Yarın toplantı vardı. Yeni okulluların yani birlerin velileri
olarak bizi toplayacaklardı. Okul açılalı neredeyse bir ay olmuş,
en iyi çanta, en iyi suluk dâhil alışveriş telaşımız çoktan
bitmişti. Çocuğu zamanında okuldan alma görevlerimi sektirmeden
yapıyor, kapıda anasını babasını bekleyen yavrucakları gördükçe;
"arkadaş ne analar babalar var!" anlamında "cık cık cık" efektleri
verebiliyordum.
Bizim evde reislik değil de eş başkanlık olduğu için hangimiz
müsaitse o gidecekti. İhale bana kaldı. Veli olarak ilk toplantım
olacaktı ve gayet rahattım. Daha önce böylesi toplantılara çok
katılmışım gibi bir his vardı içimde. Aşağı yukarı neyle
karşılaşacağımı biliyordum sanki.
Velilik tarihim beni haklı çıkardı. Meğer bir biçimde
hazırlanmıştım bu günlere. Çocukluktan beri sektirmediğim cumaların
bu bakımdan faydasını göreceğim aklıma gelmemişti. Veli
toplantısıyla cuma namazı, tüm farklılıklarına rağmen içerikteki
nasihatler ve çıkıştaki para toplama bakımından benziyorlardı.
Birinde "muhterem cemaat"tik, diğerinde "değerli veliler"… Birinde
inşaatı devam etmekte olan Kuran kursu, diğerinde okulun hiç
bitmeyen fiziki imkânları… Laik olmakta zorlanıyor insan!
Bir gün önce çocuklara dağıtılan küçük fişte yazılan saatten,
saat 10.00’dan çok önce okul bahçesindeydim. Öğretmen hanım
buralardaysa eğer, müdürün odasındadır diye düşünüyordum. Bahçede
oyalandım. Sınıf annesi bile ortalarda yoktu. Sınıf annesi, aidat
toplayan seçilmiş kişi. Çok anaç olması gerekmiyor. Vakti olsun ve
velilere pres yapabilsin yeter. Haliyle biraz dişli olması
umulur.
Geçen günlerin birinde kızımı okuldan alırken selamlaşmıştık.
Göz göze geldiğimizde; müdürde ve sınıf öğretmeninde de aynısını
görebildiğim, "sizi biliyorum, bizi üzmüyorsunuz, aidatlarını
vaktinde ödeyen değerli bir velimizsiniz" bakışıydı bu. Kızım da
görmüş ve sınıf annesine dair kafasına aynı fikirler yerleşmiş
olmalı ki:
"Baba bak sınıf annesi! Bir yetelem var, vereyim mi?" demişti. O
ara YTL olmuştu bizim lira. "Hayır kızım, biz verdik zaten, sen
bunları düşünme. Hele anlat bakalım naptınız bugün?" diyerek onun
okuması gerektiğini, büyüyüp memlekete faydalı olması gerektiğini
hatırlatıp aklını dağıtmıştım.
Soruyu havada kapmış ve Berke’nin yine kustuğunu, Rüzgar’ın
örtmeni üzdüğünü, örtmenin üçüncü derste ağladığını, çünkü kimsenin
teneffüste çişini yapmayıp derste izin istediğini, örtmenin
üzülmesine çok üzüldüğünü bir bir anlatmıştı. "Çişlerini teneffüste
yapsınlar tabii canım!" diyerek örtmene birlikte üzülmüştük.
Az sonra sınıf annesi ve birbirleriyle ne ara kaynaştıklarını
bilemediğim diğer veliler de geldi. Yalnızlık duygusundan mıdır
nedir, gerilmeye başladım. Öğretmen, bir takım eksikliklerimi
yüzüme vurabilir miydi acaba? "İçimizden bazı veliler, onlar
kendilerini biliyor, isim verip rencide etmek istemiyorum"
dediğinde, diğer veliler hep beraber bana bakar mıydı? Oysaki
sorumlu ve duyarlı baba olarak işi gücü bi kenara koymuş, vaktinden
evvel salonda yerimi almıştım.
