli bir
makalesinde, '80 sonrası Türkiyesi’nin "yerleşik kimlikler üzerinde
oluşturduğu sarsıntıların" bir ürünü, “toplumsal bir kriz olarak
erkeklik krizi”ni ele aldıklarını vurguladığı filmler gibi “Tepenin
Ardı”nın da niyeti aslında bu krizi anlatmaktan çok
toplumsal-siyasal ortamın bir alegorisini sunmaktı. Ancak bu kriz
bu ortamın tüm bileşenleriyle çok iç içe olduğundan filmin baktığı
yerden Türkiye’nin hikâyesini anlatmak ancak bir “erkeklikler
filmi” ile mümkün olabilmişti.
“Kurak Günler”de de biraz benzer bir durum var. Film bir
noktadan itibaren toplumsal gerçekçi çerçeveden uzaklaşıp bir kâbus
atmosferine bürünerek politik gerilimden psikolojik gerilime
evrilse de, baştan sona politik niyeti o kadar açık ki, filmin
geçtiği Yanıklar kasabasının bir Türkiye alegorisinden öte,
minyatür Türkiye olduğunu söyleyebiliriz. Cam şişe içinde özenle
yapılan gemi maketleri gibi, 2 saatlik filmde bir kasabaya
Türkiye’ye dair can alıcı tüm sorunlar sığdırılmış. Yolsuzluk,
nepotizm, yozlaşma, hayvana şiddet, ırkçılık, kadına şiddet ve av
kültüründen taciz ve tecavüze uzanan çizgi, en nihayetinde de
homofobi temalarıyla bugün yaşadığımız her türlü dehşeti bir
hikâyeye hiç sırıtmadan sığdırmayı başarmış Emin Alper. Bizde
dünyanın bütün dertlerini bir filme sığdırma eğilimi çok yaygındır
ama çok az film bundan bu kadar alnının akıyla çıkar.
Selahattin Paşalı, Ekin Koç.
Filmdeki homoerotizm ve homofobi öğeleri tahmin edilebileceği
gibi çift taraflı eleştirilere de maruz kalıyor. Devlet ve toplumun
büyük kısmı, LGBTİ+ temanın imasına bile katlanamadığı için destek
geri çekiliyor, karalama kampanyaları başlatılıyor. Bir yandan da
aynı film bu temayı çok örtük, yer yer çekingen biçimde işlemekle
eleştiriliyor. Bu kısma katılmıyorum. Filmin iki başrol
oyuncusundan Ekin Koç’un bir röportajında bahsettiği “bu filmden
eşcinsel bir aşk filmi beklemeyin, Brokeback Mountain çekmedik”
sözü doğru yani bu bir kuir aşk hikayesi değil. (Zaten aşk hikayesi
değil.) Ancak tıpkı “Tepenin Ardı”nın bir Türkiye alegorisine
varabilmek için hegemonik erkeklik hikayesini anlatmasının
gerekmesi gibi, içinde bulunduğumuz dönemde de ülkedeki tüm
arızaların uç verdiği homofobi meselesine değmeden filmin
amaçladığı manzarayı çizmek mümkün değil. Kadınların katledildiği,
kız çocuklarının altı yaşında gelinlikle evlendirilebildiği,
tacizi, tecavüzü ve türlü dehşeti “yen içinde” tutan, her yanından
sapır sapır dökülen kutsal aileye tehdit olarak gösterilen LGBTİ+
nefreti, maalesef yaygın homofobi nedeniyle çok geniş bir toplumsal
kesimde karşılık buluyor hâlâ. Tüm yozlaşma, adaletsizlik ve
şiddetin karşısına konduğunda en çok “çalışan” fobi hala bu.
Yönetmen, söyleşilerinde sıkça belirttiği üzere, bu riski almış ve
oto sansür de geliştirmemeye gayret etmiş. Sonuç olarak
belirsizliklerle ve düğüm noktasını oluşturan gecede içkisine hap
atıldığı için bir tür “kararma” yaşayan, ne olduğunu tam
hatırlayamayan ana karakterin gel gitleriyle örülü filmin,
karakterin cinsel kimliğini açıklama gibi bir çabası yok. Gerilimin
önemli bir kaynağı da, toplumsal ikiyüzlülüğü en sağlam biçimde
ortaya çıkaran da bu belirsizlik zaten. Öte yandan Selahattin
Paşalı ile Ekin Koç arasındaki cinsel gerilim o denli yoğun ki, pek
çok dizide bize “seksi çift” diye ittirilen ikililerden daha yüksek
bu kimyayla pek de tartışmalı bir yanı kalmıyor bu konunun.
