Kadınlar nasıl kaybetti?

Tunç Çağı sonrasındaki toplumların, siyasi, dini ve hukuki metinleri, yaşadıkları zamana uyarlayarak kullanmaya devam ettikleri, böylece ataerkil toplum yapısının aktarılarak sürdürüldüğü görülebilir.

Abone ol

Efendim, gelin bu yazıda sizlerle birlikte önce bir iddiada bulunalım: İnsanlar eskiden ‘Anaerkil’ bir toplum yapısına sahipti. Sonra elimizdeki arkeolojik verilerle bu iddiamızı belgelendirelim. Daha sonra, besin ekonomisinde yaşanan köklü bir değişim ile erkeklerin gittikçe daha baskın hale geldiğini ortaya atalım. Ardından bakalım geçmişin kalıntıları bu dediğimizi destekliyor mu? En sonunda, devletin, kadına karşı üstün geldiğini, iktidarı kadınlardan alıp erkeklere verdiğini ilan edelim ve yazılı belgeler ışığında ilanımızı meşru kılalım. Ne dersiniz? Yapar mıyız?

Kaptan, dümeni kır; rotamız ‘tarih öncesi’. Umarım sonunda, feministleri bir de devlet düşmanı yaptınız diye suçlanmayız. Viya Böyle!

Şimdi öncelikle, bir toplum yapısı oluşturmak için insanları bir araya getirmek, kalabalıklaştırmak lazım. Malum, akraba pişmanlıktır, neden bir araya gelelim ki diyeceksiniz. Zorunluluktan canım, zorunluluktan. Siz hala kararları kendinizin aldığınızı mı sanıyorsunuz? Doğa size bu fırsatı verir mi?

Atalarımız primatlar basit canlılardır. Tüm türlerde olduğu gibi onlarda da sık hata yapan, yavaş, karmaşık davranış kalıplarını öğrenmekte zorlanan bir ‘genel zeka’ vardı. Sonra otlar büyüdü, bizimkilerin bir kısmı iki ayak üzerine dikildi.

Antropologlar durur mu, onlar da bu dikilen arkadaşlara hemen yeni isim verdi: Hominid. Eh, antropologlar durmaz da ‘Doğa’ durur mu? O da bu dikilen arkadaşlara yeni bir zorluk çıkardı: Erken doğum.

Erken doğum derttir, tasadır. Erken doğum; iki yaşına kadar kendisi beslenemeyen ve en az 12-14 yıl kendi besinini elde edemeyen, kısacası uzun yıllar boyunca bakıma ciddi şekilde muhtaç yavrudur. Ne güzel iki dirhem bir çekirdek aile olarak gezerken, şimdi, zorunlu olan beslenme ve barınma faaliyetlerine bir de yıllar boyu süren kontrollü çocuk bakımı eklendi. Eh, türümüz de hayatta kalmak için gruplar halinde birbirine bağlanmak zorunda kaldı. Neyse ki, bu sırada gelişen ‘sosyal zeka’ sayesinde bu yeni zorluğu hasarsız atlatmış gibi görünüyoruz.

Bir süre sonra ortaya çıkan ‘teknik zeka’ ile alet üretmeye başlayınca, diğer tüm primatlardan ayrılıp Homo (İnsan) adını alacak ve aileden klana dönüşen yapı içerisinde, gruplar halinde, leşçi/avcı-toplayıcı ve göçebe bir hayat sürmeye başlayacağız. Evet, insanları bir araya getirdik. Şimdi sıra geldi erk’i anamıza vermeye.

TAŞ ÇAĞINDA ANAERKİL YAPININ GÖSTERGELERİ

Hiç lafı uzatmadan; Eski Taş Çağı boyunca, grup içerisinde bir cinsiyetin, diğerine göre hem doğal hem de zamanla oluşan üstünlüklerini sıralayalım.

İlk sırada temel problemlerimizden en önemlisi olan boğaz derdi. Beslenmek şart. Araştırmalar, ilkel bir grupta herkesin her işi yaptığını ancak bazı işlerin zamanla bir cinsiyete tanımlandığını öne sürüyor. Besin elde etme faaliyeti de bu tür bir tanımlama içeriyor. Erkekler avcı, kadınlar ve çocuklar ise toplayıcı olarak tanımlanmakta.

Aynı zamanda avcılığın, toplam besinin yüzde yirmisini sağladığı, geri kalan yüzde sekseninin ise toplayıcılığın başarısı olduğu da bilinmekte.

Diğer derdimiz ise, tüm canlılarda olduğu gibi üreme. Kadınlar bedenlerinde, soyun devamını sağlayan çocukları üretiyorlar. Nasıl olduğunu bilmesek de sadece kadınların bunu yapabildiğini gözümüzle görüyoruz. Üstelik, çocuk doğar doğmaz, aynı beden, onu besleyen tek şeyi, sütü de üretiyor. Ayrıca bu gizemli beden, sürekli-düzenli olarak kanıyor, ama ölmüyor.

