Tam evden çıkarken ayakkabınızın bağının gevşek olduğunu fark edersiniz. Sıkılamak için durursunuz. Bu sırada çağırmış olduğunuz asansör en üst kata çekilir. Tekrar sizin katınıza geldiğinde durmadan aşağı devam eder. Düğmeye yeniden basmayı unutmuşsunuzdur. Asansör trafiğindeki bu aksama, belki aceleyle yetişmeniz gereken bir doktor randevusuna gecikmenize, sizin yerinize vaktinden önce randevusuna gelmiş bir sonraki hastanın kabul edilmesine ve diyelim ki artık saat öğle arasına rast geldiğinden doktorun istediği tahlilleri yaptırmak için birkaç saat daha beklemek zorunda kalmanıza yol açar. O bir saniyelik duraklama, bütün gününüzü etkilemiştir. “Tüh!” dersiniz. “Keşke evden çıkarken ayakkabımın bağını sıkılamak için durmasaydım… Asansörü kaçırmasaydım, trafikte ışığın kırmızıya döneceğini anlayınca yavaşlamak yerine hızlanıp geçseydim, merdivenleri koşarak çıksaydım…” uzayıp giden bir listeyle o gün işlerin başka türlü gelişmesi için yapabileceklerinizi düşünür durursunuz. Ne var ki, artık olan olmuştur. Zamanı geri döndüremezsiniz. Aslında bir yanınız bunun sizi hasta edebilecek bir düşünce biçimi olduğunu bilir. Hayatınızın her anında, başınıza gelen birçok işle ilgili, geri dönüp düşündüğünüzde “keşke şunu yapmasaydım ya da yapsaydım, o zaman bunlar başıma gelmeyecekti” diyeceğiniz detaylar vardır. Evden beş dakika önce çıkmış olsanız, o trafik kazasını yaşamayacaksınızdır mesela. Ya da tam tersi, on dakika geç gitseniz, sizi alt üst eden o korkunç olaya tanık olmayacaksınızdır. Sadece başımıza gelen kötü işler için değil, iyi şeyler için de eğer inanıyorsanız, bir “kader planından” söz edebilirsiniz. Bir davete icabet etmeseydiniz, bir buluşmaya gitmeseydiniz, belki hayatınızın geri kalanını birlikte geçireceğiniz insanla hiç tanışmamış olacaktınız mesela. Ne var ki, ister inançlı bir kişi olun, ister olmayın kendinizi bu türden düşüncelere kaptırdığınızda aslında sonu gelmeyen bir döngüye girmiş olursunuz. Hayatınızın kontrolünün nasıl da sizin elinizde olmadığını, sizden üstün bir gücün, bir “tesadüfler tanrısı”nın tüm hayatınızı yönettiğini, an be an ne yaşayacağınıza hükmettiğini her an düşünerek yaşamınızı idame ettirmek neredeyse imkânsız hale gelir. Bu düşünceler bir takıntıya dönüşebilir, her anınızı sizi tüketen bir pişmanlık duygusuna teslim edebilir ya da tam tersine kendi hayatınız üzerindeki kontrolden tümüyle vazgeçmenize ve giderek hiçbir şey yapamamanıza yol açacak bir teslimiyet haline sebep olabilir.
