Ceren, Zeynep ve Buket öldü. Çoğumuz olayı tahlil ettik ve kenara çekildik. Tabii ki bu olaylarla, bu tekil cinayetlerle hiçbir ilişkimiz yok. Fakat bu cinayetlerin içinden çıktığı toplum yapısında, eğitim, hukuk, yargı sisteminde ve bu cinsiyetçi düzende hepimizin bir payı var.
Yeni yıla bazı şehirlerde karla girdik. Ankara’ya da kaç yıl sonra şöyle güzelce ve tam zamanında bir kar yağdı. Kış gibiydi. Her şey normalmiş gibiydi. Vakitlice, güzel güzel ve ince ince yağan bir kar iyiye alamet gibiydi. Faşistliğin en sefil halini henüz bir devlet büyüğü dal gibi incecik ve korunmasız genç bir kadın oyuncuda görmemişti. Neredeyse her gün bir kadının öldürüldüğü bir ülkede, cam gibi saydam bir hayat yaşayan bir kadın bir caniymiş gibi cümle aleme hedef gösterilmemişti. Bambaşka, neşeli ve tatlı bir yazı konusu vardı aklımda. Yeni yıla güzel başlayalım, güzel gitsin demiştim. Maalesef yazamadım o yazıyı. Bazen öyle canının istediği konuyu yazamıyorsun işte. Bunca acı varken...
Payına bu kadar acı düşen bir coğrafyada hâlâ bazı olaylar muazzam bir ağırlığı yüklenerek geliyor ve bir taş gibi yüreğimize oturuyor. Sarsılıyoruz. Bazen elimizde kalan son şey bu “sarsıntıya” ses vermek oluyor. Duyguları kelimelerle birbirimize geçirmek kalıyor elimizde. O an için başka hiçbir şey yapamadığımız bazı olaylarda, duyguları ve acıyı paylaşmak, rahatsız olmaya razı olmak, rahatsız etmek ve hatta birbirimizin içini acıtmak da bazen neredeyse gerekli, hatta etkili politik bir tutumdur bence.
Yeterince insansız, kadınsız, acısız sürüp giden bir his/tory okuyoruz zaten. Judith Butler, Julia Kristeva ve tabii Sara Ahmed gibi kadınlar olmasa teori de tarih anlatısıyla benzer güzergahlarda sürüp gidecek. Olayları, acıları ve savaşları da his/theory etrafında okuyup değerlendirmeye mahkum kalacağız. Oysa hayat çok ağırlaştığında, mesela savaş durumunda, payına her şeyden en büyük parça düşen kadınlardan kimi zaman ancak bu dille söz edebiliriz. Duygular, duygu politikaları ve her/story’ler içinden geçerek, kadınların hayatlarının, gündelik ritmlerinin, her şeylerinin nasıl ellerinden alınmış, nasıl ahlaksızca çalınmış olduğunu tahayyüle davet ederek yani... Kadınlar olarak paramparça ediliyoruz her gün. Sözüm ona büyük resimler ve büyük teoriler parçalılığımızı anlamamıza yetmiyor, hoş, onları da sektirmeden okuyor, yararlanıyor, üzerine düşünüyor ve evet beğeniyoruz. Fakat biraz her/story lütfen...
Nereden geldim bu konulara. Yukarıda yazdıklarımı dün ve bugün okuduğum iki ayrı yazı düşündürttü bana. Fakat yine de bu yazının ardında esas olarak yeni yılı kar beyazından vuran kadın katli meselesi var. Çünkü yılın ilk haftasına üç genç kadının öldürülmüş olduğu haberleriyle girdik. Ben bu satırları yazarken, İzmir’den Yurdal Hüsünbeyi adındaki bir baba ile Hatay’dan bir anne ve baba Ukrayna’nın Harkov kentinde yılbaşı gecesi katledilmiş 22 ve 20 yaşlarındaki dünya güzeli kızlarının cenazesini teslim almak üzere bu şehirde bekliyordu. Bir baba için, bir anne için, bundan daha ağır bir şey, bundan daha zor bir yolculuk olabilir mi? O ebeveynler yolun sonunda evlatlarının incitilmiş bedenlerinden başka kendilerini bekleyen hiç kimsenin ve hiçbir şeyin olmadığı o ülkeye nasıl gittiler? O yolculuğu nasıl geçirdiler. Evlatlarının cansız bedeniyle birlikte o yollardan nasıl dönecekler?
