Peki bütün suç devletlerin mi gerçekten?
Yani ortada bırakmak, iki taraflı ya da çoklu oynamak, haince ve kalleş davranmak, bugünün düşmanı, dünün dostu, bir saat sonrasının hakemi ve düşmanın dostu filan. Her türlü şey olan ‘kurumsal kötülük’ devletlere bütün suçun yüklenmesi garip değil mi? Devletlerden başka bir şey mi bekliyordunuz gerçekten?
Bugün ABD’nin güçlerini çekmesiyle ortalık karıştığında, yaklaşık 10 yıldır 4-5 kez yazdığım ‘Halk Diplomasisi’ yazıları aklıma geldi hemen. Alttaki alıntı dört yıl öncesinden:
"Garip bir şekilde yine her şey sanki kendi aramızda oynanan bir oyun gibi geliyor herkese. 3. Dünya Savaşı’nın doğrudan, tam ortasındayken, her şey ulusal politika içinde cereyan ediyor ve biz böyle kabul ettik diye böyle devam edecekmiş gibi. Şöyle bir kafamızı kaldırıp baktığımızda, mesela Kürt hareketi sadece şu an için değil, çok uzun yıllardır doğrudan dört ülke politikası içinde. Bunun üstüne üstlük özellikle Suriye’nin durumundan sonra bütün dünya ülkelerinin bir tarafından tuttuğu ve hatta muhtemel İzlanda casuslarının bile yer aldığı bir 'İspanya İç Savaşı', daha doğrusu demokratik olan tek bölgeyi merkezine koyduğumuzda hâlâ yaşayan ve ayakta bir İspanya Devrimi’nin yaşandığı bu coğrafyada ‘diplomasi’ mücadelesi sahiden hak ettiği yerde mi?"
Yanlış anlaşılmasın, ben devletlerle ilişkilerden bahsetmiyorum. Dediğim gibi zaten, muhtemelen İzlanda’nın bile yakından izlediği bir coğrafyada bölgenin bütün aktörlerinin, neredeyse her devletle bir ilişki kurması çok doğal görünüyor bana. Benim bahsettiğim ‘Halklar Diplomasisi’ için neler yapılıyor? El Salvador gerilla komutanı ve barış anlaşmasının müzakerecisi Roberto Canas’la yıllar sonra yeniden görüşmemizde, müzakere sürecinin yeniden başlayabilmesi için diplomasi sürecinin öneminin altını bir kez daha çiziyordu. 3. Dünya Savaşı’nın sürdüğü bir coğrafyada, barış için uluslararası ilişkilerin önemi reddedilebilir mi?
Bu yüzden mesele yine ne istendiğine gelip dayanıyor. Bu günlerde bu sözlerim üzerine, "Her gün insanlar ölüyor senin ağızdansa ‘ekolojik demokrasi’den, ‘radikal bir demokrasiden’ başka bir şey düşmüyor." diye düşünüyorsanız, demek istediğim tam da bu. Toplumsal bir dönüşümü - mesela 'cinsiyet özgürlükçü bir paradigmayı' anlatırken, benim ‘kadın cumhuriyeti’ diye isimlendirdiğim, yani iktidarı olmayan bir toplumsal yapıyı anlattığınız zaman - öncelikle geniş toplumsal bir meşruiyet, sınırları aşan bir toplumsal meşruiyet sağlanabilir. Hatta orta sınıf politikacının anlayamadığı mücadelenin ‘antikapitalist’ niteliğinin öne çıkarıldığı bir halklar diplomasisi ile 3. Dünya Savaşı’nda ancak barış mücadelesi kazanılabilir. Devletlerin hoşuna gitsin diye mahcubiyet içeresinde lafları ağzımızda gevelediğimizde ne halklar ne istendiğini anlayabiliyor ne de devletler, sizin bu mahcubiyetinize kanıyor.’ diyorduk…
Yani eğer ‘kadın cumhuriyeti’ olsaydı, bölgede aynı gelişmeler olur muydu sizce ?