Yakın zamanda büyük bir ilgiyle karşılanan ataerkiyi anaerkiye çevirme akımına belki de tek tepki KADEM’den geldi. Şöyle bir açıklama yaptılar Twitter hesaplarından: “Adalet ve hakkaniyet ölçüsünde kadın ve erkeğin toplum içindeki varlığı, karşılıklı saygı ve anlayıştan geçer. Bir empati vurgusu olarak ortaya çıkan #erkekleryerinibilsin akımı inandığımız değerleri zedeleyecek boyuta ulaşmıştır. Bu durumu kınıyor ve reddediyoruz.”
Tabii, eşitliğe inanan herkesin ilk tepkisi “KADEM bu durumdan rahatsız olmuşsa demek ki çok doğru bir şey yapmışız, devam” şeklinde oldu.
Kadın örgütleri böyle durumlarda, kadınlar için emek veren topluluklara ‘karşı’ beyanlarda bulunmaz; çünkü kadın mücadelesine zarar vermek istemezler. Çok da haklıdırlar. Dolayısıyla, bu konuda hemen hemen hiçbir kadın örgütü bir açıklama yapmadı. Bireysel görüşler elbette beyan edildi.
Daha ziyade siyasi bir kuruluş olduğunu düşündüğüm KADEM’in kadın hareketinde nerede ve nasıl konumlandığını, vermiş oldukları bu tepkinin kadının insan hakları mücadelesine nasıl bir zarar verdiğini/vereceğini en azından kaba hatlarıyla açıklamayı tamamen bireysel bir sorumluluk sayıyorum.
Açılımı, Kadın ve Demokrasi Vakfı olan KADEM (K“ADEM” şeklinde yorumlayanlar da var), birçokları tarafından halen anlaşılabilmiş bir yapı değil. Kadına yönelik şiddete karşı olduklarını dile getiriyorlar ki bu gayet güzel. Peki kadının insan hakları mücadelesinin temel ilkesi olan “eşitlik”ten mi yola çıkıyorlar? Tam olarak yapmak istedikleri nedir? Bunu ancak şahit olduklarımızdan okuyabiliriz.
2013 yılında kurulan KADEM; kadınların, öz değerlerini koruyarak demokratik haklarının bilincinde olmaları amacıyla kurulduğunu beyan eden bir vakıf. Bu noktada sorulması gereken soru “öz değerler”in ne olduğu elbette. Vakfın Başkanı Dr. Saliha Okur Gümrükçüoğlu, Sabah gazetesine vermiş olduğu demecinde; “Bizler KADEM olarak sağlıklı nesillerin ve güçlü toplumların yaradılış fıtratımıza uygun olarak kadın ve erkekten müteşekkil ailelerle oluşacağına, çoluk çocuk ayırt etmeden alternatif zorlamaların nesli ifsada ve dolayısıyla gelecekte yok olmaya sebep olacağına inanıyoruz.” diyor. İstanbul Sözleşmesi’nin toplumsal cinsiyet “yorumundan” şikayetçiler haliyle; “Düşüncesizce istismar edilen bu çocuklar, haklarını savunma adı altında cinsiyetsizlik söylemlerine malzeme oluyor. Hatta bu kavramların ifsadı bazı uluslararası anlaşmaların yanlış yorumlanmasına da sebep oluyor. İstanbul Sözleşmesi bunlardan biri. Cinsiyet kadın ve erkektir, zorlama formlardan bahsetmez. Dolayısıyla sözleşme üçüncü bir tür oluşturmaya veya eşcinselliği meşrulaştırmaya yönelik herhangi bir anlam ya da bu yönde bir hüküm içermemektedir” diyor ve “Dinimize ve örflerimize aykırı hükümler içermektedir” diye de ekliyor.
Burada İstanbul Sözleşmesi’nin, yazıldığı evrensel toplumsal cinsiyet eşitliği bağlamından koparılmaya çalışıldığını görüyoruz. İstanbul Sözleşmesi, “toplumsal cinsiyete dayalı kadına yönelik şiddet”i önleyebilmek için alınması gereken tedbirlerin hepsini yoruma gerek kalmaksızın açıkça düzenler. KADEM, “Kadının biyolojik cinsiyetinden kaynaklı şiddetin karşısındayız” diyerek, toplumsal cinsiyetle ilgilenmediğini de açıklamış oluyor bir nevi. Kendini kadına yönelik şiddete karşı mücadele eden bir STK olarak tanımlayan bu vakfın esas kaygısının, eğer kadın ve erkekten başka bir cinsiyet olduğu kabul edilirse, nüfusun yaşlanacağından ibaret olması ne acı.
