Geçen ayın yazısında Kaybedenler Kulübü’nün neyi kaybettiğini irdelemiştim.
Yazının yolculuğu sürecinde çok fazla insanla karşılaştım. Beni epey düşündüren çok kıymetli mailler, oldukça samimi mesajlar aldım. Yazının insanları birbiriyle buluşturabilme gücü hayata dair çok umutlandırıcı. Ne mutlu!
O yazı erkek cephesinden yazılan bir yazıydı ve orada kadın cephesinde olan biteni de zihnimin aldığı kadarıyla yazma sözü vermiştim.
Kadınlar, Kaybedenler Kulübü’nün asil ve yedek üyelerini itinayla nasıl buluyorlar?
Kaybedenler Kulübü üyeleri nasıl oluyor da çok acayip derinlikler barındırıyormuş illüzyonu yaratıp kadınların o derinliğe kafa üstü dalmalarını sağlayıp boyunlarının kırılmasına vesile olabiliyorlar? Biz kadınlar sığ suları nasıl oluyor da derinlik sanabiliyoruz?
Ve neden oraya kafa üstü dalıp boynumuzu kırıyoruz?
Deli miyiz?
Canımıza mı susamışız?
Belamızı mı arıyoruz?
Yazının ana soruları bunlar olacak ve diğer yazıda olduğu gibi yine birtakım genellemeler içerecek, istisnalara selam ederek…
Öncelikle burada kadınlara dair bir mağduriyet tablosu çizmek istemiyorum. Çünkü genel olarak kadın-erkek ilişkilerinde “mağduriyet” kavramına inanmıyorum (patolojik durumları ve ustaca kandırmaları saymazsak).
Ben daha çok duygusal pozisyonlara inanıyorum. Karşınızdaki kişi duygusal bir pozisyon alır, siz de ona göre başka bir pozisyon alırsınız. Mağduriyet, burada en fazla öğrenilmiş bir iletişim biçimi olabilir ve altını kaldırıp baktığınızda oradan bambaşka duygular, düşünceler çıkar.
Ben diyeyim aile sistem özellikleri siz deyin kültürel kodlarımız veya kadın/erkek rollerinin bu coğrafya içerisindeki dağılımı vs. kadınlarda yoğun bir şekilde karşı tarafı iyileştirme arzusu doğuruyor.
“Onu adam edeceğim”, “benimle başka olacak”, “aslında onun aradığı benim!”, “onu değiştireceğim.”
Hayatının çoğu alanında kendisini yetersiz hisseden kadın, ilişki içerisinde omnipotans (tümgüçlü) bir havaya bürünüp arızalı tipleri itinayla bulup, onları tamir etmeye çalışıyor.
Başka bir ifadeyle varoluşunu ilişkisinde ispat etmeye çalışıyor.
Aslında onlar üzerinden kendisini tamir etmeye çalışıyor. Kendisiyle, babasıyla, annesiyle, yaşamla olan arızalarını gidermeye çalışıyor.
Bu durum aynı zamanda kadının kendilik değerini başkası üzerinden inşa ettiğini de düşündürüyor bana. Yani onu iyileştirirse kendisi de iyileşecek.
Var olan yaratıcı enerjisini ya da tanrısallığını başkasını iyileştirme arzusu üzerinden tüketiyor.
Bu tüketme hali ise bizi baş etmekte çok zorlandığımız bir yabancılaşmaya doğru götürüyor.
Sonra ne mi oluyor? Kontrolsüz öfke, ciddi bir güvensizlik, umutsuzluk, depresyon vs…
Kadın canlısı, yukarıda ifade etmeye çalıştığım tüm bu işleri yapabilmek için ise ilişkiyi hayatının merkezine koyuyor. Aksi halde bunca şeyi yapmaya nasıl vakit bulacak?
Hayatındaki tüm eksik işlevleri, destek, dayanışma, güven arzusu, onaylanma, takdir görme, sarıp sarmalanma duygusunu o erkekte tamamlamaya çalışıyor.
Tüm ruhsal besinini o ilişkiden ya da o erkekten almaya çalışıyor.
Doyurulamayacak arzuları için bitimsiz bir savaşa giriyor.
Olmayacak duaya ‘amin’ diyor.
Sonuç mu? Hükmen mağluplar ya da Kırık Hayalli Kadınlar Kulübü kuruluyor.
Başucu kitabım Kurtlarla Koşan Kadınlar’da “Mavi Sakal” diye bir masal vardır. Kitabın yazarı Clarissa P. Estes, kadının ruhsallığına egemen olan iki tür kuvvetten bahseder; birincisi kolay kandırılan, toy, içgörüsü pek gelişmemiş “safdil” tarafımız ile sezgileri güçlü, sabırlı, zemini sağlam, keskin bir duyarlılığı olan “vahşi” tarafımız.
Yazar her kadının doğuştan sezgisel gücüyle dünyaya geldiğini savunur ancak çoğumuz bu tarafımızı fark etmez, orayı bastırır ve ondan bîhaber yaşayıp gideriz.