Grubun tükettiği besinin çoğunu sağlamak, üremek, yeni doğanlar için kendi bedeninden besin üretmek, çocukları yetiştirmek gibi hayati şeyleri sadece kadın yapabiliyor. Böylesine bir ortamda, kadınların daha önemli görülmesi çok normal değil mi? Ayrıca, doğurganlık, ölümün karşısında durabilen tek güçtür. Bu yüzden kadın bedenine karşı duyulan itibarı tartışacak değiliz herhalde. İlkel gruplar da tartışmamışlar, kadın bedeninin her evresini, her halini, taşlara, kemiklere, duvarlara betimleyip durmuşlar.

Hohle Fels Venüsü, fildişi, Blaubeuren Tarih Öncesi Müzesi.

Gelelim Yeni Taş Çağı’na. Neolitik köyler ilk kurulduklarında, insanlar hala avcılık ve toplayıcılık ile besin elde ediyordu. Ancak kadınlar, hem göçebe dönemden gelen tecrübeleri sayesinde, hem de dört mevsim aynı bitkiyi gözleyebilme imkanı nedeniyle, zamanla tohum döngüsünü çözecek ve insanları üretimciliğe yani ekip biçmeye taşıyacaklar. Böylece artık besin bulmak bir dert olmaktan çıkacak, insan ilk defa kendini doğanın insafına bırakmaktan kurtulacaktır. Eh, kadın daha ne yapsın diyeceğim ama onlar durmuyor. Önce çanak çömleğin icadı ile haneye yetecek kap kacağı üretecekler, sonra da dokuma tezgahları ile ailenin giyim kuşam ihtiyacını karşılayacaklar. Bu sebeplerden olsa gerek, üretimci köylerin tamamında, yine her yaştan, her durumdan kadın; duvar resimlerinde, heykelciklerde, kabartmalarda temsil edilmeye devam eder. Bu eserlerin bazılarında, kadının vahşi hayvanlara hükmettiği, hatta karnında tohumla betimlendiği sahneler bulunur. Sadece bunlar bile Neolitik yerleşimlerde, toplumun kadın üzerinden tanımlandığını göstermeye yeter sanırım.

İşte, yazının başında söylediğimiz üzere, insanların eskiden ‘Anaerkil’ bir toplum yapısına sahip olduğunu, üç milyon yıllık Eski Taş Çağı’ndan ve birkaç bin yıllık Neolitik Çağ’dan verilerle belgeledik.

ATAERKİL TOPLUMA DÖNÜŞÜM

Şimdi sıra geldi, erkeklerin güç mücadelesine. Kalkolitik Çağ başında ilginç gelişmeler görülür. Hatta bu gelişmelerden bazıları -belki de tümü birden- bizzat çağı başlatmış bile olabilir. Konumuzla direkt bağı olduğu için ikisinin altını çizmekte fayda var.

Bu gelişmelerden birincisi, çağın başında, Kuzey Mezopotamya’da, erkeklerin bir mekanda/atölyede toplanıp; form repertuvarı geniş, zengin dekorlu, kaliteli seramikler üretmesidir. Üstelik bu seramikler, güneyde Basra Körfezi’nden, batıda Akdeniz kıyılarına hatta kuzeyde Van civarına uzanan geniş bir coğrafyada, düzenli ticareti yapılacak kadar beğenilecektir. Bir kadın uğraşını alıp, profesyonel bir işe dönüştüren, hem de üretimini bir kıymete çevirerek, içinde bulunduğu topluma yeni bir kaynak yaratan erkeğin, cinsiyetler arasındaki dengeyi değiştirmeye doğru, çok büyük bir başarıya imza attığını söylemek gerekir.

Çağın başında görülen ikinci yenilik ise yine aynı bölgede karşımıza çıkan ‘şeflik’ sistemidir. Nedeni ve kökenini -bir başka yazıda bahsetmek üzereşimdilik es geçsek de birden fazla yerleşimi yöneten bir şef, kendine ait mührü ve mekanı ile karşımızda duruyor. Üstelik araştırmacılar, bu ünvanın sahibinin erkek olduğunu ve yönetimin babadan oğula devrolduğunu öne sürüyor.

Bunların, toplumdaki baskın rolün erkeğe geçmesine ne kadar katkısı olduğu yorumunu siz okurlara bırakarak, asıl dönüşümü sağlayan olaylara doğru ilerleyelim.

Orta Kalkolitik dönem ile birlikte besin ekonomisinde bir yenilik görülür. Yağışlara ve taşkınlara bağlı üretim, yerini tarlaların bilinçli bir şekilde sulanmasına bırakır. Kalabalıklaşan nüfusu beslemek için yapılanlar, özellikle Güney Mezopotamya yerleşimlerinde yeni bir organizasyon ihtiyacı doğuracaktır. Öncelikle; geniş topraklara yapılan ekim ve Dicle ile Fırat’tan bu tarlalara su kanalları kazılması, tarımda yoğun bir işgücü ihtiyacı doğurur.