Selahattin Paşalı
“Kurak Günler”, Batılı bir algıya sahip, idealist olduğu kadar
da deneyimsiz savcı Emre’nin (Selahattin Paşalı) yeni atandığı
“Yanıklar” kasabasında tüm dehşetiyle paket halinde karşılaştığı
“Anadolu irfanı”yla imtihanını anlatıyor. Kâğıt üzerinde, küçük ve
çözümlenebilir meseleleri olan, huzurlu bir yer olması beklenen bu
kasabanın bir nevi “cinnet mekân” olduğunu ilk sahneden anlıyoruz.
Tüm o minyon dinginliğine, huzur verici ses tonuna karşılık kasaba
düzeninin olanca yolsuzluğuyla sürmesi için elinden geleni
yapma(ma) azmiyle bir nevi bozkır Mrs. Danvers’ını (Rebecca’daki
kâhya) andıran “hâkime” hanımla (Selin Yeninci) beraber bir obruğun
önünde duruyorlar ilk sahnede. Emre, kendisini etik açıdan ikilemde
bırakan bir davete icabet edip etmemesi gerektiğini soruyor.
Hakimanım dondurucu gülümsemesiyle, “burası küçük bir yer savcı
bey, buralarda böyle şeyler normal karşılanır,” diyor. Zaten ona
göre normal olmayan bir şey yok, çark dönsün ve kocasıyla (Onur
Gürçay) dünya sıkıcısı düzenleri aksamadan yürüsün yeter ki.
Filmde tüm oyunculuklar iyi, gri-beyaz bir karakteri tüm
nüanslarıyla canlandırmayı başaran Selahattin Paşalı ise
olağanüstü… Bu Türkiye ölçülerine göre yakışıklıdan ziyade “güzel”,
çünkü kara yağız jön profiline uymayan, “ağır abi”nin tam tersi,
bembeyaz teniyle kendini sulara atmaktan çekinmeyen adam, aslında
salt bu nedenle bile “yeterince erkek sayılmayarak” kasabanın
testesteron ve kompleks fışkırtan erkeklerini bıyık altından
gülümsetiyor. İlk sahnede karşılaştığımız obruğa düşebileceğini,
devamında sokak boyu bir kan iziyle sürüklenerek karşılaştığı
avlanmış yaban domuzunun yerini alabileceğini hissettiğimiz bir
karakter Emre, baştan itibaren bu bozuk düzenin kurbanı olmasından
endişeleniyoruz. Filmin önemli maharetlerinden biri, böyle bir
karakteri kurban/tanık/kahraman ve fail kadar belirsiz bir çizgide
baştan sona tutabilmesinde.
Savcı Emre, Yakup Kadri’nin Yaban’ından bugüne çok sık
karşılaştığımız “taşraya tayin edilmiş aydın” karakterinden aslında
pek çok açıdan farklılaşıyor. Emin Alper’in farklı söyleşilerde
belirttiği, bizim de annesiyle (Hatice Aslan) yaptığı online
görüşmede kadının elinin altında hangi gazete olduğunu bile kolayca
kestirebileceğimiz biçimde, Kemalist bir ailenin oğlu belli ki.
Bunun dışında özel bir politik tutumu, muhalifliği yok, yolun
başında olmasının da katkısıyla hayli idealist, sadece işini doğru
yapmaya çalışıyor. Filme dair bazı eleştirilerde savcı karaktere
kasabalının gayet hoyrat davranışının gerçekçi bulunmadığına
rastladım. Barış Özkul bu yazısında bu değişimin
nedenlerini gayet güzel anlatmış. Geçmişin, kasabalının belli bir
saygılı mesafeyle yaklaştığı, kendisini de kasabalıdan üstün
görmeden edemeyen, misyon sahibi aydınının yerinde aslında
muktedirle doğrudan, siyasi bir bağı olmadığı gibi buralardaki güç
ilişkilerini de tam çözemeyen, yer yer çocuksu bir biçimde
otoritesini göstermeye çalışan naif bir savcı karakteri var
karşımızda.