Arkadaşımız Mete Hüsünbeyi’nin yeğeni Zeynep Hüsünbeyi ve ev arkadaşı Buket Yıldız, tıp eğitimlerini sürdürdükleri Ukrayna’nın Harkov kentindeki evlerinde, hem de yılbaşı gecesi bıçaklanarak öldürüldü... Bu iki genç kızın katledilmesi haberi ağır ağır çarptı birçoğumuzu. Ayrıntıları öğrendikçe dehşet duygusu jilet gibi keskinleşti.
Katilin eski bir erkek arkadaş olduğu kısa sürede anlaşıldı. Bu korkunç cinayetler, sadece 20 yaşında olan Buket, bir “gençlik ilişkisini” bitirdiği için yaşanmış... Acısını paylaştığımı söylemek ve sabır dilemek için aradığım Zeynep’in amcası Mete, "Buket’i öldürdükten sonra, evde iki saat bizim Zeynep’in dönmesini beklemiş” diyor tarifsiz bir üzüntüyle. Yetenekli, hayat dolu, umutlu cıvıl cıvıl, gencecik kadınlar... Dünyanın her yerinde her gün onlarca erkek aynı saplantı ile kadınlara ceza kesiyor. Ayrılmak istedi, “hayır” dedi ya da aldattı diye, katlediyor... Bu hakkı kendinde görüyor.
Kötülük ve zalimlik karşısında vicdana ve iyiliğe davet etmekle pek bir şey değişmediğini çoğumuz biliyoruz tabii. Vicdan söz konusu olduğunda, aşılması çok güç, çelik bir paradoks hemen devreye giriyor. İyiler zaten hayat yolunu elleri vicdanlarında yürüyor. Vicdansızları iyiliğe davet etmekse hiçbir işe yaramıyor. Paradoks bu... Başka türlü bir eğitim, bir toplum, bir hayat biçiminin desteklenmesi gerekiyor. Vicdan bunlar olmaksızın güçlendirilemez. Vicdan olmadan eğitim bir işe yaramaz demiyorum. Bunlar olmaksızın “vicdan” olamaz. Vicdan esasen bir adalet hissidir. Bilgiden bağımsız adalet duygusu olabilir mi? İngilizcede bilinç, bulunç, şuur, vukuf, vicdan aynı sözcükten gelir. Conscious, conscience, consciousness... Hepsinde ortak olan “sci” basitçe bilim, bilgi demektir.
O çok acı olaylara zor da olsa dönelim şimdi. Zeynep ve Buket’in Ukrayna’da öldürülmeleri olayı, Ceren Damar’ın Ankara’da katledilmesi olayının hemen ardından duyuldu. Ceren Damar Ankara’dan bir akademisyen. Hukukçu. 27 yaşında. Fotoğraflarından görüyoruz, ışıl ışıl bir yüzü var. Güleç. İyicil. Ceren sadece görevini yaparken hedef olan bir akademisyen değildi. Bunu çok kişi yazdı zaten. O aynı zamanda genç bir kadın olduğu için de bu kadar kolay öldürülebildi. Bu cinayet de saatlerce tasarlandı. Hiçbir anında cinayetten vazgeçilmeksizin bu plan sonuna kadar işletildi. Eve gidildi, silah alındı hem de hem ateşli, hem ateşsiz silahlar. Okula gelindi... Katilin kafasının bir yerinde -muhtemel ki- bir erkeğin “yoluna dikilip” hak hukuk hatırlatmaya cüret eden “hadsiz bir genç kadın” imgesi vardı. En nihayetinde bir kadın, değil mi?
Ceren’in ölümü, koca bir yalan olarak üniversite balonunu da, akademisyenliğin dışarıdan güzel ve renkli akvaryumunu da “cosss” diye patlattı, hoş, bu kaçıncı patlamaydı... Ayrı bir yazıda değerlendirilmesi gereken bir konu. Bu yazıda sadece arkalarında zamanla da iyileşmeyecek üç yara bırakan üç genç kadını anmak istedim bugün... Kadın katli üzerine bir kez daha düşünelim istedim.
Her gün dünyada ortalama 137 kadın öldürülüyor. Bu cinayetlerin yarıdan çoğu kadınların eşleri, partnerleri ya da yakınları olan bir erkek tarafından işleniyor. Türkiye de kadın katli (femicide) olaylarında yıllardır dünya istatistiklerinde yüksek oranlarla yer alan bir ülke.
