Kütüphanedeki kitapları üşenmeyip bir elden geçirsem, kesin koca bir dünya bulurum içlerinde diye düşündüm, gözlük bezimi ararken. Son bir yılda muhtemelen 22 adet gözlük bezi kaybettim. Oysa gözlüklü bile değilim ben ya! Sadece bir şeyler okur ya da yazarken taktığım bir yakın gözlüğüm var işte. Gözlük bezi de kaybolup duruyor...
Bilgisayarı açtığımda sosyal medyada bir haberle karşılaşmıştım: “İran polisi, kadınları artık İslami kıyafet kurallarını yerine getirmediği için tutuklamayacağını açıkladı” diyordu haber. Başörtüsü hafif arkaya kaymış, çok güzel bir İranlı kadının fotoğrafıyla verilmişti haber. Güzelim İranlı kadınlar... Başlarını açtıkları için artık tutuklanmayacaklar. Aralık sonundan itibaren dolaşımda olan bir haber bu. Fakat 38 yıllık bir yasaktan sonra, her gün yeniden bir haber değeri var. Üstelik böyle basitçe de bitmiyor bu yasaklar. Sadece bu ay bile, başörtüsü çıkarma eylemleri nedeniyle 29 kadın gözaltına alınmış. Başsavcı Montazeri de sokak ortasında başörtüsünü çıkarmayı “çok çocukça bir şey” diye tanımlamış. Bu adamların hepsi komedyen; 38 yıl boyunca -ve milyonlarca kadının da– isteği hilafına başlarını örttürmek çok yetişkin bir şey ya, eylemlerle saçların açılması da çocukça oluyor. Onlar gibi “yetişkinler” yüzünden her santimetrekaresinden gözyaşı döküyor şu dünya. Bir bitemediler “kendi”leri...
Yazının girişinde, “kitapların içlerinde bir dünya var” dedim diye, entel bir düşünce şeettirdiğimi sandıysanız yanılıyorsunuz bu arada. Bizim evde o işlere beyim bakıyor. Ben de yemek yapma, kalorifer peteklerinin üzerine her gün birer kase su yerleştirme, bulaşık makinasını boşaltma felan gibi işlere bakıyorum. Sabah kalkar kalkmaz yaptığım işler de var tabii. Evi havalandırmak, nazıylan niyazıylan canımdan bezdirdiği yetmiyormuş gibi kış boyunca hem boynu bükük, hem başı kabak kalan Melisa’ylan ilgilenmek, “Kızım bak kendine gel, seni tekrar memleketine filan götüremem, burada ölür kalırsın...” demek. Hep bunları yapıyorum hep...
Melisa kim felan diyorsanız da, I am çok sorry again. Takip ediverin ya siz de. Şuradaki sütun yazarlığım müddetince en az beş kez söz ettim. Tefrika ettiğim konulardan biridir yani. Bir de her yazımda en az bir kez bir ibiş geçer. Bakın tam şimdi geçti yampiri yampiri. İbiş bu yazıların kötü adamı. Sefilin önde gideni...
Kütüphanenin raflarına ve kitapların arasına dönelim şimdi. Ama tam dönecekken sosyal medyada Gerard Depardieu’ye rastladım. Ayy bu meşe irisinin soyadını doğru yazana kadar perişan oluyor insan. Bu üç sesli harfi yan yana koyup, sonra da ondan ucubik bir ses çıkarmıyorlar mı, anlaşılır gibi değil. Neyse işte bu Allah'ın departtığı Gerard, şimdi de koca göbeğini alıp Cezayir’e yerleşesiymiş. Biliyorsunuz Fransa’da vergiler çok yüksek diye, ülkelerden ülke beğenemedi yıllardır. Belçika’ya yerleşti, sonra Putin’den bir KHK ile Rus vatandaşlığı aldı. Yalanım yok, bakın. Parası çok olanın vergisinin az olduğu ülke arıyor kendisine. Sanırım bu seyahat eninde sonunda Türkiye’de nihayet bulacak. Üç kuruş verginin lafı mı olur? Germinal’in hatırına sayarız. Çok sevilen bir filmdir bu memlekette. Bir de Pascal Quignard’ın romanından uyarlanan Dünyanın Bütün Sabahları var. Kendisinin en sevdiğim filmidir. Çünkü dünyanın bütün sabahları dönüşsüzdür. Öyle diyor film... Zalımın Gerard’ı...
“Kendisi” demişken de aklıma ilginç bir konu geldi. Şimdi dursun şu köşede birazdan döner alırım. Önce kütüphane rafları...
