Ta ilk günden, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerinin tekrar edileceği haberinden bu yana şu geçiyor aklımdan: Yıllardır tanıdığımız, 17 yıldır neredeyse her gün televizyonlarda gördüğümüz, yaşlandığına günbegün şahit olduğumuz Recep Tayyip Erdoğan böyle bir kararı almaz. Mantıksız, akıl dışı. Kendine yaşatılan şeyi, ona çok benzeyen birine neden yaşatsın? Bu kararı kim/kimler verdi? Ülke insanının siyaseten mağdur sevdiğini Adalet ve Kalkınma Partisi’nden daha iyi bilen mi var? Ve AKP’nin şimdiye kadar “bir şekilde” iyi yaptığı “ekranların karşısına çıkan figür”ün bunca isabetsiz seçildiği başka dönem var mı? Ali İhsan Yavuz’un kameralar karşısında her geçen gün daha da tuhaflaşan söylemlere müracaat etmesi ve ısrarla gene kamera karşısına çıkarılmasını, şahsen hiç anlamadım. Ve dahi, “Pontus” meselesindeki isabetsizlik, Soylu’nun ateşe körükle giden açıklamaları, gözler önünde değişeduran seçim stratejisi, söylemlerdeki tutarsızlıklar, billboard’ları vicdanları rahatsız edecek şekilde kullanma, “illet-zillet” gibi kelime oyunlarına tevessül… Denebilir ki İmamoğlu’nu kendi eliyle emeğiyle var etti Erdoğan ve AKP. Şimdi, siyasetimizde zımnen cumhurbaşkanı adayı olan bir Karadenizli var. Ve anlaşılıyor ki, dersine iyi çalışmış, uzun yıllar temrin yapmış, yerel siyasetten gelen biri. Tıpkı Erdoğan gibi.
“Erdoğan mitolojisi”ni besleyen neredeyse bütün özelliklere sahip İmamoğlu. Şivesinde kimileyin belirginleşen, kimileyin İstanbul Türkçesinin ardına saklanan bir Karadeniz var. Yerelden, parti teşkilatından geliyor. Aday olana dek neredeyse kimse tarafından tanınmayan bir figür. Genç; sözünde de gençlik vurgusu var. Ailesini sakınmıyor, onlarla bolca fotoğraf veriyor. O da İstanbul Büyükşehir’e aday oldu. Ve o, daha erken mağdur edildi. Kazandığı seçim pek güçsüz argümanlarla (“Çünkü çaldılar”?) iptal edildi. Tıpkı Erdoğan’ın ilk zamanları gibi kucaklayıcı (“Topal Osman”?) bir dil tutturdu. Nihayetinde, tekrar edilen seçimde çok yüksek oy farkıyla başkan seçildi. Kırmızı pazartesi.
Seçimlere iki gün kala, bir tür “11 Eylül” etkisi yaratan bir hareket geldi. Halen dahi şahsen kim ve durduğu yerin tam neresi olduğunu anlamadığım bir akademisyen (uzun yıllar PKK ve Öcalan çalışmış, öyle diyor) bir mektup paylaştı. Basın açıklamasındaki iddia ayrıca ilginçti: Mektubunun kamuya duyurulmadığını öğrenen Öcalan (kaç yıl evvelki fotoğraflardan televizyon izleyebildiğini biliyoruz, duyurulmadığını öğrenmesi ne denli inandırıcı?) “devlet görevlileri”nden bir kopyasını istiyor ve bahsi geçen akademisyene teslim ediyor. O da emanete hıyanet etmiyor ve kamuoyuna açıklıyor. Gecesinde de katıldığı televizyon programında Öcalan’a “yerli ve millî” derken yayından alınıyor. Sonrası çok daha acayip: Kürt siyasetinin legal kısmı (ve Öcalan’ın bizatihi fikri) olan HDP, “yeteri kadar” PKK’li olmamakla; Öcalan’ı hakkıyla dinlememekle “suçlanıyor”. Bunu, gak diyeni süren, guk diyeni tutuklayan devletin birinci derece muhatapları söylüyor üstelik. Önce canlı yayındaki Erdoğan, sonra da tweet’leriyle Bahçeli. HDP’nin “üçüncü güç” vurgusunu anlamaması, kabul etmemesi zaten abes. Çünkü kurulma sebebi, tam da bu: Altı ok sahibi CHP ile 15 Temmuz’dan sonra siyasal İslam gemini MHP ile birlikte Türkçülükle birleştirerek azıya alan AKP’nin “yanında” değil, karşısında bir üçüncü güç. Bu meyanda, aslında tek güç. İttifakların hiçbirine davet edilemeyen, dokunanın yandığı ama legal bir parti. Ve illegal kısmın mahpus önderini dinlemediği iddia edilen, eş başkanları ve birçok milletvekili/belediye başkanı/üyesi mahpus bir yapılanma. Şahinmiş, güvercinmiş, yeteri kadar yerli ve millî değilmiş, zaten teröristmiş tartışmalarının artık müthiş iç içe geçtiği, 40 yıllık gündemin üç günde tüketildiği baş döndürücü bir süreç (bu kelimeye de muhtaç olmak sıkıcı).
Dünyanın en kalabalık Kürt şehirlerinden biri İstanbul. Ve İstanbul’da yaşayan Kürtlerin neredeyse tamamının kendini ait gördüğü siyasal hareket HDP çizgisi. Bu siyasal hareketi mahcup biçimde çeşitli ittifakların içinde “varmış gibi” göstermenin miadının geçtiğini kanıtladı bu seçim. Konjonktür değişirse, başına “teröristbaşı” yazıp ardındaki cümlelerde Bahçeli tarafından bile övülen bir öndere sahip bir hareket bu: Demirtaş’ın son tweet’lerini hatırlayınız. Olan bitenin “esas” çıktısı budur: Geçici ittifaklar, konjonktürel konum alışlar, “et-tırnak/abi-kardeş” kof öne sürüşleri artık tamamen geçersizdir. Kürtler, masayı tekmelemek için (Remzi Basalak tekmesi) hevesli bir “grup” değil, o masanın etrafında eşit hizada konuşulması ve müzakere edilmesi gereken bir halktır. Ve bu halk, onlarca yıllık savaşa rağmen feraset sahibi olduğunu cümle âleme bir kere daha göstermiştir.
Hayırlı uğurlu olsun.