Ülkenin, dibinden gökyüzünü görebilsek de içinden bir türlü
çıkamadığımız devasa bir çukura dönüşmüş olmasının da katkısıyla
olsa gerek, obruklar son dönem Türkiye sinemasının favori
mekânlarından oldu. Özcan Alper’in, pek çok açıdan “Kurak Günler”le
oldukça da benzer bir temayı anlatan “Karanlık Gece”si de bol
obruklu bir kâbus. Benzer yanlarına karşılık bambaşka, bu iki
değerli filmin karşılaştırmalı bir analizi sinema derslerinde
okutulabilir cinsten. Tayfun Pirselimoğlu’nun “Kerr”ini de listeye
ekleyelim. Ülke metaforu olarak da çok kullanışlı obrukların üst
üste karşımıza çıkması tesadüften öte yani. Kuyu, çukur yetmiyor
artık, obruklar zamanındayız. “Yer altında
kireçtaşı gibi eriyebilen kayaçların zamanla boşluklar meydana
getirmesi ve bu boşlukların tavanlarının çökmesiyle oluşan karstik
yer şekli” olarak tanımlanan obruk evet doğal yollarla oluşuyor ama
felaketlerin çoğu gibi insanın katkısı da büyük. Filmde gerekli
altyapı ve masraftan kaçınarak kasabanın sürgit su problemini kaçak
yollardan halletmeye çalışan belediye başkanının tutumunun, giderek
artan bu obruk probleminin başlıca nedeni olduğunu anlıyoruz. Halk
susuzluktan kırılıyor, seçimler giderek yaklaşıyor ve masum biçimde
olayları sorgulayan Emre ve ortalarda seksi ve tekinsiz gezinen
muhalif gazeteci Murat (Ekin Koç) dışında kasabada obruklar gibi
giderek devleşen türlü çatlağı, yolsuzluğu dert eden pek kimse de
yok. Yani her şey giderek çığırından çıkarken ortada muhalefeti
temsil eden bir gazeteci var ama öyle başkaca aman aman bir
muhalefet de yok. Bu da tanıdık gelmiştir herhalde…
(Yazının bundan sonrası ağır spoiler içeriyor.) Belediye başkanı
babasından gelen para ve imtiyazla kasabalının kanını içen,
bıyığından pis gülüşüne ve şahane nüanslı güç sınamalı uzun
bakışlarına dek yerli kötülerimize yeni bir soluk getiren avukat
Şahin (Erol Babaoğlu) ve yancısı Kemal (Erdem Şenocak)’in başı
çektiği kasaba eşrafı, hapçılıktan içki alemlerine ve tecavüze
uzanan bir sömürü düzenini tıkır tıkır işletirken her nasılsa
kendilerini kasabada dirlik, düzenlik ve ahlakın temsilcisi gibi de
gösterebiliyorlar. Susuzluktan, geri kalmışlıktan kırılan
çoğunluğu, tamamen kendi çıkarlarına aykırı bir sisteme ikna etmeye
de devam etmeleri çok mümkün görünüyor. (Bkz. Merriam-Webster’ın
yılın sözcüğü seçtiği “gaslighting”, sağ popülizmin temel
argümanları ve ülkemiz siyaseti…) Muhalifliği nedeniyle kolaylıkla
“güvenilmez”, “oynak”, “sürtük/ayartıcı”, “ahlaksız” diye
yaftalanmaya müsait, film boyunca güvenilirliğini aslında
izleyiciyi temsilen Emre’nin bile sorguladığı gazeteci Murat da bu
yanıyla ayrıca ilgiye değer bir karakter. Temelde kamu yararı için
çabaladığına inanmamamız için hiçbir sebep yokken, dağı taşı
yiyenlerden çok onun motivasyonları sorgulanıyor çünkü. Muhalif
gazetesiyle arı kovanının etrafında dolanan Murat’a bir de maaşını
alıp oturacağı yerde sık sık sorular soran Emre eklenince, güç
dengeleri sarsılmaya başlıyor. Sonra gelsin organize linç…
Filmdeki homoerotizmin de, film içindeki polisiye olayın da
