Eleştiri kültürümüz iyimser değerlendirmeyle bir türlü oturmadığı için bu ülkede içinde “iyi”yi de barındıran yapım, yapıt ya da kişileri eleştirmek çok zor. Çünkü hemen en uçlara savruluyor mesele. Hayranlıkla nefret arasından ok bile geçmiyor. Klancılık, mahallecilik, “bizden olana laf yok”culuk çok yaygın, adil bir denge gözetilmiyor. Ama iyiyi övebilmek için kötüyü de yerebilmek gerekiyor, aksi halde ikisinin de bir değeri kalmıyor.
Eleştirmek zor, kadınları eleştirmek daha da zor! Dört tarafı kadın düşmanlığıyla kaplı çünkü ülkenin. Mesela bu yazıya başlarken Gülşen’in son şarkısı Lolipop’un klibini izledim. Gülşen’in son dönemde sergilediği müdanasız duruşa, feminist manifesto mahiyetindeki çıkışına, düşmanca eleştirilere prim vermeme tarzına, kendi gibi oluşuna bayılıyorum. Bu şarkı ve klibiyse pek sevemedim.
“Korkulu rüyalarımın sahibi/Oyna duygularımın ol katili/Kollarınsa eğer cezaevi ben yatarım” kısmını hele, hiç. Sahip, katil, cezaevi göndermelerinin bunca eril şiddetin olduğu bir ülkede göz kırptığı toksik aşk anlayışı kısmını da, “oh mommy, so yummy” tarzı tekerleme kısmını da. “Hiçbir sıfatın kölesi değilim, kendimim, kendime aitim” kadar nefis bir sözü söyleyebilmiş bir kadından daha suya sabuna dokunur, başka şarkılar da bekliyor insan. Tabii bu gönülden geçen, şarkıcı buna uymak zorunda değil.
Öte yandan aynı Gülşen “Bergen’e Saygı” albümünde “Sen Affetsen Ben Affetmem”i şahane söyledi. Seren Serengiller’in göz belerte belerte haftalardır yaptığı haset-erzihinlilik kokteyline pek güzel nanik yaptı. “Soyun soyun, daha da soyun” diyen erkeklemelere de, ne giyip ne giyemeyeceğine karışan herkese de pabuç bırakmadan şahane gidiyor valla. Yani genel halini beğeniyorum. Son şarkısını, klibini beğenmeyebilirim de. Zaten müziğinin alıcısı değilim.
Ama şimdi bunu Twitter’da yazmaya kalksam en hafifinden “soyundu diye kadını devrimci ilan ettiniz, al işte” den başlar yorumlar. Soyundu ya da giyindi diye hiçbir kadını bir şey ilan etmeyeceğini anlatamazsın, popüler bir figürün her yaptığını övmek ya da yermek zorunda olmadığını zor anlatırsın. En kötüsü de herhangi bir türden düşmanlığa malzeme vermeye çekinirsin.
Geçtiğimiz haftalarda saygıdeğer bir dilbilimci kadının “Geççek” üzerinden yaptığı, “dili bozuyorlar” eleştirisini eleştirdim. Sonra yorumların altına baktıkça sinirim oynadı. Üç cümleden biri teyze, menopozlu vs. Kadınları eleştirmek zor, kadınlara en ağırı yapılan bu yaşçılık nedeniyle 55 yaş üstü bir kadını eleştirmek daha da zor. 59 yaşındaki adam 60 yaşındaki kadına teyze diyor bu ülkede. Düşmanlığın bin bir tonu.
Hazal Kaya’yı hep sempatik bulurum, ünlülerin çoğunun gemide yer kapmak için yarıştığı bir dönemde yaptığı muhalif, feminist, cesur açıklamaları da çok beğenerek izledim hep. En son Pera Palas’ta Gece Yarısı’nda izledim. Tabii diziye dair başka noktalar gibi oyunculuğu üzerine de söyleyeceğim şeyler olabilir. Ama Ahmet Hakan birkaç gün önce alanlara öyle bir mansplanör inişi yaptı ki, insanın hiç içinden gelmiyor artık Hazal Kaya falan eleştirmek. Koskoca adam, bin yılın köşecisi, amiral gemisinin demirbaşı, kaptanı, tutmuş “Hazal Kaya Oyunculuğundan Nefret Etmemin Beş Nedeni” diye başlık döşenmiş. Üstelik beş maddeyi toplasan bir tane etmiyor, özeti de: “Doğal oynamıyor, büyük oynuyor.”