Burada teolojik bir “kader” anlayışından söz etmediğimi anlamışsınızdır. Yine de gündelik hayatımızda yaşanan her şeyin, tüm akışın bizim kontrolümüz dışındaki tesadüflerle ya da müdahale edemediğimiz bir akış içinde gerçekleşiyor olduğu düşüncesiyle teolojik temelli bir “kader planı” anlayışı arasındaki ilişki üzerine düşünmek gerekir. Birincisinde, hayatınızın kontrolünü ne kadar elinize almak isterseniz isteyin, hep ters giden bir şeyler yüzünden bunu yapamama ihtimaliyle karşı karşıyasınızdır. Huzur bulmak için olayların akışına teslim olmaktan başka çareniz kalmamıştır. İkincisinde, inanan bir insanın Tanrının ona biçtiği yazgıyı kabullenmesi, “alınyazımız böyle yazılmış, ne yapalım” diyerek bu dünyadaki adaletsizliklere, mesela yüzlerce kişilik korumalar ordusuyla gezen kimilerinin canı onca kıymetliyken kendi canının bu kadar kolay gözden çıkarılabiliyor olmasına razı gelmesi, kurtuluşu öte dünyada araması yine bir tür teslimiyet gerektirir. Yine de gerçek hayatta, kendini alınyazısına mutlak biçimde teslim etmiş insanları çok görmezsiniz. Böylesi teslimiyet belki bir tür inzivayı, gündelik hayatın akışından, insani gereksinimlerden elini ayağını çekmiş olmayı gerektirir çünkü. Buna rağmen anlayamadığımız, anlamak istemediğimiz, açıklamaktan ve değiştirmekten kaçındığımız pek çok durumda işi şansa ya da kadere bağlamanın, kabul edelim, rahatlatıcı bir yanı vardır. Burada bir parantez açıp kader kelimesi yerine son günlerde pek revaçta olan yıldız haritalarını, metafizik düşüncesini ve diğer mistisizm türlerini koyabilirsiniz. Her biri aynı işlevi görecektir. Sizin dışınızda, sizin değiştiremeyeceğiniz, ancak boyun eğmekle huzur bulacağınız bir büyük resim, bir “kader planı” içerisindesinizdir. Belki sizin için yazılmış bu planı değiştirmek için hala yapabilecekleriniz vardır, ümit hep vardır. Ama söz konusu olan sizin değil de başkalarının başına gelenlerse, bunları değiştirmek için çabalamak yerine kaderle ya da doğaüstü başka güçlerle açıklamak hem çok daha kolay hem de rahatlatıcıdır. Artık her gün tanık olduğunuz, bir parçası olduğunuz adaletsizlikleri, yolsuzlukları, yoksulluğu, işkenceyi, haksızlıkları değiştirmek için yapabileceğiniz bir şey kalmamıştır. Sadece seyretmeniz ve halinize şükretmeniz gerekir.
İşte bu sebeple toplumsal eşitsizliklerin çok yaygın, sınıflar arasındaki mesafenin fazlasıyla açık olduğu toplumlarda, otoriter iktidarlar “kadere inanan” insanlar isterler ve bunu dindarlık adı altında pazarlarlar: Eğer sizin dışınızda gelişen bir kader planına tabiyseniz, bu dünyada yaşadığınız her türlü adaletsizliğin ve hep sizin başınıza gelen kötü şeylerin o planın bir parçası olduğunu düşünerek bir parça rahatlarsınız. Asansör kaçmışsa vardır sizin bilmediğiniz bir sebebi. Her işte bir hayır vardır. Dahası, alınyazınızı değiştiremeyeceğinize göre, bu yaşadıklarınıza sebep olan hiçbir şeyi değiştirmek için çabalamanıza da gerek yoktur. Kendinizi olayların akışına bırakmanız, kaderinize razı gelmeniz ve alınyazınızın bir parçası olduğu için siyasi iktidara, her ne yaparsa yapsın, itaat etmeniz gereklidir. Ama otoriter iktidarlar, bu inancın sadece yoksullar, mazlumlar, ezilenler arasında yayılmasıyla yetinmezler. Asıl, olup bitene seyirci kalan çoğunluğun öyle kalmaya devam etmesi için gereklidir kader inancı. Berrin Sönmez’in bu haftaki Gazete Duvar yazısında berrak biçimde açıkladığı gibi bu tür bir kader anlayışı her toplumda ister Müslüman ister başka bir dine mensup, isterse inançsız olsun, muktedirin muktedir kalabilmek, yani kendi kaderini belirleyebilmek adına halka dayattığı bir “öğrenilmiş çaresizlik” siyasetinin parçasıdır.