düğüm noktasını oluşturan o karanlık gecede, kasabadaki Roman
azınlıktan, “yarım akıllı” denen Pekmez (Eylül Ersöz) adlı genç bir
kız ağır bir cinsel saldırıya maruz kalıyor. Baştan uğursuz bu
geceyi önce elinden geldiğince idare etmeye çalışan, muhtemelen
rakısına atılan hapın etkisiyle bir noktadan sonra bilincini
yitiren ve olan biteni hatırlamayan Emre de, doğal olarak tecavüzün
olası faillerinden biri. Tanığı ise o gecenin kalanını kendisiyle,
onun evinde geçirdiğini söyleyen gazeteci Murat. Emre’nin o geceye
dair bölük pörçük anımsamalarında Murat’ın onu duşa soktuğu ana
dair imgeler ve ertesi sabah uyandığında boynunda bir de kızarıklık
var. Bu formüle göre Emre ya tecavüz faillerinden biri ya da
eşcinsel. (Film bu konuya dair gri alanı korusa da Emre’nin tecavüz
olayına karışmadığına ilişkin veri daha fazla bence elimizde.)
Dediğim gibi, Emre karakterinin cinsel yönelimini açıklamak
konusunda özel bir gayrete girmiyor film. Ama yasanın da toplumun
da egemen bakış açısıyla bir tecavüzcüyü bir “ibne”ye tercih
edeceğini gayet güzel gösteriyor ve zaten derdi de bu.
Emre, olayın faili mi tanığı mı olduğundan kendisi bile emin
olamadığı halde, işin ucunu bırakmıyor. Yine yönetmenle
söyleşilerde vurgulandığına rastladığım gibi, Emre’nin en erdemli
yanı, namlunun ucunda kendisinin olma ihtimali bile olsa hakikatin
peşinden gitmekten korkmaması. Emre bir yandan da günümüzün ağır
bilgi kirliliği ve felaketlerin felaketleri kovaladığı, insanı
dumur eden “höst truth” akışta, muktedirden yana olmadığı için sık
sık tutunacak dal arayan, şüpheye düşen okuyucu, izleyicinin de
temsili aslında. Yani bazen amacı otoritesini göstermek olsa da
film boyu karşısındakilere sorduğu “ben mi büyütüyorum? Ne ima
ediyorsunuz?” gibi soruların böyle bir tarafı da var. Gerçek ele
avuca sığmayacak denli çok veçheli ve çok da kirli. İşin polisiye
gerilimi, yaklaşan seçimlerle birlikte artarak sürerken deliller ta
Ankara’dan karartılıyor, suçlular aklanıyor hatta suç Emre’nin
üzerine yıkılarak linç için gerekli tüm koşullar oluşturuluyor…
Belediye başkanı seçimleri “tekrar” kazandıktan sonra tüm
şiddetiyle gerçekleşen bu linç girişimini içeren finalse o kadar
çarpıcı ki… Yönetmenin tüm filmlerindeki iyi müzik kullanımı ve
kurgunun bu filmde doruğa ulaştığını da ekleyelim. Obrukta başlayan
film obrukta bitiyor ama nasıl bitiş öyle…
İzleyicinin bu kadar “zor” bir filmi bu denli sahiplenmesi başka
bir şeyi de gösteriyor aslında. Kâbustan çıkmanın yolunun,
kâbusumuzla yüzleşmek olduğunu öğrenmeye başladığımızı…. “Kurak
Günler”, sinemanın nasıl bir mucize olduğunu iliklere dek
hissettiren filmlerden. Ortaya koyduğu resim, aykırı güzelliğiyle
de korku salıyor. “Kâbuslarımız bile rüyalarınızdan güzel”
dedirtiyor. Yönetmen Emin Alper’in de esin kaynaklarını arasında
saydığını bu söyleşide öğrenerek mutlu
olduğum, polisiyenin kraliçelerinden Ruth Rendell’ın sözüyle,
“İmkânsız durumlar sıra dışı çareler gerektirir.” Buradan çıkış yok
ve buradan çıkacağız…