E sen bunca yıldır dümen suyu becerisiyle yapıştığın koltuktan milim kıpırdamadan dünyaları yedin. Hiçbir risk almadan, daima muktedirden yana olarak, polemik yaratabilecek her konuda hem nalına hem mıhına vurarak, senelerce tuttuğun köşe nedeniyle çoğumuz için “köşe yazarı” kavramını bile sevimsiz hale getirenlerdensin. Ben mesela beş yıldır köşe yazdığım halde hazzetmiyorum kavramdan. Köşe deyince aklıma hemen haksızca dönülüveren köşeler ve köşeleri tutan Ahmet Hakanlar geliyor. Sevmiyorum bu tanımı ama yerine koyacak bir şey de bulamadığımdan zaman zaman kullanıyorum.
Ahmet Hakan’ın iyi bir temsilcisi olduğu, iki satır arasına rahatlıkla masa atılıp muhabbet edilebilecek, araya üç iş sıkıştırılabilecek, toplamda fikir içeren bir cümle bile söylemeyen, habire döküm yapan, analizsiz, risksiz, hesapçı köşeciliğin hiçbir türüne tahammül edemiyorum. Ama şu ana kadar hiç “nefret ediyorum” diye yazmamıştım.
Şimdi bunları yazınca Ahmet Hakan’a yine nefret kusmuş olmuyorum. Çünkü nefret gibi güçlü bir duygum yok bu konuyla ilgili. Üstelik nedenlerimi açıklıyorum işte, üç cümleden de fazla tutuyor.
Muhalifliğini her yerde belli eden, bu nedenle de halkın bir kesimi tarafından çok sevilirken bir diğer kesimi tarafından da pek benimsenmeyen, genç bir kadın oyuncunun “kolay lokma” olarak görülüp nefret nesnesine dönüştürülebilmesi de var bu ağız dolusu sarf edilen “nefret ediyorum”un içinde. Popüler kültür içindeki kadın figürleri kolaylıkla ve son derece aşağılayıcı bir dille yerden yere vurmakta beis görmeyen bu herrkek köşebaşçılarımız genellikle bir tür dayanışma içinde, erkeklere karşı çok daha insaflı oluyorlar çünkü. E bu nefret söylemi karşısında elbette Hazal Kaya’nın yanındayız.
Pera Palas’taki oyunculuğuna gelince… Elbette, her performans gibi eleştirilebilir. Nedenleriyle, doğru bağlama oturtularak. Dizinin beş bölümünü izleyebildim şu ana dek. Sıkı polisiyeci olduğum ve çocukluğumdan beri çok sevdiğim Agatha Christie de gözde yazarlarımdan olduğundan, dizinin bahsini duyduğum anda heyecanlanmıştım. Agatha’nın 11 gün ortadan kaybolduğu gizemli İstanbul seyahatini, Pera Palas’ta kaldığı odanın ahşap döşemeleri arasında yıllar sonra bulunan anahtarın gizemini duymamış polisiyesever yoktur. Üstüne Pera Palas’ın mekânsal şahaneliği, bir dönem otelde kalmış Mustafa Kemal’le Agatha’yı birleştiren olay örgüsü, bizde pek örneği olmayan zamanda yolculuk derken heyecanla giriştim izlemeye.
Ama ilk beş bölüm itibarıyla bu dizi için söyleyebileceklerim de, daha önce “Atiye” için yazdıklarıma çok benziyor: “Eşit oranlarda şıklık ve hayal kırıklığı içeren tuhaf bir dizi. Temposu çok yüksek, sıklıkla “hadi canım” dedirtse de izlerken sürüklüyor. Öte yandan öyle kör göze parmak bir formülü var ki. Neredeyse derinliksizlik hedefi üstüne kurulmuş ve bunda da başarılı olunmuş. Arada bir mantık hatalarına toslayıp yabancılaşmasak hafiflikten uçacağız (…) Herkes aşağı yukarı 12 yaş zekasına hitap eden aynı türden diyaloglarla konuşuyor. Haliyle oyunculuklar da bir türlü oturmuyor. Sanat yönetimi, reji ve aslında senaryo matematiği başarılı ancak karakterler, diyaloglar, dizinin üstüne kurulduğu sırrın ele alınış biçimi yer yer pek fena. Tüm bunların senaristlerin, tasarımcıların seçimi ya da becerileriyle ilgili olduğunu düşünmüyorum. Netflix dizide havada süzülen kuş tüyünden ağır herhangi bir unsur bulunmaması konusunda net bir konsept çizmiş, işi yapanlar da buna uymuş gibi görünüyor.”