Sonra sulamalı tarım sayesinde artı ürün ortaya çıkar. Bundan sonrası daha mı iyi oldu yoksa başımıza bela mı aldık bilemem ama öyle ya da böyle ‘artı ürün’, tüm toplumsal yapıyı geri dönülmez şekilde değiştirir. Artı ürünle birlikte; depolama ihtiyacı, depo yönetimi, ürünün korunması gibi faaliyet alanları baş gösterir. Bu yeni zenginliğe sahip ‘çıkar bölgeleri’ ancak iyi bir organizasyon ile bu artı ürünü ve zenginliklerini koruyabileceklerdir.

Kanal açılması, öncekine göre daha fazla ekim, yine öncekine göre çok ama çok daha fazla yetişen ürünün toplanması; ihtiyaç dışı ürünün depolanması, ürünün ederini bulmak için uzak mesafelere ticareti, çıkar bölgesine dönüşen yerleşimlerin, aynı imkana sahip olmayan komşulardan korunması gibi düzenli işler artık vazgeçilmezdir. Ayrıca depolanan ürünlerin, tüm çalışanlara ve halka hem emeklerinin karşılığı olarak yevmiye şeklinde hem de diğer ihtiyaç hallerinde geri dağıtıldığını da unutmamak gerekir.

Bu işleri yapanlar, herhangi başka bir uğraşa vakit ayırma şansı bulamazlar. Tüm bunları alt alta topladığımızda, bolluğun, zenginliğin devamı için hemen her biri erkek kuvvetine ihtiyaç duyan, profesyonel iş kollarının ortaya çıktığını görebiliriz. Böylece kamusal alanın tüm görünen-kıymetli yerlerini erkekler işgal etmiş olur. İster toplayıcılık, isterse üreticilikle olsun, binlerce yıldır kadının elinde olan bitkisel beslenme de artık tam zamanlı birçok iş kolu barındıran erkek görevine döner. Üstelik erkekler, kendisine verilen bu görevleri eksiksiz yaptığı sürece, tarihte ilk defa, beslenmek için kadının varlığına ihtiyaç kalmaz.

Erkeklerin, toplumsal rollerde dengeyi, yavaş yavaş kendi lehlerine değiştirmeye başladığını rahatlıkla görebileceğimiz bu zaman diliminde, iki önemli yeniliğin daha altını çizip, onların da sonuçlarını erkeklerin hanesine puan olarak yazılacağını söylemeden geçmeyelim.

Büyük depo yapıları, toplumun aç kalmamasının garantisidir. İçindeki ürünler haliyle çok kıymetlidir. O ürünler ne pahasına olursa olsun korunmalıdır. Yine büyük depo yapılarında, sistem doğru işlemelidir ki herkes emeğinin karşılığını eksiksiz alsın. Ayrıca her acil durumda, depocular insanların ihtiyaçlarını kolaylıkla karşılamalıdır. Ürünler korunmazsa veya sistem bozulursa vay ki ne vay!

İşte bu yapılara ve depoların çalışanlarına yüklenen misyon, eşyanın tabiatı gereği kısa sürede kutlu bir yapıya evrilir. İşin ciddiyetinin, insanlara bırakılmayacak kadar kıymetli olduğunun düşünülmesinden midir nedir bilinmez, tam bu sırada henüz adından ve görevinden emin olamasak da erkek bir tanrı Mezopotamya yerleşimlerinde kendini göstermeye başlar. Depolar birer tapınağa, depocular da ruhban sınıfına dönüşür. Bunca yıldır kendini kadın bedeniyle temsil eden insan, herhalde her görünür yerde erkeklere rastladığı için dini icat ederken, başına bir erkeği koymayı uygun görmüş!

Bahsedilmesi gereken ikinci yenilik ise hiyerarşi yapısı kapsamında karşımıza çıkar. Önceden beri tanıdığımız ‘şef’ artık yalnız değildir. Yeni iş kollarının liderleri, yerleşimi yöneten şefin yanında yer alan elit bir gruba dönüşür. Eh, işi yapan erkekler olunca, işin tepesi de haliyle erkeklerden oluşuyor.

Bu çağı, ayrıca şunların da altını çizmeden kapatmak olmaz. Yerleşimler köyden kente doğru gelişir, artan nüfusu yönetecek bürokrasi ve anıtsal mimari ortaya çıkar, çömlekçi çarkı ve nihayetinde yazı icat edilir. Eh, daha ne olsun?

