Yıllar önce, kedim sokakta köpeklerin saldırısına uğradığında veteriner “sokaklar kediler için çok tehlikeli, onu sokağa bırakmamalısınız” demişti. Evet ama kedim sokakta olmayı seviyor demiştim. Onu eve hapsetmek haksızlık olur. Dahası onun eve dönmemesi için iki tehlike vardı: bir köpeğin saldırısına uğramak ya da bir aracın altında kalmak.
Benim ise eve dönmemek için daha çok sebebim var ama her gün sokağa çıkıyorum dedim veterinere. Durakta otobüs beklerken otomobil çarpabilir, kafama kötü bir inşaattan tuğla düşebilir, bir kavganın ortasında kalıp bıçaklanabilirim, tinerci saldırısına uğrayabilirim, kalabalığa bırakılan bir bombanın hedefi olabilirim, toplu taşımada ölümcül bir virüs kapabilirim, kutlama yapan birinin havaya fırlattığı yorgun mermi…
Daha doğal afetlere gelmemiştim ki karşılıklı ikna olmuş görünüyorduk ama ikimizin de içi kararmıştı bir kere.
Yolda düşünürken şunu fark ettim: Kedim için olası senaryoları “tehlike” olarak tarif etmiştim, beni bekleyenler ise “risk”lerdi.
Tehlike, bilinebilir, belli ölçülerde önlenebilir ya da sakınılabilir bir şeydi. Kedimi eve kapatarak tehlikelerden koruyabilirdim ya da onun kendisini köpeklerden ve otomobillerden koruması da mümkündü (ki Buğulu Pisi, 16 yaşına kadar yaşadı). Tehlikelerle yaşamak öğrenilebilir bir şeydi.
Riskler ise öngörülemez, sakınılamaz, korunulamazdı. Hiç kimse bir canlı bombanın kendisini patlatacağını öngöremez, ya da birilerinin meydanın bir köşesine içinde bomba olan bir çantayı öylesine bırakabileceğini. Dikkatsiz bir sürücünün otobüs durağına dalacağını ya da yorgun bir merminin kendisine doğru gelmekte olduğunu.
Fay hatları üzerinde yaşayanlar için depremler mesela, bilim insanlarının bile tahminde bulunamadığı doğal afet. Depreme nerede yakalanacaksınız, evde mi, işyerinde mi, sokakta mı? Gündüz mü gece uyurken mi? Enkaz altında kalmayı mı istersiniz, hemen ölmeyi mi?
Modern yaşam insanları kentlerde bir araya getirdikçe tehlikeler ve riskler de artıyor. İnsanoğlu ilerleme için attığı her adımda kendi ayağına sıkıyor. Yaşamak için yaptığımız her şey hayatımıza yeni bir tehdit ekliyor. Üretim yapmak, ısınmak, karın doyurmak, bir yerden bir yere gitmek için geliştirdiğimiz her yöntemde ekolojik krizin hanesine bir eksi daha yazılıyor.
Ve bütün bunlar bizi, kaygılı, karamsar, gelecekten ümitsiz, kendine ve insanlığa inancını yitirmiş bireylere dönüştürüyor.
Hiç birimiz güvende değiliz. Üstelik kaygımızın kaynakları öyle büyük ki, biz onlar karşısında küçük, güçsüz, etkisiz birer eleman gibiyiz. Çarpanda 1, toplamada sıfır…
Ekolojik krize karşı ne yapabiliriz? Tek tek bireyler olarak yapabileceklerimiz yangına bahçe hortumuyla müdahale etmek gibi. Depremden kaçınmak için tüm hayatımızı değiştirmemiz gerekiyor ki o da öyle ha deyince olacak bir şey değil.
Her şey bizi insanın küçük sistemin büyük olduğu bir noktaya getiriyor. Üstelik biz o devasa sistemin umurunda bile değiliz. Sistem kendini sürdürmek için savaşlar çıkartıyor, binlerce insan tek bir hareketle ölüyor.
Hayatımızın kontrolü bizim elimizde değil. İstediğimiz işte çalışamıyoruz, istediğimiz yerde yaşayamıyoruz, istediğimiz hayat standardını tutturamıyoruz, bizi bekleyen risklere karşı önlem alamıyoruz…
Asıl önemlisi tüm bu etkisiz eleman hissiyatı bizim siyasetle ilişkimizi de olumsuz etkiliyor. Karşımızda uluslararası sistem, komplo teorileri, kapalı kapılar ardında alınan kararlar varken vereceğimiz bir oyun bahçe hortumundan ne farkı var diye düşünüyoruz. Sonra şu cümleyi kuruyoruz: Yapacak bir şey yok.
Oysa denklemi tersine çevirebiliriz, çarpmada sıfır olamasak da toplamada artı1 olabiliriz. Bilinen bilinmeyen tüm risklere karşı her sabah evden çıkıyorsak ve akşam sağ salim eve dönüyorsak, bu cesaret ve beceriye sahipsek, yapacak bir şey yok noktasından “yapacak ne var” arayışına geçebiliriz. O zaman dünyanın artı1’lerin yüzü suyu hürmetine döndüğünü de fark edebiliriz. Yeniden keşfetmek yerine onların izinden gidip tünelin sonundaki ışığı bulabiliriz.
Kedileri gözlerseniz şunu görürsünüz, karşıdan bir köpeğin gelmekte olduğunu gören kedi önce hareketlerini durma derecesinde yavaşlatır. Gözünü düşmana diker ve tehlikenin büyüklüğünü anlamaya çalışır. Sonra sırtını yükseltir, tüylerini kabartır düşmana kendisini olduğundan büyük göstermeye çalışır, hala kendisine doğru ilerleyen köpeği kaçırmak için son bir çare olarak güçlü bir şekilde hırlar. Hiçbiri işe yaramadığında yapılacak tek şeyi yapar, ortamdan hızla uzaklaşıp kendini güvenceye alır.
Yeterince yavaşladıysak, tüylerimizi kabartıp biraz hırlamanın zamanı gelmiş olabilir. Çünkü kaçmak için çok erken...