Eğer inanmanız beklenen bu kader planı gereği hiçbir şeyi değiştiremeyecekseniz, vatandaşlarının canını korumaktan aciz bir iktidara hesap sormanızın da bir önemi kalmaz. Bartın’da 41 işçinin hayatını kaybettiği maden kazasının ardından “Bunun ne dünü ne bugünü ne yarını hiçbir zaman olmayacaktır. Bunlar her zaman olacaktır.” diyen bir iktidardan sorumluların cezalandırılmasını isteyemezsiniz. “Somayı hatırlatmak hastalıklıdır” diyen iktidar ortağına, Soma’da 301 madencinin yaşamını yitirmesine sebep olan iş cinayetinin sorumlularına yargı sürecine yapılan müdahalelerle ödül gibi cezalar verilmişken, Bartın’daki iş cinayetinin önlenmesi için tedbir almayan yetkililerin neden hala görevde olduğunu sormanızın bir anlamı kalmaz. Size düşen, olup biteni seyretmek, belki birkaç damla gözyaşı dökmek, Bartın’da ölen madencilerin ailelerine maaş ve nakdi destek talimatı veren Cumhurbaşkanı’nın alicenaplığıyla övünmekten ibaret olur.
Diyeceğim, Cumhurbaşkanı Erdoğan Amasra’da hayatını kaybeden maden işçilerinin ailelerine yaptığı ziyarette “birileri bununla dalga geçebilir, biz kader planına inanmış insanlarız” derken, görünüşte ailelerin bu kader planında bir teselli bulmasını istiyor olabilir. Bu sözlerindeki samimiyetinden kuşku duymaya gerek yok. Ancak yetkilileri devlete ait bir maden ocağında yaşanan bu iş cinayetini önlemek için yeterli tedbir almamakla eleştirenleri “bununla dalga geçen birileri” olarak işaretlerken, aynı zamanda yeterince dindar olmadıklarını ima etmekten geri kalmıyor. Halbuki, burada “kader planı”ndan söz etmesi, tıpkı zamanında Soma için yaptığı “fıtrat” açıklamasında olduğu gibi, son derece dünyevi bir amaca hizmet ediyor. Seçim yaklaşırken, bir kez daha, kendi kaderini seçmenin “biz” ve “bizden olmayanlar” olarak ayrıştırılmasına bağlıyor. 41 işçinin canına mal olan ihmalin üzerine gitmek yerine toplumu “biz” ve “bizimle, bizim inancımızla dalga geçenler” olarak ikiye bölüyor.
Bu durumda, bir iktidarın dünyevi amaçlarına hizmet etmesi için hedef kitlesinden kadere inanmasını talep etmesi meşru ise, o kadere isyan etmek de meşru sayılmaz mı? Madenci yakınının kendilerini ziyaret eden Erdoğan’a yönelttiği “Kardeşim bizi patlatacaklar demişti, nasıl ihmal olmuş?” sorusu aslında herkesin bildiği gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya seriyor. Bu sözlerin üzerine kader mi değil mi tartışması yürütmek yerine şarkıdaki gibi, “kader diyemezsin, sen kendin ettin” demek daha doğru bir tepki olur diye düşünüyorum. Nasıl ki ekmek almaya giden Berkin Elvan’ın Gezi protestoları sırasında polisin attığı gaz fişeğiyle başından vurularak hayatını kaybetmesi kader planı değilse, nasıl ki Çorlu’da yaşanan tren kazasında 9 yaşındaki Oğuz Arda Sel ile birlikte 25 kişinin hayatını kaybetmesine yol açan ihmaller silsilesini kaderle açıklayamazsak, Soma’daki ve Bartın’daki maden kazalarının da bu cezasızlık siyaseti içinde öğrenilmiş çaresizliğimize “kader”i bahane etmek isteyenler sebebiyle olduğunu biliyoruz.