Tek tek anlattık ama bu önemli eşikte olan biteni isterseniz bir de özetleyelim ki eksik kusur kalmasın. Kalkolitik Çağ’ın başından yazının icadına kadar geçen süreçte kadınlar, siyasi üstünlüğü erkeklere kaptırmış, basit hiyerarşiden mutlak hakim krala giden yolda erkekler, birkaç bin yıldır toplumu fiilen yönetir hale gelmişlerdi. Toplumsal iş bölümünde; seramik, maden işleme gibi başat alanlarda erkekler hem üretimi ele geçirmiş hem de bunu ticari bir kıymete dönüştürerek ürünün ve kendilerinin topluma faydasını arttırmışlardı. Beslenmede hem ağır tarım işleri hem de elde edilen artı ürünü yönetme görevi erkeklere terk edilmişti. Toplumun güvenliği artık tamamen bir erkek işi haline dönüşmüştü. Kamusal alanların, özellikle dini ve ekonomiyi elinde tutan tapınakların yönetimi erkeklerin elindeydi. Bütün bu gelişmeleri birlikte değerlendirdiğimizde, din, ordu ve siyasetin, en azından bunların bürokrasisinin, kadını dışarıda bıraktığını söyleyebiliriz. Fakat bunlarla birlikte belki de milyon yıldan fazla süredir topluma yerleşmiş olan kadın otoritesinin bir anda ortadan kaybolması beklenemez. Cinsiyetlerin toplumsal rolü ve geçmişten gelen alışkanlıklar hala yerleşim için kritik noktalarda kadın saygınlığının ve öneminin devam etmesini sağlıyordu. Yaşam da ölüm de hala kadınlar üzerinden simgeleniyordu. Soyun devamında erkeğin rolü çok uzun zamandır bilinir olmasına rağmen, kadın bedeni hala yaradılışından kaynaklanan üstünlüğünü koruyordu.

Sonuç olarak Kalkolitik Çağ’da, günlük yaşamda ve geleneksel yapıda kadın hala gücünü koruyor olsa da üretimde, güvenlikte, yerleşimin yönetiminde ve en önemlisi besinin yönetiminde erkekler ön plana geçmiş görünmekte. Evet, besin ekonomisinde yaşanan köklü bir değişim ile erkeklerin gittikçe daha baskın hale geldiğini de verileriyle ortaya koyduğumuza göre sıra geldi bölüm sonu canavarına. Buyurun ilerleyelim: Devlet beklemez.

DEVLET KADINA KARŞI

Maden çağlarının ikincisi, bakırın içine arsenik veya kalay eklenerek üretilen Tunç (Bronz) alaşımından adını alır. Örgütlü toplumların dönemi olarak adlandırılan Tunç Çağ’ında, hızlı dönen çarkın, mozaik ve kakma sanatlarının, tekerleğin, yelkenin, tek elden yönetilen toplumsal ekonominin, devletin ve matematikten fala, tıptan büyüye, mitolojiden dini metinlere bir toplumun tüm yaşantısını bugünlere aktaran çivi yazısının ortaya çıkması, insan yaşantısının değişimini tüm yönleriyle anlamamıza olanak sağlamıştı. Bu kadar büyük ölçüde yaşanan değişimin tüm toplumsal rollere, özellikle de cinsiyetlere biçilen tanım ve görevlere etkisi de aynı büyüklükte olacaktı. Özellikle yazılı metinler, Paleolitik Çağ’dan beri kimi zaman açıkça kimi zaman da belli belirsiz süren, kadın odaklı toplumsal yapının değişmeye başladığını hatta yeni erk tarafından toplumun bu değişime zorlandığını tartışmasız bir biçimde ortaya koymaktadır.

Buyurun sürecin tüm aktörlerini, devlet, yazı ve kadını tek tek tanıyalım.

Devlette; daha doğrusu bugün söylendiği şekliyle kent-devleti denilen bu yapıda, şefin yerini bir kral alır. Kralın yanında, başını ruhban sınıfının çektiği, coğrafi temelli ve politik olarak örgütlenmiş bir grup yönetici bulunur. Kent-devletinin ekonomisini din adamları elinde tutar. Tapınak ekonomisi adı verilen bu sistemde; artı ürünün yanında, her türlü fikir, emek, tasarım ve araç tapınağa kaydedilir ve bunun karşılığı tapınaktan ödenirdi.

Neolitik devrimden sonra süregelen yenilikler, iki büyük gelişmeyle, insanlık tarihinin ikinci önemli değişim evresi olarak bu çağda karşımıza çıkar. Bunlardan ilki, yüksek ısı karşısında maden cevherinin biçim değiştirme özelliğinin anlaşılmasıdır.

Neolitik Çağ’dan beri maden kullanımı bilinmesine rağmen bu yeni teknik sayesinde artık alaşım elde edilebilmektedir. Böylece insanlar, dayanıklı ve işlevsel aletler ile silahlar üretebilmiştir.

Bu aletlerin büyük ihtimalle en önemlisi, tarımda verimin artmasına yol açan, Tunç Çağ’ında icat edilip sanayi devrimine kadar bütün dünyada kullanılmaya devam eden sabandır. Aynı zamanda, artı ürün sonrası ortaya çıkan ‘çıkar bölgelerini’ ele geçirmek veya korumak için kullanılan savaş aletleri de dönemin toplumsal yapısının değişmesine neden olan bir diğer etkendir. Yerleşimlerin neredeyse tamamında ele geçen silahlar, Tunç Çağı’nda güvenliği sağlamanın ve/veya savaşmanın çok önemli olduğunu gösterir. Hem ağır tarım işleri hem de savaş tehdidi; erkeğin fiziksel gücünü toplumun devamı için bir gereksinim haline getirir. Kas gücü veya bu güce duyulan ihtiyaç; kamusal alanın erkeklere bırakılmasına, erkek işi kavramının ortaya çıkmasına, kültürel değerler sisteminin ve nihayetinde aile yapısının değişimine neden olacaktır.

