'Kader seçimi'nde muhalefet son düzlükte ne yapabilir?

AKP – MHP iktidarının mutlak anlamda yönetmen koltuğunda oturduğu, halkın ise figüran olmaya zorlandığı bu felaket dizisinin son bölümü için yönetmenin bize uygun gördüğü senaryoyu yırtıp atmak için ideal olmayanlar dahil, tüm olası çözümler üzerine düşünmek zorundayız.

Abone ol

Edgar Şar*

Sanırım 24 Haziran seçimleri için bugüne kadar en çok “baskın seçim” yakıştırması yapıldı. Bu kavramı kullananların hakkı var. “Cumhur İttifakı”, kendisi için erkene alınması zorunlu bir hal alan seçimleri, muhalefeti oldukça hazırlıksız yakalayabileceğini düşündüğü bir tarihe çekti. Muhalefet partileri, seçim güvenliği, anayasal müşterekler ve uyum yasaları gibi hayati konularda asgari demokratik koşulların sağlanması için “güven arttırıcı” görüşmeler yaparken, AKP – MHP koalisyonu belli ki bu “baskın” için en uygun tarihi ve bu tarihi Türkiye’ye dayatırken sahneye koyulacak mizanseni kurguluyordu.

24 Haziran baskın seçimleri aynı zamanda Türkiye’nin “kader seçimi”. Anlamı ve önemi tarihsel olarak da muazzam olan bir seçimin iki ay kadar sonraki bir tarihte alelacele yapılmasına karar verilmesi, aslında 1 Kasım 2015’ten sonra Türkiye’de kural haline gelen “seçimde adaletsizlik” gerçeğinin son ve en büyük parçası. Türkiye’nin “kader seçimi”nin yangından mal kaçırıyormuşçasına yapılmasının en talihsiz sonucu, Türkiye'nin makus kaderini yenip dümeni yeniden demokrasi ve adalet yönünde kırmasına imkan verecek kapsamlı ajandanın, aday belirleme, program kurgulama ve strateji seçme gibi süreçlere eklemlenmesi için yeterince vakit bulunmaması. Öyle ki kısaca “otoriterleşme” olarak adlandırdığımız, tüm dünyada benzerlerinin yaşandığı iddia edilen ve Türkiye’nin kötü anlamda model oluşturduğu bu sürecin rasyonel seçim bildirgeleri ve heyecanlı mitinglerle geri döndürülemeyeceği aşikar.

Tüm bunlar yine de bütün dünyanın ilgiyle izlediği ve bizim bizzat yaşadığımız bu felaket dizisinin son bölümünü yaşamamak için bir şeyler yapılamayacağı anlamında gelmiyor. En genel anlamda yapılması gereken seçimlerin bir “kader seçimi” olduğunu unutmamak ve ne yapacaksak bunu “baskın seçim” koşullarının realitesinden ayrılmadan yapmak. Bir başka deyişle, AKP – MHP iktidarının mutlak anlamda yönetmen koltuğunda oturduğu, halkın ise figüran olmaya zorlandığı bu felaket dizisinin son bölümü için yönetmenin bize uygun gördüğü senaryoyu yırtıp atmak için ideal olmayanlar dahil, tüm olası çözümler üzerine düşünmek zorundayız. Bu çözümler üzerine “realist” bir biçimde düşünmek elbette ki ilkeleri tamamen masanın altına koyacağımız anlamına gelmemeli. Bana kalırsa, tüm parametreleri tamamen iktidarın kazanması üzerine belirlenmiş bu seçimi kazanmanın tek bir yolu varsa, o yol ilkelerle realitenin buluştuğu bir noktadan geçiyor olmalı.

Örneğin, Abdullah Gül vakası bu açıdan çok sakat bir denemeydi. Gül'ün adaylığını savunanların temel argümanı, baskın seçimin yarattığı ahval ve şerait içinde Erdoğan'a karşı sadece Gül'ün şansı olduğuydu. Bana kalırsa bu argüman bu süreçte defalarca üzerinde durulan ve bu yazının konusu olmayan sebeplerden ötürü, ihtiyacımız olan ilkelerden uzak ve bu sebeple realiteyi de ıskalama riski açısından oldukça tehlikeliydi. Öyle ki, iki turlu seçim sisteminin mantığı gereği seçmenler ikinci turda istemediği, beğenmediği, hatta oy vermeyi o güne kadar aklından bile geçirmediği bir adaya dahi oy verebilse de en azından bu tarz zor kararların seçmen tarafından gönül rahatlığıyla alınabilmesi sağlanmalı, aday seçimleri de bu ilkeye göre belirlenmelidir. Bu sebeple Abdullah Gül planı, iddia edildiği gibi gibi ilk turda seçimleri kazanmaktan da epey uzaktı aslında.