Mavi Sakal öyküsü, tüm kadınların ruhsallıklarında bulunan ve onları esir alan o karanlık, doğuştan “yok edici” başka bir ifadeyle “avcı” adam üzerinedir.
Kısaca masala değinecek olursam, masalda üç tane kız kardeş vardır.
Bu üç kız kardeş aslında bir kadının alt benliklerini simgeler. Küçük kız kardeş kendisiyle evlenmek isteyen Mavi Sakal’ın gerçek yüzünü görmez ve evlenme teklifini kabul eder. Diğer kız kardeşler ise Mavi Sakal’a bir türlü güvenemezler, onu çok tekinsiz bulurlar.
Küçük kız kardeş ise sürekli kendisini ikna etmeye çalışır; “Bu kadar çekici görünen bir adam kötü olamaz, hem sakalı da o kadar mavi değil! Yalnızca kendine özgü ve ilginç biri. “
Masalın devamında Mavi Sakal bir seyahate çıkacağını söyler ve yaşadıkları şatodaki tüm odaların anahtarlarını karısına verir. Bu anahtarların arasında küçük bir anahtar vardır ki onu asla kullanmaması konusunda karısını uyarır.
Mavi Sakal gittikten sonra ablaları gelir ve küçük kız kardeşlerini kilitli olan odaya girme konusunda ikna ederler. Ve genç kadın içindeki meraka karşı koyamayıp kilitli odaya girer. Bu merak sayesinde Mavi Sakal’ın kim olduğunu öğrenecek ve kendisini ondan kurtarmayı başaracaktır.
Mavi Sakal’lar, kadınların yaşam enerjisini, yaratıcılık dürtüsünü çalan, kadınları ne olduğunu anlayamadıkları bir hâlde bırakan ruh emici varlıklardır.
Yaptıkları manipülasyonlarla durumu kurtarıp, kendilerini de güçlendirdiklerini sanırlar. Uyguladıkları duygusal şiddetle varlıklarını ispatlamaya çalışan kaybedenlerdir.
Kurnaz bir izsürücü gibi kimin kendileri için av olduğunu çok iyi anlarlar. Ve hoyratça avlarını yakalayıp parçalarlar.
Biz kadınlar yazının başında da bahsettiğim sebeplerle kendi iç sesimizi kısmaya, sezgilerimizi duymazdan gelmeye epey meyilli olabiliyoruz.
Hem içsel hem de dışsal gerçekliğimizden kopuk bir senaryoda başrolü illâ ki bir erkekle paylaşmaya oldukça hevesli görünüyoruz. Başrolü paylaşalım da, nasıl olursa olsun!
İçeriye kulak verdiğimizde şu cümleleri kendimize fısıldadığımızı duyabiliriz;
“Bu adam bana zarar verecek”, “acı çekeceğim”, “burada samimi olmayan bir şeyler var” vs…
Evet, adamın sakalı basbayağı da mavi işte! M A V İ !
Ve kötü haber, bizler kendimizi ne kadar zorlarsak zorlayalım, bu rengi değiştiremeyiz ve üstünü örtemeyiz.
Fakat kazanma ya da karşımızdaki kişiyi değiştirme, onu iyileştirme arzumuz o kadar yoğun ki burada kendi duygumuzu sonrasında sezgimizi merkeze almayı ihmal ediyoruz. Duygularımızın ihmalkârlığında ise sezgilerimizle temasımız da tahrip olmaya başlıyor.
Yaralanan sezgilerimizi, içgüdülerimizi tedavi etmek için merak duygumuzu, gözlem gücümüzü elden bırakmayıp, görünenin ardına bakma konusunda ısrarcı olmamız gerektiğini düşünüyorum. Duygusal sınırlarımızı korumalı ve hayatımızdan toksik insanları uzak tutabilmeliyiz.
Kendimize kaybedenleri kazandırmakla değil, içgüdülerimizi hatırlatmakla uğraşırsak yaramız beremiz de daha hafif olur.
Geçici de olsa her birimiz kendi içimizdeki bazen de dışımızdaki avcıların eline düşeriz ancak eninde sonunda kurtulmayı başardığımızda daha bilge, daha güçlü kadınlar haline geliriz.
Çünkü kendimizi yok edici adamları romantize etmeye karşı uyaran içsel bir bilgi ediniriz.
Bu bağlamda kendimizi kurtarmak, yaralı taraflarımızla yüzleşip, duygularımıza temas edip, tedaviyi dışarıdan değil içeriden bulmaya çabalamakla mümkünmüş gibi geliyor bana.
Velhasıl sığ sulara balıklama dalıp boynumuzu kırdığımızda felç olma olasılığımız var.
Sonrası trajedi zaten.
Hepimizden uzak olsun!
Not: Kaybedenler Kulübü’nün erkek üyeleri olduğu gibi kadın üyeleri de var kuşkusuz. Ve sığ suları derin sular zannedip kafa üstü dalan sadece kadınlar değil erkekler de elbette…
Bu konuya dair yazdığım her iki yazıyı da bu çaprazlığı koruyarak okumanızı öneririm.