Tunç Çağ’ında görülen ikinci büyük gelişme, Kalkolitik Çağ’ın sonunda ortaya çıkan piktogram’ın (kavramçizinin), zamanla sesleşme (fonetizasyon) aşaması ile gelişerek gerçek yazıya dönüşmesidir. Bu sayede soyut kavramlar, özel isimler ve zaman çekimleri kullanılır hale gelmiş, binlerce yıldır aktarılan sözlü anlatım ile yeni öğrenilen bilgiler; tıptan fala, matematikten büyüye, mitolojiden dine, yasalardan devlet metinlerine kadar her şey, yazıya dökülebilmiştir. Eh, bu metinlerde de kadına çokça yer ayrıldığını tahmin edersiniz.

Hem arkeolojik verilerden hem de yazılı kaynaklardan anlaşıldığı üzere çağın başında kentlerde en önemli yeri işgal eden tapınaklarda; yaşamın, çoğalmanın ve bereketin koruyucusu olan bir Ana Tanrıça tapınım görmekte hatta tanrılar birliğinin en tepesindeki yerini korumaktadır. Bu dönemde, Anaerkil bir yapıdan söz etmek pek gerçekçi görünmese de kadının toplum üzerindeki gücü kutsallık şeklinde devam eder.

MÖ 3'ÜNCÜ BİNYILDAN İTİBAREN KADINLAR TAMAMIYLA SİSTEM DIŞINA İTİLMEYE BAŞLAR

Zamanla; kent-devlet sisteminin ve tapınak ekonomisinin kurumsallaşması, savaşların sürekliliği, erkeklerin ele geçirdikleri alanlardaki hakimiyetini perçinlemesi gibi sebeplerle, MÖ 3’üncü binyıldan itibaren kadınların tamamıyla sistem dışına itilmeye çalışıldığı görülür. Ele geçirdiği tüm güce rağmen, anaerkil yapıyı kesin olarak sonlandıramayan erk, bu gücü, yeni bir silah olan yazı vasıtasıyla, resmi hafızanın değiştirilip düzenlenmesi için kullanmaya başlar. Artık mitolojik ve dini metinler, bunları yazıya döken erkeklerin süzgecinden geçecektir. Bunların yeterli olmadığı zamanlarda da yazılı kanunlar devreye girecektir.

Bu değişimin ilk göstergeleri söylencelerde ve dinde karşımıza çıkar. Toplum, yeni kahramanını ‘cinsiyeti’ üzerinden tanımlar. Erkek kahramanların başarıları –önceden kadınlara ait olan- bilgelik, bereket ve çoğalma öyküleriyle vurgulanır. Ana Tanrıçanın önemi gittikçe azalır, yanındaki erkek eş yavaşça egemenliği ele geçirir.

İlk önemli değişiklik yaratılış efsanelerindeki Ana Tanrıçanın yerini erkek bir tanrının almasıdır. Sözlü anlatım yazıya dökülürken; eskinin yaşam kaynağı Ana Tanrıçanın artık tek başına yeterli olmadığı, ancak genç bir erkek tanrı ile evlenirse (kutsal evlilik) üremenin devamını sağlayacağı anlatılır. Fırtına ya da yıldırımla temsil edilen bir erkek tanrı zamanla yaratıcı tanrıya dönüşüp tanrılar birliğinin başına geçer. Bu durum sanki yeryüzündeki kralın iktidarı ele geçirmesinin inanç sistemine yansıması gibi görünmektedir. Bu konuda Samuel N. Kramer, başlangıçta ilkel olan dinin siyasal olarak ikincil bir düzenleme geçirdiğinden şöyle bahseder: “Kralın kendi erkanı ile birlikte kendi sarayında yaşaması gibi kendi tapınağında yaşayan baba da hükümdarın ta kendisiydi.”

Yine bu kapsamda değerlendirilebilecek Enlil ile Ninlil öyküsünde, ilahların birlikteliği, evlilik öncesi hamilelik ve evlilik hakkında, dönemin o karışık yapısını gösteren, çok değişik bir yaklaşım görülmektedir.

Bir süre sonra, hava tanrısı olarak, Mezopotamya tanrılar birliğinin başına geçecek genç Enlil, Ninlil adında bir tanrıçaya vurulur ve onunla gizli gizli birlikte olur. Ninlil hamile kalır. Buradan sonrası çok açık mesajlar içerir. Evlilik öncesi çocuk yapmanın, toplum ve hukuk açısından uygunsuz olduğunu anlatmak adına, baş tanrı adayı Enlil, kim olduğuna bakılmadan sürgüne gönderilecek, tanrıça Ninlil ise, annesi tarafından cezalandırılacak, babası tarafından evden atılacak, kadın arkadaşları tarafından da alay edilerek terk edilecektir. Topluma mesaj: Sakın evlenmeden hamile kalmayın!