Pera Palas’ı değerlendirmek için yazı başına oturduğumda iki dizinin bu kadar benzer şeyler düşündürmesi beni şaşırttı. Bu aslında Netflix’in bu türden dizilerde tesadüfi değil, ulusal ve uluslararası düzeyde çok belirgin editoryal tercihler yaptığını gösteriyor. Bu da “hedefi vurmak” bakımından yanlış sayılmaz. Hakan Muhafız ve Atiye’den farklı olarak Pera Palas’ın senaryo tercihleri ve buna bağlı sorunları dışında, göz alıcı bir şıklığı var. Yine de Bir Başkadır ve Kulüp dizilerindeki zenginliği, derinliği, bu türden dizilerde de, elbette türün uzlaşımları içinde, görmek istiyor insan.
Bu konuda değinebileceğim bir diğer nokta da, daha önce de yazılarımda bahsettiğim “gerçekmişgibilik” hususu. Kurmaca eserlerde inandırıcılık duygusu hem gerçeklere bağlılıkla hem de türsel uylaşımlar aracılığıyla sağlanıyor. Sözgelimi köklü bir fantastik kurmaca geleneği yoksa, bu konudaki ilk örneklerde göze çarpan bir yapaylığın olması neredeyse kaçınılmaz. Bu dizideki “sanki bir Batılı gelmiş de mekâna bir bakıp çıkmış” duygusu dizinin yabancı bir yazarın, Charles King’in aynı adlı ödüllü kitabından bir Türkiyeli yazar, Elif Usman tarafından uyarlanmış olmasından kaynaklanmıyor bence. Daha çok, “zamanda yolculuk” gibi bir temanın bizde hemen hemen hiç işlenmemiş olmasının getirdiği bir odaklanma problemi var senaryonun. Karakterler çoklu bir misyonun peşinde birbirinden şık mekanlarda koştururken dizide elle tutulur sürükleyici bir hat bir türlü oturmuyor. Yine de sıkılmadım izlerken ve eksiklerine rağmen bu türde yapılmış bir yerli dizinin varlığına memnunum.
İşte böyle bir kurmaca evrende bence en az sorunlu şeylerden biri de Hazal Kaya oyunculuğu. Dizide Kaya, polisiye düşkünü genç bir kadın gazeteciyi canlandırıyor. Efsanevi Pera Palas hakkında bir yazı yazma fırsatını bulan Esra, otelde kalırken gizemli anahtar vasıtasıyla kendini bir anda 1919 yılında buluyor. Fiziksel açıdan tıpa tıp benzeri kurmaca bir tarihi karakter, Peride üzerinden Atatürk'e karşı düzenlenen siyasi bir komplonun göbeğine düşüyor. Otel müdürü Ahmet’le beraber çok önemli bir misyonun da peşine düşüyor böylece: Suikasti önleyerek ülkenin geçmişini-geleceğini korumak. Araya giren birtakım kötü İngiliz ajanlar, işbirlikçi bir baba, netameli ve cazibeli Halit derken olaylar ilerliyor.
Bence Hazal Kaya’ya çizilen rol tam da Esra gibi konuşan ve davranan bir genç kadın rolü. Hem onu hem de dönemin kadını Peride’yi de başarıyla canlandırmak için elinden geleni yapmış. Ne Kaya’nın oyunculuğuna ne de genel olarak oyunculuklara dair bana batan fazlaca bir şey olmadı. İkinci sezonu beklenen dizinin eksik yanlarını da geliştirerek, farklı bir türün umut veren örneği olarak sürmesini diliyorum. Kadınlara kolaylıkla yönelen düşmanca eleştiri dilinden bir gün kurtulmayı da!