Kadına şiddetin 'yatar'ı, 'gir-çık'ı
Bir yaralama suçu işleniyor, bu kişinin ilk suçuysa mahkeme Hükmün Açıklanmasının Geri Bırakılması’na karar veriyor. Bu mümkün değilse infaz “erteleniyor”, bu da mümkün değilse “failin geçmişi vs. göz önünde bulundurularak” cezada 1/6 oranında indirim yapılıyor. Ardından, “cezanın yatarının hesaplanması”... Önceleri birkaç günü cezaevinde misafir olarak geçirmek zorunda kalırdınız. Şimdi, salgın döneminde ise birkaç saat, artık bizlerin de kullanmaya başladığı tabirle “gir-çık” yapılıyor.
BÖLÜM 1 - Utku Can Akyol*
Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerine uygulanan polis şiddeti, öğrenciler hakkında verilen tutukluluk ve ev hapsi kararlarının yarattığı tartışmaya Kadıköy’de gerçekleşen Büyük Kadın Buluşması gözaltılarıyla devam ediyoruz. Hem de Cumhurbaşkanı, İnsan Hakları Eylem Planı’nı henüz açıklamışken.
Mart ayının ilk haftası henüz bitmişken Anıt Sayaç 67 (altmış yedi) kadın cinayetine işaret ediyor ve Samsun’da oldukça çirkin bir şekilde kadına şiddet olayı daha yaşanıyor. (Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun 2020 yılı Raporu)
İnsan Hakları Eylem Planı’nın tıkır tıkır işlediği hicvinde bulunmadan önce, gündemimizin neden hep “şiddet” olduğuna değinme gerekliliği duyuyoruz. Erdoğan, bir insanlık suçu olarak gördüğü şiddeti kınıyor ancak Fahrettin Altun eşcinselliği devletin vatandaşlarını “koruması gereken” bir aşırılık kara propagandası olarak tanımlıyor. Bu tanımlama LGBTİ+ bireyleri terör örgütlerine, oradan küresel güçlere, oradan ise topyekûn savaşılması gereken bir düşman olarak tanımlamaya evriliyor. Endişe verici nokta ise bir hakkın yok sayılmasının, bir devlet politikasına dönüşmeye başlaması.
İktidar politikalarından biri de son yıllarda, Terör Örgütü Üyeliği dışında neredeyse hiçbir suçun kayda değer infaz edilmemesi. Basite indirgenmiş bir dille “gir-çık” ve “yatar hesaplama” meselesinden bahsediyoruz. Adalet Bakanlığı’nın tanımına göre denetimli serbestlik "Mahkemece belirtilen koşullar ve süre içinde, denetim ve denetleme planı doğrultusunda şüpheli, sanık veya hükümlünün toplumla bütünleşmesi açısından ihtiyaç duyduğu her türlü hizmet, program ve kaynakların sağlandığı toplum temelli bir uygulamayı" ifade etmektedir. (Denetimli Serbestlik şartlarının esnetilmesi ile ilgili Prof. Dr. Ersan Şen ve Av. Beyza Başer Berkün’ün hazırladığı tablo)
Kısaca, bir yaralama suçu işleniyor, bu kişinin ilk suçuysa mahkeme Hükmün Açıklanmasının Geri Bırakılması’na karar veriyor. Eğer bu mümkün değilse infaz “erteleniyor”, bu da mümkün değilse “failin geçmişi, sosyal ilişkileri, fiilden sonraki ve yargılama sürecindeki davranışları, cezanın failin geleceği üzerindeki olası etkileri gibi hususlar göz önünde bulundurularak” (TCK m. 62/2) cezada 1/6 oranında indirim yapılıyor. Ardından, “cezanın yatarının hesaplanmasına” geçiliyor. Önceleri birkaç günü cezaevinde misafir olarak geçirmek zorunda kalırdınız. Şimdi, salgın döneminde ise birkaç saat, artık bizlerin de kullanmaya başladığı tabirle “gir-çık” yapılıyor.