Ancak mitin sonraki versiyonunda, Enlil Ninlil’i annesinden ister, ikisi evlenir. Sanki burada her şey normal sanma sevgili okur. Bir yandan, gelinin babasından değil de annesinden istenmesi toplumdaki asıl geleneği gösterirken, hikayenin devamında ise evlilik resmileşince Ninlil’in doğum tanrıçası olarak taçlandırılması oldukça trajikomiktir. Yani öyküde altı çizilen mesaj şöyledir: Sevgili kadınlar kurallara uyarsanız büyük ödülü kaparsınız.

İkinci önemli değişiklik besinlerin bolluğu adına yapılan törenlerin düzeninin bozulmasıdır. Kutsal fahişelik, toprak ana kültünün bir uzantısı olarak görülür ve yılın bereketli geçmesi, tanrıçanın memnun edilmesine bağlıdır. Bolluk ve bereketin devamı için tapınaklarda bedenlerini Tanrıça İnanna’ya adayan kadınlar, kutsal bir yerde erkeklerle birleşirlerdi. Başlangıçta erkek ve kadın için bir saygınlık göstergesi olan bu uygulama hem ülkede bolluğun güvenliğini sağlar hem de tapınaklara gelir getirirdi. Yazıyla birlikte, İnanna öykülerinde görülen değişiklikler, bu saygınlığın yıkılmasına neden olacaktı.

İnanna’nın sevgilisi Dumuzi/Tammuz’u kendi yerine ölüler dünyasına teslim etmesi; Gılgameş’in İnanna’nın aşk teklifini, tanrıçanın eski aşıklarına yaptıklarını ve kötü özelliklerini vurgulayarak reddetmesi gibi öyküler, İnanna’nın artık düşüncesiz ve bencil olarak betimlendiği yazılı örneklerdir. Bir başka önemli örnek ise ‘İnanna ve Şukaletuda’ mitidir. Bahçıvan tarafından tecavüz edilen tanrıçanın öfkesinin anlatıldığı bu mitin yeni versiyonunda (İşullanu), bu sefer tecavüze kalkışan İnanna’dır. İlk öyküde, İnanna tecavüze uğradığında öfkesinden ülkeye üç büyük yıkım gönderir, öykünün yeni versiyonunda hem tecavüze kendisi yeltenecek hem de reddedilince bahçıvanı kurbağaya çevirecektir. Düzen koruyan tanrıçanın düzen bozucuya dönüştüğü ve artık korkutuculuğunun kalmadığı vurgulanarak yapılan bu oynamalar, kadın saygınlığının yazı eliyle nasıl yıkılmaya çalışıldığını net bir biçimde gösterir.

Bu konudaki en keskin örnek ise Aguşaya’nın şiiri isimli mittir. Bu öyküye göre İştar’ın (İnanna) huysuzluk yapmaktan, saldırganlıktan, kavga çıkartmaktan başka işi yoktur. Ölümsüzlere ve ölümlülere, herkese sürekli dehşet salar, tehlikeli ve katlanılmaz bir hal almıştır. Diğer tanrılar, İştar’ın bütün özelliklerine sahip bir ikizini kilden yaratır, ona can verir ve tanrıçanın karşısına çıkartır. Böylece, tanrıça sanki aynanın karşısına geçip kendine bakıyormuş gibi en nefret edilesi neyi varsa görecek, başkalarına yaptığı aşağılamalara kendisi katlanmak zorunda kalacak ve böylece kavga çıkartma ve bağırıp çağırma gibi tüm kötü huyları yatışacaktır. Vay güzeller güzeli aşk ve bereket tanrıçasının haline. Vay ki ne vay!

Bu öyküleri yazılı olarak görenler için artık İnanna; güçlü, yaratıcı, üreten, besleyen değil hafifmeşrep, sadakatsiz, kötü ve güvenilmezdir. İnançtaki bu dönüşüm topluma direkt yansıyacak, bundan sonra tapınak fahişeliği kutsallığını yitirecek, alelade bir mesleğe dönüşerek tapınaklardan şehir merkezine taşınacaktır.

Üçüncü önemli değişiklik ise öteki dünyanın el değiştirmesidir. Bir toplum için ölüm de en az üreme-çoğalma ile bolluk-bereket kavramları kadar önemlidir. Mezopotamya Pantheonu’nda yaşam gibi ölüm de bir tanrıçanın kontrolündeyken, yazı ile birlikte ölüler ülkesinin yönetiminin -kurallar değişmeden- erkeklerin eline geçmesi; toplumdaki cinsiyet rollerinde görülen değişimin, kısacası ataerkil yapının yerleşmesinin en büyük delillerinden birisidir. Öykü; Ölüler Ülkesi’nin tanrıçası Ereşkigal’in, tanrıların arasındaki ilişkiyi pekiştirmek için her ayın son günü düzenlenen yemeğe (Kispu) kendi yerine bir vekil göndermesi ve tanrılardan Nergal’in vekile gereken saygıyı göstermemesi üzerine şekillenir. Bu saygısızlığın cezası, yapan bir tanrı olsa bile, bir daha geri dönmemek üzere yer altına gönderilmektir. Öykünün devamında, Nergal’in korkusunun ve tanınmamak için kılık değiştirmesinin anlatıldığı bölümler, açıkça geçmişten gelen toplumsal kuralların ve güçlü kadın olgusunun dini metinlere yansımasıdır. Ancak artık yapı değişmiştir ve bu değişimin herkes tarafından açıkça bilinmesi gereklidir. Öykünün son bölümünde, tanrıçanın baskısından kaçacak yeri kalmayan Nergal; ateş, iltihap, nefes darlığı, baş dönmesi ve havale gibi karakterleri yanına alarak yeraltına iner, Ereşkigal’i yakalayıp öldürmek üzereyken tanrıçanın ona yatağını ve hakimiyetini paylaşmak için yalvarmasıyla vazgeçer. Ereşkigal ile evlenir ve Ölüler Ülkesi’nin baş tanrısı olur (Daha detaylı bilgi için bkz. S. Martin, Tanrıların Gazabı Nergal, ArkeoDuvar 2, Salgın, S. 21).