Fakat tüm bunlar Abdullah Gül'ün öne çıkmasına katkıda bulunan ve destekçileri tarafından sürekli dile getirilen teknik bir gerçeğin önemini azaltmıyor. Bugün itibariyle muhalefet partilerinin ilk turda kendi adaylarıyla yarışarak, seçimi ikinci tura taşımaya çalışacaklarını biliyoruz. Önemli olan seçimler ikinci tura kaldıktan sonra Erdoğan'ın karşısındaki adayın, 16 Nisan Referandumu sonrası aralarındaki sınırlar iyice belirginleşmiş olan Türkiye'nin üç ayrı dünyasından da oy alabilecek biri olması. Basitleştirirsek bu üç grubu modern/seküler kesim, muhafazakarlar ve Kürtler olarak adlandırabiliriz. Bu sosyolojik açıdan farklı üç dünyanın da kesişim kümeleri var elbette. İkinci turda Erdoğan’a karşı seçilmenin temel gerekliliği, sadece kesişim kümelerinden değil bu üç dünyanın özgün seçmenlerinden de oy alabilmek. Bu anlamda özellikle ikinci tura kalma iddiasına en çok sahip olan parti olan CHP’ye, ilk turda kendi seçmenini maksimum düzeyde de motive edecek kadar *kendi içinden*, ikinci turda ise diğer tüm muhalefeti ve hatta kısmen AKP seçmenini çekebilecek kadar *dışarıdan* birini aday göstermek gibi zorlu bir görev düşüyor. Bir başka deyişle CHP, ilk turda başarılı olması çok zor olan “çatı aday” formülünü, ittifakın kendiliğinden oluşmasını beklediğimiz ikinci tur için uygulayabilecek bir aday göstermelidir.

Böyle bir adayın seçimi hakikaten kazanabileceği özgüvenini bu kadar kısa sürede göstermesi ancak iktidar eliyle kutuplaştırma sorununa karşı cesaretli bir duruşla mümkün olacaktır. Hakikat sonrası (post-truth) olarak adlandırdığımız ve gerçekle uzaktan yakından ilişkisi olmayan kara propagandaların siyasi koz olarak kullanıldığı bu dönemde, bunlardan çekinen bir muhalefetin iktidarın çizdiği çerçevenin dışında politika yapması ve Türkiye’nin yüzde 50 +1’ine seslenmesi olanaksızdır. Bu sebeple kulislerden HDP’yle bir araya gelmemekte direttiğini duyduğumuz Meral Akşener’in olası bir ikinci turda Erdoğan’a karşı şansını kendi eliyle yok edip, CHP’nin adayının önemini arttırdığını söyleyebiliriz.

Meral Akşener liderliğindeki İyi Parti’nin HDP takıntısıyla Türk siyasi tarihine geçebilecek bir proje olan “sıfır baraj ittifakı”nın sınırlarını daraltması, aslında Devlet Bahçeli’nin 7 Haziran 2015 gecesinden sonra izlediği ve esasen İyi Parti’nin doğmasına sebep olan yanlış politikanın tam olarak aynısı. O zaman da Bahçeli, “HDP’li hiçbir seçeneğin içinde bulunmayız diyerek” muhalefetin TBMM Başkanı seçmesini bile engellemiştir. Erdoğan’ı tek başına yenme iddiasında olan Akşener’in bu politikayla yüzde 50 + 1’e nasıl hitap edebileceğini ve olası bir ikinci turda HDP seçmeninden nasıl oy isteyeceğini gerçekten merak ediyorum.

Ve CHP... Erdoğan’ın CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelik sürekli “gel aday ol” demesi, ikinci turda seçilebilmenin anahtarı olarak yukarıda çizdiğim tablonun farkında olmasından kaynaklanıyor. Bir CHP’liye karşı seçimlerde hangi taktiklerin uygulanması gerektiğiyle ilgili 25 yıllık başarılı bir siyasi kariyere sahip olan Erdoğan, CHP’nin elbette ki Kılıçdaroğlu veya bir başka CHP üyesiyle seçimlere girmesini isteyecektir. Öte yandan bu kadar kısa bir sürede bir CHP’linin yukarıda bahsettiğim üç sosyolojik dünyanın üçünden de oy almasının zor olduğu da herkesin malumu. Peki hem CHP tabanının benimsediği, hem de muhafazakarlardan ve Kürtlerden oy alabilecek bir aday var mı? Naçizane görüşüm Abdüllatif Şener’in ciddi olarak düşünülebileceği yönünde. Seçim sonrasının adım adım anlatıldığı tutarlı bir kampanyayla Şener, adaylık sürecinde destekçilerinin Gül’de gördüğü birçok avantaja sahipken, diğer yandan muhaliflerinin Gül’de gördüğü birçok dezavantaja da sahip değil.

Abdüllatif Şener veya benzeri bir ismin dile getirilmesi ve olası adaylığı özellikle Türkiye’de solun durumuyla ilgili bir takım soruların sorulmasına sebep olacaktır. Fakat bugün hayata soldan bakan bizler dahil herkesin, Türkiye’nin şu an içinde bulunduğu durumun barış içinde bir arada yaşamın olanaksız hale getirildiği bir ortamdan beslendiğini görmemiz ve bunu aşabilmek için “kader seçimi”ni iyi değerlendirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Ancak bu şekilde “herkes için adalet!” diye haykıranlar olarak, tanınma, katılım ve bölüşümün nasıl olacağını hep beraber konuşmak üzere masaya dönebiliriz.

*Boğaziçi Üniversitesi, Siyaset Bilimi, Doktora araştırmacısı