Çok amaçlı salon diyorlardı buraya. Devlet okullarında oluyor bu
çok amaçlı salon. "Demek türlü eğitsel ve sanatsal faaliyetler
yapılıyor yavrularımız için burada, güzeel! Allah devlete zeval
vermesin!" dedim ve kızımın geleceği için umutlandım. O zamanlar
Selena diye bir dizi vardı. Çocukların başı dara düşünce; "Selena,
Selena, Selena!" diyorlar ve sihirli Selena peyda oluyordu. Sihir
tabii ki saçmaydı ama özel okula gidiyordu oradakiler. Bizimki de
öyle bir yere gideceğini sanıyordu.
"Kızım, sen zaten özelsin, senin gittiğin her yer özeldir"
diyerek meseleyi hallettik. Saf bunlar!
Arka sıranın en dibindeki yerin benim yerim olmadığını ve eğer
orada oturursam ilgisiz baba imajı çizip öğretmenin gözünden
düşmemek için kalktım, ortalara doğru oturdum. Üç babaydık
toplamda. Bir de dede vardı. Diğerleri anne. Dedenin emekli albay
olduğunu herkes biliyordu nedense. Sınıf annesiyle yıldızı
barışmadığı belliydi. Yönetsel yeteneklerini apartman
yöneticiliğinde kullanmayı tercih etmiş olmalı ki, birkaç
toplantıya kadar buzları erittiler. Öğretmen konuşmaya başlamıştı
ve velilerden çıt çıkmıyordu. İmza kâğıdı dolaşıyordu aramızda.
Veliler anlatılanları not alıyordu. Panikledim. Ne kâğıdım ne de
kalemim vardı. Önümdeki annelerden fazla kalem ve kâğıt istedim.
Birkaç koldan kalem kâğıt uzattılar. Toplantıya gelen az sayıdaki
duyarlı babalardık ve soyları tükenmesin diye seferber olunan
pandalar kadar değerliydik. Teşekkür ederek önümdekini seçtim. Tam
o esnada okul yıllarıma gittim. Bozo Neco’nun defterlerine nasıl
kıydığını, yırtıp yırtıp verirken sarı yüzünün, içinden geçen
küfürler eşliğinde nasıl kızardığını hatırladım. Toplantıdan iyice
kopmuştum. Dedim ben bu önümdekilerin saçlarını birbirine
bağlayayım! Emekli albayın öksürmesiyle sınıfa döndüm, notlara
yoğunlaştım.
Çocukların yanında asla argo konuşulmayacak… Bunu küfür
edilmeyecek diye yazmışım. Kahvaltı çok önemli… Bunu da kantindeki
tosta heves edilmeyecek diye paranteze almışım. En geç dokuzda
yatakta olacaklar… Burada yüzümde hınzır bir tebessüm belirmiş
olmalı ki öğretmen gözlerini kaçırdı benden. Çiftlerin baş başa
kalması demekti vaktinde yatan çocuk. Bu maddenin altını çizdim,
yanına yıldız koydum.
Önceki hayatlarında psikolog olan bazı anneler kendilerini fazla
tutamadılar, başladılar pedagoji kasmaya. "Doğan Cüceloğlu diyo
ki…" şeklinde başlayan sözde katkılarla ortam televizyondaki sabah
kuşağına döndü. Her seferinde "Rüzgâr’ın annesi kesin budur" dedim.
Öğretmenin sol gözü seğirmeye başladı. Bir diğeri ödevlerin
çokluğundan şikâyet etti. Emekli Albay: "İdmanda ter dökmeyen,
savaşta kan döker" dedi ve içimizdeki cenk ruhunu fiştekledi. Daha
yazacaktım ama kâğıt bitti. Albay’ın sözünü en üste yazdım.
Sınıf annesiyle öğretmen karşılıklı bakıştı ve fotokopi paraları
başlıklı gündem maddesine geçildi.
Hazırlıklı gittiğim için veli olarak kendimle gurur duydum.
"Kaç para üleyn bu fotokopi!" diye nara atacaktım ki albaydan
tırsıp efendi oldum.