İçeri girer girmez Nergal kapıların her birine,
Haydut suratlı adamlarından birini yerleştirir.
…dördüncüsüne Tahripkâr’ı;
Beşincisine, İnzibat’ı, altıncısına Casus’u,
Yedincisine Takipçi’yi, sekizincisine Nefes Darlığı’nı
Dokuzuncusuna Sara, onuncusuna Baş Dönmesi’ni,
On birincisine Havale’yi, on ikincisine Uyurgezerlik’i;
On üçüncüsüne Ateş’i, on dördüncüsüne İltihap’ı
Orta avluya geldiğinde çalışanlarına kapıları açık
tutmalarını emretti
“Şimdi dedi, ben sizin peşinizdeyim!”
Saraya girer girmez Ereşkigal’i yakaladı.
Saçlarından yakalayıp tahtından yere çekti,
kafasını kesecekti.
“Öldürme beni” dedi Ereşkigal, “sana bir şey
söyleyeceğim!”
Bu sözler üzerine Nergal vazgeçti!
O da gözyaşları ve hıçkırıklar arasında şöyle dedi:
“Kocam ol ben de karın olayım!
Ölüler Diyarı’nın krallığını veririm
sana,
‘Bilmenin tabletini’ veririm sana!
Sen Bey ol, ben Hanım olurum!”
Bu sözleri karşısında, Nergal kollarına aldı onu,
gözyaşlarını sildi:
“Aylardır beni getirmeye çalıştığın
hal, işte şimdi gerçekleşmiş oldu!”
Nergal ve Ereşkigal Akkad Miti, MÖ 2. Binyıl

Görüldüğü üzere bu değişimin aktarıldığı mit, her bir ayrıntısının titizlikle işlendiği, toplumun tamamına yeni mesajı net bir şekilde vermeyi hedefleyen bir kurgu içerir. Öyküyü yazılı olarak görenler; artık hakim tarafın erkekler olduğunu, kadınların sadece saygılı bir eş olmaları gerektiğini ve bunun tersine bir davranışın hastalıklı, korkutucu bir ölümle cezalandırılacağını anlamış olmalılar.

Yaşamın, üremenin, beslenmenin ve ölümün, şüpheye yer bırakmayacak şekilde erkeklere teslim edildiğini gösteren bu yazılı dini metinler, toplumun ataerkil bir yapıya dönüştüğünün önemli kanıtlarıdır. Ancak tüm bu dinsel baskıya rağmen günlük yaşamda da kadının geçmişten gelen rolünün sınırlandırılması gerekmektedir. Bu sınırlama; tersine davranışların simgesel olarak değil, bizzat toplumu yöneten erkekler tarafından fiilen cezalandırılacağını vurgulayan yazılı yasa ve kanunlar aracılığı ile sağlanacaktır.

Bu konuda elimizdeki en önemli kaynak Urukagina (Uruinimgina) Reformları olarak bilinen, aynı zamanda yazılı ilk yasa olarak kabul edilen metindir. Lagaş Valisi’yken kent yönetimini ele geçirip krallığını ilan eden Urukagina, resmi görevliler ile din adamlarında görülen yozlaşmayı ortadan kaldırmak ve toplumda huzur sağlamak adına bir dizi kural koyacaktır. Ağırlıklı olarak ücretler ve borçlardan bahsedilen metinde, anaerkil yapının son kalan izlerini yok edecek iki önemli madde de yer alır.

“Eskiden her kadının iki erkeği (kocası) vardı, ama bugün kadınlar artık bu suçu işleyemezler” Uruinimgina Reformları, yak. MÖ 2350.

Burada, tersine bir okuma yapıldığında, kadınların önceden birden fazla erkekle evlenebildiğini görüyoruz. Araştırmacıların bir bölümü, bu konunun anaerkil kavramıyla değil aslında boşanma işlemlerinde devlete ödenen para ile alakalı olduğunun altını çizerler. Erkeklerin, eşiyle ayrıldığı halde para ödememek için resmi boşanma işlemini yapmadığı, e haliyle de kadının kendisine yeni bir eş bulup evlenmesi durumunda resmi kayıtlarda çok eşli olarak göründüğü örnekler bilinmektedir. Kadınların birden fazla erkekle evli olması, her ne sebeple olursa olsun, şaşırtıcı değil midir? Dünyada, başka bir zaman diliminde örneğini görmediğimiz bu uygulamanın kadının toplumdaki gücü ile alakalı olmaması mümkün mü?