Militarizm, milliyetçilik, çatışma ve kutuplaşma kültürü, vülger bir siyaset tarzı ve din istismarı, kadın düşmanı ve homofobik medya temsilleriyle el ele, kışkırtılmış bir erkekliği ve erkek iktidarını dünyaya salıyor. Hayatın gerçek imkansızlıkları, hiyerarşileri, iş ilişkileri ve işsizlikleri karşısında, en önemlisi de daha güçlü başka “erkekler” karşısında tuzla buz olan, diğer bir deyişle bir hiç olan bu “sefil iktidar,” kendi krallığına, “malınsadığı” kadına ve eve yöneliyor... Dövüyor, işkence ediyor, öldürüyor...
Şiddete meyyal bu erkekler -ki sayıları sandığımızdan çok kalabalık olabilir- kadınları “malınsıyor.” Doğru sözcük bu. Kendilerine ait bir “mal” gibi görüyor. Cahili de eğitimlisi de çokluk “tanrısal” bir iktidar talebi ve sahiplenme duygusuyla yaşıyor ilişkilerini. İlişkilerin bitmesi halinde, bazen kendileri ayrılmayı istedikleri durumda bile, partnerlerinin bir başkası ile olmasına, ayrı ve özerk bir hayat kurmasına izin vermiyorlar. Ellerinden oyuncakları alınmış gibi davranıyorlar, o oyuncak bir köşede dursun istiyorlar.
Kadın katlini mesele eden, bu konuda mücadele eden, gönüllü faaliyet sürdüren çalışan ve çabalayanlar hep kadınlar ve kadın örgütlenmeleri. Erkekler, erkek şiddeti ile mücadele etmiyor. Bunu gündemlerine almıyor. Kendi evlatlarını, kız kardeşlerini ve yakınlarını acımasızca alıp götüren, her an her yerde tehdit eden erkek şiddeti karşısında dünya erkek toplumu maalesef kılını kıpırdatmamaya devam ediyor.
Hatta öyle fena bir durum ki kız evlat sahibi, evladının saçının teline zarar gelmesindense canını vermeye razı gelecek “dünya iyisi” birçok baba, kadın katline dair kendi ülkesinin hakikatini merak bile etmiyor. Töre, namus, Güneydoğu gibi ezber bir çerçeveye oturtmuş bu meseleyi ve oralara mahsus bir mesele olduğunu düşünüyor. Bu cinayetlerin esasen artmadığını savunuyor. Sadece üzerindeki perdenin kalktığını ve artık bu cinayetlerin gizlenmiyor olması nedeniyle yüksek sayılarla karşılaştığımızı düşünüyor. Meselenin böyle olmaması ve zaten esasen sayılardan ibaret görülmemesi gerektiği de ayrı bir konu. Son haftadaki üç cinayet, ne töre ne namus ne “Güneydoğu” ile ilişkisi olmayan bu üç cinayet önümüzdeyken de bu düşünceden kuşku duyulmuyor. Son yılların en çok konuşulan, Pippa Bacca, Sarrai Sierra, Münevver Karabulut, Özgecan Aslan cinayetleri ve metropollerde işlenen o kadar cinayet, kadın katlinin bölgesel dağılımını gösteren sayısız istatistik gözlerinin önünden akarken de eğilip bakma ihtiyacı duymuyorlar.
Erkeklerin bu konuda bilgi edinme eksikliğini öyle bir iki kişiyle yaptığım sohbetten çıkarmıyorum. Birçok kadın da kadın katliyle ilişkili benzer ezberlerden hiç şüphe etmiyor ve bu tür konuşmaları yılda kaç kez, kaç kişiyle yaptığımı hatırlamıyorum bile.
Sözüm sadece onlara da değil, Ceren, Zeynep ve Buket öldü. Çoğumuz olayı tahlil ettik ve kenara çekildik. Tabii ki bu olaylarla, bu tekil cinayetlerle hiçbir ilişkimiz yok. Fakat bu cinayetlerin içinden çıktığı toplum yapısında, eğitim, hukuk, yargı sisteminde ve bu cinsiyetçi düzende hepimizin bir payı var. Maalesef. Bu pay üzerinde ciddiyetle düşünmek zorundayız. Kadınlar ölüyor...