'ÇETE ÇETE İÇİNDE', YAPTIRIMSIZLIK POLİTİKASI
Neden infaz hukukumuz hükümlünün topluma kazandırılmasını, ıslah edilmesinden önde tutuyor? O kadar ki kişiler, bu “topluma kazandırmalar” sebebiyle toplumdan hiç kopmadan, dilediği suçu işler hale geliyor. Hal böyle olunca “abi, dayı, baba, kral” bitmiyor. Bir kimseye parmak sallayarak tehditler savurmak, hatta bunu silahla yapmak, yaptırımsızlaşıyor. Hatta, bu tehdidi uygulamaya geçirmek dahi. Şiddet övünüyor, övülüyor, yaptırımsızlaştıkça bir “doğal güç” haline geliyor.
Mafyalar birer politik aktör olmaya başlarken, haliyle vatandaşlar mafyalaşmaya başlıyor. Kime sorsanız bir “abisi” var. Herkesin de bir “şiddet kimliği”. Düz mafyalar var, siyaset mafyaları var, sanat mafyaları var, bittabi, hatta hukukçu mafyaları dahi var. (Ki bunları ilerleyen yazılarımızda kaleme alacağız.) Bu trajikomik durumu gülünç sözler dışında anlatamayacak durumdayız. Çözüm her zaman politik, ancak sandıktan çok daha öte bir politika tanımından bahsediyoruz.
Evet, CMK m. 231’de düzenlenen “hükmün açıklanmasının geri bırakılması”nda kıstas, suç hakkında hükmolunan cezanın “miktarı” olmaktansa, “türü” olmalı. 2014’te eklenen “Denetim süresi içinde, kişi hakkında kasıtlı bir suç nedeniyle bir daha hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilemez” fıkrası ardı arkası kesilmez basit suçların cezasız kalmasına engel oldu ancak, suçlular için yine de caydırıcı olmadı fikrindeyiz.
Yine, CMK m. 100/4 bendinde hükmolunan “neticesi sebebiyle ağırlaşmış kasten yaralama” suçunun tanımının “kadına şiddet” açısından genişletilmesi gerektiği kanaatindeyiz.
*Avukat
_________________________________________________________________________________________________________________
BÖLÜM 2 - Fatih Sarıkaya**
Gerçekten de Türk Ceza Kanunu’nda “kadına karşı şiddet” ayrı bir suç olarak düzenlenmemiştir. Kasten yaralama suçunun cezası 1 yıl ile 3 yıl arasında düzenlenmişken bu suçun “eşe karşı veya beden veya ruh bakımından kendisini savunamayacak kişiye karşı” işlenmesi halinde verilecek nihai cezanın yarı oranında arttırılması öngörülmüştür. Bu da demektir ki, eşine karşı şiddet uygulayan bir erkeğin alacağı ceza 1,5 yıl ile 4,5 yıl arasında değişmekte ve cezanın 1,5 yıl mı 4,5 yıl mı verileceği somut olayın nitelikleri ve hâkimin takdirine göre belirlenmektedir.
Ayrıca kanunun yalnızca “eş” olarak belirtmesi sevgilisine, nişanlısına veya boşandığı eşine karşı şiddet uygulayan kişinin alacağı cezanın arttırılmayacağını göstermektedir. Bununla birlikte, eşe karşı şiddet uygulayan kişinin cezaevinde geçireceği süre aldığı cezanın “yarı oranındadır” ve buna ek olarak da kişiye 1 yıl denetimli serbestlik süresi verilmektedir. Diğer infaz hükümleri de birlikte değerlendirildiğinde eşe karşı şiddet uygulayan kişinin cezaevinde geçirdiği süre “saatler” dahi olmamaktadır. Bu da göstermektedir ki ceza kanunlarının amaçlarından biri olan verilecek cezanın suçun işlenmesinde “caydırıcı” özellik taşımasının uygulamada bir karşılığı yoktur.
Ceza ve infaz kanunlarının amacı suça karışan kişiyi ıslah etmekle birlikte kişilerin suç işlemesini de “caydırıcı” hale getirmektir. Oysa mevcut yasalarımız göz önüne alındığında kadına karşı şiddette maalesef ceza kanunlarımız yeterince caydırıcı özelliğe sahip değildir. İşte tam bu noktada akıllara gelmesi gereken tek soru bunun önüne nasıl geçileceği ve nelerin yapılabileceğidir.