Ne diyordum rafları ve kitapları bir elden geçirsem, bir dünya bulurum aralarında: Saç tokası, gözlük bezi, kayıp yüzükler, faturalar, aşk mektupları (eski tabii), cımbız ve ayna, tetkik sonuçları, oğlanın bisikleti (şaka şaka, bir oğlum da yok zaten). Yani neredeyse bizim evdeki kayıp her şey kitapların arasından çıkıverir bir gün. Nasıl olduğuna gelince, kitap okurken ara verdiğimde, yerimi kaybetmeyeyim diye bazı nesneleri sayfa arasına koyarım. Sonra da genellikle o kitaba bir türlü dönemem. Kitaplar öyle üst üste yığılır. Temizlik günlerinde de hepsi hızla raflara kaldırılır ki masanın bi tozu alınsın. Kalkış o kalkış, beraberinde Allah ne verdiyse götürür kitap denen kemirgen.
Yani bir entelektüellik iması söz konusu değil, “kitapların içindeki dünya” lafında. Bu evde düne kadar tek akademisyen ben olsam da o alengirli işler bana düşmez. Kitap kısmına gelince, sanki sadece tozu alınır ve içlerindeki cımbızlı dünya ayıklanırken benim olur onlar. Ne zaman bir kitap aranıp da bulunamasa, “Sevilay, kitabım nerede?” diyen bir ses yükselir evde. Allahım yalebbim, nereden senin kitabın oluyor ki o? Kitabı sen sipariş ettin diye mi? Bak bakalım, kim okumuş, arasında kimin ciklet kaatları var. Kim post-it’lemiş, kim satır satır çizmiş? Kitap emektir emek!
Arkaaş, biz kadınlar neden bir türlü “entelektüel” olamıyoruz ya. Adamlar günün sekiz buçuk saatinde maç seyredip, cep telefonuylan oynayıp, dünyanın dört yanında birçok kadının polis zoruyla başını kapattırıp, sonra da allame-i cihan kesilebiliyorlar başımıza!
“Kendisi” sözcüğüne tekrar döneceğim demiştim, döndüm şimdi. Bu “kendisi” lafı beni çocukluğuma götürüyor; gecelerin gotik kasabası Maden’e. Madenli kadınlar kocalarından söz ederken “kendi” derler. Nasıl mı? Şöyle: "Kendi geldi,” “kendi dedi ki biraz uzanacağım.” Aynı Madenli kadınlar başka kadınların kocasından da “gişi” (kişi) diye söz ederler: “Gişisi gelmiş,” “gişisi ona kızmış,” “gişisini araba basmış (araba ezmiş yani)”. Tabii bu sonuncuyu çok sık söyleyemiyorlar. Araba basmasına o kadar fazla rastlanmıyor nihayetinde. Bir yandan da Maden’le ilgili bunları yazarken, kafamın bir köşesinde bir soru işareti de olmuyor değil. Maden’den tanıdığım kadın kısmısı, Bernarda Alba (yani rahmetli anneannem) ile beş kızı ve onların ahbaplarından ibaretti aslında. Belki de kendilerine mahsus ve Maden’in tümüne genellenemez bir dil icat etmişlerdi, bilemeyeceğim artık. Kendi ve gişi (kişi) diyorlardı sonuçta. Erkeklerin hepsi bihakkın birer şahıstı yani...
Arada haber bakıyorum da yazarken, belki son dakika da yazılabilecek kıvamda bir olay olur da, oradan yürürüm diye... Ama nerde... Afrin’i hâlâ yazamıyoruz biliyorsunuz. Hele bir de bizimkiler rejim güçlerini topa tutuyormuş ki elalemin memleketini ve elalemin rejim gücünü topa tutan... Bu topa girmem ben.
Murat Belge’yi yazacaktım ki onu da yazamıyoruz... Belge’nin yerden yere vurulduğu günler boyunca elimde Genesis vardı. Sırf bu yüzden bile bir şey diyemiyor olmak içime çok dokundu aslında. Ama valla Murat Belge nefretine de dokunamıyorsunuz, dokunan yanıyor. Şu kadarını bile yazarken ellerim titredi yeminlen. Parça pinçik edip koyarlar beni de bir köşeye diye. Hayır Murat Belge’den nefret ediyor olabilirsiniz, bir şey demiyorum. Fakat bunu her gün bir tutam sakin sakin yazın. Benim İbiş figürüne yaptığım gibi yazılarınızın içinde eritin. Her gün de sonunda, “Yetmez ama eveeeet, şimdilik budur” deyin. Herkeşlerin içi soğusun. Olmayan burs hikayesi üzerinden kafa göz yarmak ney ya? Ayy neyse ne...
Bugün de bana ayrılan sütunun gani gani sonuna geldik. Şimdi başa döneyim de bir bakayım nerelerde en çok dağıtmışım diye. Oralardan biraz kırparsam, little little into the middle bir yazı çıkar sanki.
Çok da şey etmemek lazım, en nihayetinde bizzat “kendi”lerinin dünyası, yere batası...