Yakın zamanda bir dostumla bir mesele üzerine kafa yorarken “Hiçbir şey sorun olmuyor da kadınlar öfkelendiğinde büyü bozuluyor” dedi. “Nasıl yani?” diye sordum. “Çünkü öfke cinsiyet olarak ‘erkek’ bir duygu ve kadınlar öfkelendiklerinde, erkeklerin gözünde birden ‘erkekleşiyor’. Böyle olunca da sana eskisi gibi bakamıyorlar” dedi.
Ataerkil dünyada, duyguların cinsiyetlendirilmesi feminizmin ve hatta toplumsal cinsiyetin aşina konularından. Ancak zaman zaman hepimiz bazı konular üzerine yoğunlaşabiliyoruz. Arkadaşımın cümlesi de bir süre konuya dikkatimi çekti.
Bildiğiniz üzere, dünya genelinde de bazı duygular ve kavramlar erkeklere bazıları ise kadınlara özgülenmiş durumda. Örneğin cesaret, öfke, ciddiyet, güçlülük, dayanıklılık, liderlik ve hatta akılcılık-bilimsellik gibi pek çok “ana, esas, temel” olgu erkeğe özgülenmiştir. Fedakarlık, sevecenlik, üzüntü, yumuşaklık, narinlik, hassaslık, korku, şirinlik, zariflik, duygusallık, ağırbaşlılık gibi “destekleyici, yan, olmasa da olur” olgular ise kadına yapıştırılmıştır. Şahsen ben içlerinde en çok öfke ve fedakarlığa takık durumdayım.
Kadınların fedakarlığı zaten sonu olmayan bir beklenti sorunu. Kadınlardan etrafındaki hemen herkes fedakar olmasını bekler genelde. Hele ki anneyse zaten çocuğu için saçını süpürge etmeyen kadın, kendine boşuna “anneyim” dememelidir, malum. Hepimizin çocukluğu, süpürge saçlı, yemeyip yediren, giymeyip giydiren, bizim için canını veren, varlığının tüm kaynağını buradan alan annelerimizi överek geçti. Kadıncağızlar kendileri için bir şey yapmaya kalktığında, ola ki bir an için bizden önce kendilerini düşünüverdiklerinde, garipsedik! Belki söyledik belki söyleyemedik fakat içimizden annelerimizi muhakkak “kınadık”! Çünkü öyle öğrettiler.
Bir kadın ne kadar fedakarsa o kadar iyi bir insan/anne/eş olduğu öğretildi bize. İyi bir doktor, mühendis, sanatçı olmak bir yana; insan olmaktan dahi önce, fedakar olmaktı temel görevimiz. “Ah pek de munis bir kızcağız!” lafını işitince mutluluktan dört köşe olmuş büyük ninelerimiz var bizim. Munis bir şekilde hak aramak, nasıl olacaksa artık, o kadar bulmuş hak yerini.
Geri kalanını öfkeli kadınlar halletmiş.
Halkımızı kin ve nefrete tahrik ediyormuşum gibi düşünülmesin, lakin öyle.
Öfkenin dozunda olanının iyi bir motivasyon olduğunu düşünmüşümdür hep. Dünya tarihindeki tüm hak mücadelelerinin kaynağında var olan doğal bir duygudur öfke ayrıca. Kötücül ve saldırgan olmadığı sürece tabii. Düşünün bir haksızlığa uğruyorsunuz, elbette öfkelenir, bu doğrultuda bir plan program çıkarır, gereğini yaparsınız. Kadın mücadelesinin tarihini de öfkeli kadınlar örmüş. Ataekil toplumlarda kadınların kendini koruması ve başarmalarının önündeki engelleri kaldırması için gereklidir öfke.
Öfke erkeklerde “cesur” durur ama öfkeli kadınlar ya “deli”dir ya da “Erkek Fatma”! Bir kadın olarak öfkelendiğin anda haklı da olsan, kişilik bozukluğu olan bir kişisindir artık, geçmiş olsun hemşire. “Cadaloz”sundur. Yani “cadı huylu”sundur. Yani çok eskiden, kadınlar cadı diye avlanırken sen de avlanabilirdin, bugünlerde avlanmıyorsan da dışlanıyorsundur/başka formlarda cezalandırılıyorsundur.