Diğer yandan, esas kaygılarının genç nüfus olduğunu da saklamıyorlar aslında. Düzenledikleri 5’inci Toplumsal Cinsiyet Adaleti Kongresi’nin teması “Demografik Dönüşüm ve Kadın”dı örneğin. Cumhurbaşkanı Erdoğan sık sık KADEM’de konuşmalar yapıyor ve bildiğimiz üzere üç çocuk (son zamanlarda beş oldu) talebini her fırsatta dile getiriyor. Örneğin, bir 8 Mart konuşmasında şöyle diyor: “Zaman zaman en az üç çocuk diyorum, birileri rahatsız oluyor. Rahatsız olanlar bu millete düşman oldukları için rahatsız oluyorlar. Bir milleti millet yapan ailedir. Biz bu milleti güçlü kılarsak, nüfusumuzu dinamik, genç nüfusumuzu arttıracak olursak inanın Batı bizim yükselişimiz karşısında çok kaçacak delik arar”. Evet, çok çocuğu, genç nüfusu yalnızca ekonomik büyüme için istemiyor; oy potansiyeli ve dolayısıyla iktidarının bekası için de istiyor. İsteyebilir tabii, herkes bir şey ister. Fakat bu istekler kadınların kazanılmış haklarına ve eşitlik taleplerine gelip dayandığında sorun olur elbette. Kaldı ki, ekonomi nicelikle değil, nitelikle büyür. Bunu zaten biliyor olmaları lazım.
KADEM, düzenli şekilde “Uluslararası Toplumsal Cinsiyet ve Adalet Zirvesi”ni (son yıllarda “kongre”ye dönüştürüldü sanırım) düzenliyor. Yukarıda belirttiğimiz üzere; insan haklarının en temel üç kavramından biri olan ve kadının insan hakları mücadelesinin en temel kavramı olan “eşitlik” kavramını “adalet”le değiştiriyorlar. Örneğin önceki Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya bu zirvelerden ikincisinde yaptığı konuşmada “Eşitlik kavramının dar ve yetersiz anlamı içine sıkışmadan, kadının kendi hakikatine uygun bir saygınlık kazanması bu alandaki en önemli hedefimizdir. Kadını bilgiden, üretimden, aileden ve çocuktan bağımsız gören anlayış, telafisi olmayan bir toplumsal çöküşe zemin hazırlamıştır. Kadını her alanda hak ettiği yere taşımaya çalışırken, onun aile içindeki rolünü görmezlikten gelemeyiz. Modern dünyanın başlıca yanılgılarından biri budur” diyor. Eşitlik kavramını dar ve yetersiz görüyorlar. Diğer bir deyişle, onlara göre dünya kadın mücadelesi tarihi dar ve yetersiz bir kavramın etrafında debelenip durmuş oluyor. Diğer cümleler zaten, kadının aile olmadan var olamayacağını ifade eden cümleler, ayrıca yoruma dahi yer bırakmıyor. Neticede, kadim “toplumsal cinsiyet eşitliği” ibaresini, “toplumsal cinsiyet adaleti”ne çevirerek, kadınla erkeğin eşit olamayacağını vurguluyorlar. Peki, KADEM’e göre adil olan eşitlik değilse nedir? Kadınların “ikinci cins” olması mı?
Bunu da bu zirvelerden birinde yaptığı konuşmayla Cumhurbaşkanı Erdoğan açıklığa kavuşturuyor ve diyor ki: “Dikkat ederseniz herkese hakkını vermek demek, bir şeyi herkese eşit şekilde dağıtmak veya herkese aynı şekilde davranmak anlamına gelmiyor. Burada da yanlış hareket etmeyelim. Büyükle küçüğü aynı terazide tartamazsınız. Güçlüyle zayıfı aynı yarışa sokamazsınız. Bazıları ‘eşit, eşit’ diyor da şimdi yani biz 100 metreyi kadın-erkek aynı şekilde mi koşturacağız? Böyle bir şey olabilir mi? Hadi eşitiz, erkekle, bayan 100 metreyi koşsunlar. Bu adalet olur mu? Olmaz. Olması gereken nedir? Kadın kadın ile koşar, erkek erkekle koşar. Olması gereken budur. Çünkü yaradılışa, fıtrata uygun olan da budur. Onun için de dünyanın hiçbir yerinde zaten böyle bir uygulama da yok. Zalimle mazlumu aynı dairede tutamazsınız” Özetle diyor ki; kadın yerini bilsin. E bu durumda #erkekyerinibilsin akımından niçin bu kadar rahatsız olduklarına şaşırmamak lazım. Fakat, ne yazık ki; Platon’un “hak edene hak ettiği kadar” şeklindeki adalet mantığıyla kadın hakları mücadelesinin hiçbir alakası yoktur, olamaz da. Zira, adalet; yanında eşitlik ve özgürlük kavramları olmaksızın hiçbir anlam ifade etmez. Eşitliği savundukları için feministleri şeytanlaştırmaları da bu yüzden. Çünkü iktidarın ana siyaset yöntemi de hedefe giden yolda kendilerininkiyle aynı olmayan her türlü sesi şeytanlaştırma üzerine kurulu.