Yasanın amacı tartışmalı olsa da cezası şüpheye yer bırakmaz: Kadınlar bundan böyle bu suçu işleyemez, işlerse böyle bir suçun cezası suya atılmak (suda boğularak öldürülmek) olarak belirtilmiştir.

İkinci madde ise cinsiyetler arası hiyerarşiyi çok daha keskin bir yolla hiçbir şüpheye yer bırakmadan, yeniden düzenlemenin peşindedir. Yasaya göre, bir kadın, erkeğine saygısızlık içeren ifadelerle konuşursa, ağzına pişmiş tuğlayla vurulacak, sonra da herkesin görmesi için bu tuğla kent kapısına asılacaktır.

Urukagina reformları, kil koni, Louvre Müzesi.
ATAERKİL TOPLUM YAPISI, KENDİNİ YASA İLE KORUMAYA ALDI

Hem kadına yönelik ağır şiddet içermesi hem de bunun belgelenerek, diğer kadınlara ibret olarak sergilenmesi oldukça dikkat çekicidir. Böylece bu ceza; sadece bir kadına uygulansa bile, o kentteki tüm kadınlar, erkeklerden daha aşağıda olduklarını, onların sözüne asla karşı gelmemeleri gerektiğini açık ve net bir şekilde göreceklerdir. Bu kanunlarla birlikte, ataerkil toplum yapısı, artık kendini yasa ile korumaya almış görünmektedir. Anaerkil yapı bir daha eski gücüne kavuşamayacaktır.

Tunç Çağ’ı boyunca Mezopotamya’da; Urukagina’dan sonra, Gudea Fermanı, Ur-Nammu Kanunu, Anna-İttuşu Kanunu, Lipit-İştar Kanunu gibi Sümer kökenli ve Eşnunna Kanunu, Hammurabi Kanunu, Orta Assur Kanunu gibi Akkad/Sami kökenli çok sayıda reform, ferman ve yasa; Anadolu’da ise Hitit Kanun ve yasaları, aynı düşünceyle hazırlanmış ve uygulanmış ve bunlarda yazan kuralların birçoğu, çeşitli materyaller aracılığı ile günümüze kadar ulaşmıştır.

Elimizdeki ilk örnek olan Urukagina Reformlarında olduğu gibi, diğerlerinde de ataerkil toplum yapısını net bir şekilde görebiliriz. Kadının yaşamın her alanında ikinci plana itilmesi, bu yazılı kurallar nedeniyle, zaman içerisinde daha ağır bir görünüme bürünür. Kadınlar gittikçe; yaş, ekonomik durum, medeni durum gibi özellikleri üzerinden alt gruplara ayrılır; mevcut kanunlara bu gruplara göre farklılık gösteren kurallar ve cezalar eklenir.

Yazının; söze nazaran, daha etkili ve kalıcı olduğu dikkate alındığında, Tunç Çağı sonrasındaki toplumların, bu siyasi, dini ve hukuki metinleri, yaşadıkları topluma ve zamana uyarlayarak, çağlar boyu kullanmaya devam ettikleri, böylece ataerkil toplum yapısının bir kültürden diğerine aktarılarak sürdürüldüğü görülebilir.

Düzenli okurlar, tarihin bir döngü olduğunu, her şeyin sürekli değiştiğini, geliştiğini ancak bununla birlikte öyle ya da böyle mutlaka tekerrür ettiğini iyi bilir. Şimdi hem bunun adına hem de her zaman olduğu gibi geleceğe dair umudu ifade etmek adına, yazımıza son vermeden, farklı bir şeyler söylemezsek olmaz.

Efendim, birlikte hareket eden diğer canlı gruplarının aksine, insanlarda cinsiyetler arası hiyerarşi sabit değildir. İnsanlar; büyük beyinleri, adaptasyon yetenekleri ve öğrenme kabiliyetleri nedeniyle, iklimin, coğrafyanın ve zamanın etkisinde kalarak, aralarındaki hiyerarşiyi kültürel olarak oluşturdular.

Anadolu’nun Kybele’si, Ephesos’un Artemis’i, Kıta Yunanistan’ın Demeter’i, Roma’nın Magna Mater’i, Hıristiyanların Meryem Anası gibi çağlar boyu sayılabilecek birçok örnek, anaerkil yapının da diğeri kadar baskın ve görünür olmasa da bir şekilde sürdürüldüğünü gösteriyor. Yani, tarih bizi yanıltmıyorsa, toplum yapısının tekrar değişeceği günler çok da uzak olmasa gerek.

O günler geldiğinde, beni ararsanız, yerim aynı; tabii ki yine baskın olanın tam karşısında bulabilirsiniz. Ne demişler, can çıkar huy çıkmaz.

Söylencemiz her halükarda sürecek. Viya böyle!