Öfke, hak elde etme konusunda bu kadar tetikleyici doğal bir duygu iken, diğer cinsiyetlendirilmiş duygularla birlikte düşünüldüğünde, size de bu işte bir bit yeniği varmış gibi görünmüyor mu? Şunu demek istiyorum: Nasıl ki son yıllarda topyekun şekilde gerçekleştirilen kazanılmış haklarımıza yönelik saldırılar masum değilse ve kadını saf dışı bırakmayı, eril tahakkümü güçlendirmeyi hedeflemekteyse, duyguların cinsiyetlendirilmesi de aynı amaçla yapılmış zamanında. Ve halen yapılmakta.
He bir de öfkelenince ciddiye alınmama durumu var, “Kızınca çok güzel oluyorsun” cinsinden bir tür sapıklık. Öfkelenen kadının, kendi gözünde erkekleşmesinden kaçan erkek refleksi. Yoksa hiçbir insan gibi hiçbir kadın da öfkelenince güzelleşmez. Ya da güzelliği bu duygu üzerinden belirlemek tam bir saçmalıktır.
Kadınlar ve duyguları üzerine yazan feminist-aktivist Soraya Chemaly, şahane TedX konuşmasında, kadınların öfkesini dışa vuramaması sebebiyle; küçümseyen bir dil kullanma yolunu tercih ettiğini, kendini nesneleştirdiğini, öfkenin belirtisi olan fizyolojik belirtileri dahi fark etmediklerini ve hasta olduklarını, “kadın hastalıkları” adı altındaki tüm hastalıkların öfkenin sebep olduğu depresyon, kronik ağrılar, yeme bozukluğu, otoimmün bozukluğu, ruhsal sıkıntı, kaygı, kendine zarar verme gibi bağışıklık sistemini çökerten ve dolaşım sistemini etkileyen bir dizi hastalık olduğunu belirtiyor. Sonra ekliyor “Öfkelerini işleyip bundan anlam çıkarabilen insanlar, daha yaratıcı, daha optimistik, daha samimiler, daha iyi problem çözücüler, politik etkinlikleri daha üstün. Politika ve öfkeyi, dünyadaki maço-faşizm yükselişini besleyen aşağılama, hor görme ve hiddetle ilgili olarak düşünüyoruz. Ama bu zehirse aynı zamanda panzehir. Bizde beklenti öfkesi var ve bunu her bir gün kadın ve marjinal insanların dirençli öfkesinde görüyoruz. Bu şefkat, empati ve sevgiyle ilgili. O öfkeyi de tanımalıyız. Kadınların öfkesine saygı duymayan toplumlar kadınlara saygı duymuyor. Öfkemizin asıl tehlikesi zıvanadan çıkma ya da tabakları kırma değil. Tam olarak kendimizi ne kadar ciddiye aldığımızı göstermesi ve insanların da bizi ciddiye almalarını bekliyoruz. Ve büyük olasılıkla bu gerçekleştiğinde kadınlar istedikleri zaman gülümseyebilecekler”.
İşte tam olarak bu sebeplerle, kız çocuklarına öfkelendiklerinde, öfkelerini saklamayı değil bunu doğru bir şekilde ortaya koymayı öğretmek ve kadınlar olarak kendimiz de öğrenmek durumundayız. Bunu bir yük olarak değil, duygularının farkında olan, erkeklerle eşit ve özgür bireyler olarak yapmalıyız. Bunun kadının insan hakları mücadelesinin bir parçası olduğunu bilmeliyiz. Bu sebeple, en azından duyguların cinsiyeti üzerine düşünmeye başlayıp konuşabiliriz. Aksi halde, sadece erkek egemenliği değil, mutsuz bir toplumu beslemeyi de sürdüreceğimizi unutmamalıyız.