#erkekyerinibilsin akımında attığım tweetlerden biri “Baba olmayan erkek yarımdır” şeklindeydi. Henüz akımın farkında olmayan kişiler, tweet'i gerçek anlamıyla ele alıp doğal olarak müthiş tepki gösterdi; "Efendim bunu nasıl yazarsınız, baba olamayanların canını yakıyorsunuz” gibi. Son derece haklılar. Oysa, bu tweet'i Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın KADEM’in hizmet binasının açılışında söylediği “Çalışıyorum diye annelikten imtina eden bir kadın, aslında kadınlığını inkar ediyor demektir. Anneliği reddeden, evini çekip çevirmekten vazgeçen kadın, iş dünyasında istediği kadar başarılı olsun eksiktir, yarımdır. Kadın insanın yarısıdır. O yarısı olmazsa insan da olmaz. Anneliği reddetmek insanlığın yarısından vazgeçmektir” sözlerine istinaden yazmıştım. Yine de göndermeyi anlamayan birilerinin kalbi kırılır diye tweet'i sildim. Bazı beyanatlar o kadar ağırmış ki göndermesini bile yapamadık yani, bunu o esnada bir kez daha anladık. Keşke, bunu biz değil asıl anlaması gerekenler anlasaydı. Cumhurbaşkanı Erdoğan da anne olmayı tercih etmediği için yarım ilan ettiği kadınlardan özür dileseydi.
KADEM, şiddete karşı olduğunu belirtiyor evet; fakat şiddetin esas sebeplerine odaklanmıyor. “Biz bir devlet kurumu değil, sadece bir STK'yız” diyorlar ama maalesef faaliyetlerinden ve beyanlarından anlaşılan, iktidarın ana siyasi hedefine giden yolda kadınlarla ilgili olan kısmın dönüşümünü sağlamak gibi görünüyor. Dolayısıyla, insan haklarını savunan bir sivil toplum kuruluşu gibi değil, siyasi bir kuruluş gibi hareket ettikleri rahatlıkla söylenebilir. Eğer gerçekten kadına yönelik şiddeti önlemek amacındaysalar, yalnızca fiziki şiddet ekseninde hareket etmemeleri lazım örneğin. Hem çocuğa hem kadına cinsel şiddete ilişkin beyanlarına doğrusu ben hiç rastlamadım (Umarım bana denk gelmemiştir). Kadınlara şiddet uygulanmamasının sebebi olarak “onların da insan olduğu” fikrini ileri sürüyor KADEM. Hatta, kamuoyu açıklamalarında “Toplumsal hayatın devamı için vazgeçilmez kıymette olan ailenin hak ettiği yere gelebilmesi için kadının haklarının tesliminin şart olduğuna değindik” diyebilecek kadar “Aile için kadın” düşüncesindeler. “Kadınlar da insandır” gerekçesi, bir merhamet dileme biçimidir. Neticede, hepimiz biliyoruz ki kadınlar bir kedi yavrusu değildir, en az erkekler kadar insandır; erkeklerle aynı haklara sahiptirler ve yasalar herkese; kadına, erkeğe ve kendini nasıl ifade etmek istiyor ise o kişilerin hepsine, eşit şekilde uygulanmalıdır. Yasalar uygulanmakla kalmamalı, bu eşitlik mantığını insanlara benimsetmek üzere, İstanbul Sözleşmesi’nin “bütüncül politikalarla hareket edilmesi ilkesi” gereği, başta şiddeti meşrulaştıran ve cezasızlık algısını yayan söylemleri terk etmek olmak üzere kapsamlı çalışmalar yapılmalıdır.
Sonuç olarak, KADEM’in ataerkiyi anaerkiye çevirme akımından niçin hoşlanmadığı gayet açık. Kadının insan hakları mücadelesinin en temel kavramı olan eşitlik anlayışından farklı bir bakış açısı taşıyor olabilirler; fakat kadının toplumda nasıl ikinci cins olarak görüldüğünü apaçık ortaya koyan ve ciddi bir farkındalık yaratan bu akımı alkışlamak yerine karşı duruş sergilemek, kadınların tarihler boyu edindiği birikimi baltalamaya çalışmaktan başka bir anlam taşımaz. Kendilerince gösterdikleri çaba ayrıdır; fakat bu ülkedeki belki de tek başarılı mücadele olan kadın hareketine zarar veren davranışlar sergilememek gerekliliğinin, bütün kadınların iyiliği için olduğu bilinmelidir.