Kadına karşı şiddetin yalnızca onu fizik gücüyle darp ederek değil aynı zamanda sözle, davranışla, iş hayatında ya da sosyal hayatta yapılan ayrımcılık ve benzeri davranışların da şiddetin bir boyutu olduğu bilinci, eğitimle aşılanmalıdır.
Sorun yalnızca eğitimle de giderilemeyecektir. Mutlaka mevcut yasalarda da birçok düzenleme yapılması gerekir. Halihazırda 6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi Hakkında Kanun kapsamında bazı önleyici ve koruyucu tedbirlerin alınabileceği öngörülmüşse de bu tedbirlerin caydırıcı nitelikte olmadığı yaşanan olayların gösterdiği üzere açıktır. Hakkında “koruma tedbiri” alınan kişilerin bu tedbirlere riayet edip etmediğinin takibinin efektif bir şekilde yapılması gerekir. Şiddet mağduru ve hakkında tedbir hükümleri uygulanan kişilerle düzenli görüşmeler, yükümlülüklerine uyup uymadığının kontrollerinin sağlanması ve gerektiğinde elektronik kelepçe uygulamasıyla muhtemel şiddet olaylarının önüne geçilmelidir. Bu halde karakollarda bulunan Aile İçi Şiddet Bürolarının aktifliğinin arttırılması veya kadına karşı şiddetin önüne geçilebilmesi için “Kadın Karakollarının” kurulması gündeme gelmeli düşüncesindeyiz.
Tüm bunlarla birlikte, kadına karşı şiddet suçunun ceza kanununda ayrı bir başlık altında düzenlenmesi gerekliliği tartışılmalıdır. 6284 Sayılı Kanun kapsamında “kadına karşı şiddet” tanımlaması söz konusu olsa da anılan kanunda herhangi bir ceza öngörülmemiş ve kadına karşı şiddet uygulayan kişiye “Türk Ceza Kanunu” kapsamında ceza verilmesi gerektiği belirtilmiştir. Bu noktada kadına yönelen şiddete karşı caydırıcı nitelikte bir “ceza” öngörülmeli ve şiddete maruz kalan kişinin altsoy, üstsoy, eş, sevgili, nişanlı veya “boşanmış eş” olması arttırıcı sebep sayılarak suçun nitelikli halleri buna göre düzenlenmelidir.
Ayrıca bu suçlar için şikâyet aranmaksızın soruşturma ve kovuşturma yapılmalı ve kadının şikayetçi olmaması veya şikayetinden vazgeçmesi, tayin edilecek ceza konusunda bir etken olmamalıdır. Yine kadına karşı şiddet gösteren kişinin söz konusu şiddet eylemini gerçekleştirdiğinde alacağı caydırıcı cezayı bilmesi ve alacağı ceza kapsamında ıslah edilmesi amacıyla bazı yaptırımlara maruz kalacağını hissetmesi de önemli bir etken olacaktır. Bu bağlamda kanuna eklenecek kadına karşı şiddet suçuna ilişkin infaz düzenlemeleri de ona göre yapılarak alacağı ceza sonucunda ıslah edilmesi sağlanmalıdır.
Her ne kadar aslolanın tutuksuz yargılama olduğu düşüncesindeysek de kadına karşı fiziksel şiddet suçu CMK m. 100’de sayılan katalog suçlara dahil edilmeli ve gerektiğinde kişinin tutuklu yargılanmasının önü açılmalıdır.
Kadına karşı şiddete karşı etkin düzenlemelerin yapılmaması her geçen gün farklı isimlerin şiddete maruz kalmaya devam edeceğini göstermektedir. Yaptırımsızlık politikasının bu hızla devam etmesi halinde kadın cinayetlerine karşı üzüntülerimizi ve “bu son olsun” temennilerimizi dile getirmekten öteye geçemeyeceğiz.
**Avukat