Süfrajetlere uygulanan işkenceler, onların buna karşı direnişleri, dönemin Londra'sının teşkil ettiği fonda etkileyici biçimde anlatılır romanda. Polis şiddetinin tıbbi ve hukuki şiddetle birleştiği zorla besleme, sorgulama ve mahkeme sahneleri de etkileyicidir. Ve tabii bütün bunlara mağrur bir şekilde başkaldıran, “iyimser olmaktan başka şansları olmadığını” vurgulayan süfrajet kadınlar da…
İstanbul seçimine birkaç gün kalmışken, dışlandıkları siyasette kendilerine, gerektiğinde zor kullanarak, yer açmaya çalışan kadınların, süfrajetlerin hikayelerini birlikte hatırlayalım istedim. 20'nci yüzyılda feminist hareketin öncülerinden sayılan süfrajetlerin faaliyetleri, 1903’te Emmeline Pankhurst’un girişimiyle Birleşik Krallık’ta kurulan Kadınların Sosyal ve Politik Birliği (Women’s Social and Political Union-WSPU) çevresinde başladı. Pankhurst’ın yakın çalışma arkadaşları arasında kızları Christabel ve Sylvia da vardı. Suffrage (oy hakkı) kelimesinden yola çıkarak onlara alaycı bir şekilde süfrajet olarak hitap eden London Daily Mail gazetesi yazarı Charles E. Hands, meramının hilafına, tarihte yerini alan bir harekete, sonradan o hareketi başlatan kadınların da sahiplendiği bir isim bulmuş olacaktı.
Bu kadınların önemli bir kısmı orta ve üst sınıftandı. Hatta bu özelliğinden dolayı birlik üyelerinin, çalışma hayatında kadınların azınlıkta olduğu bir dönemde bedensel emeğiyle hayatını kazanan ve ev kadını olabilmeyi bir ayrıcalık olarak gören alt sınıftan kadınların husumetini çektiği de oluyordu. Oy hakkı talebiyle sınırlı olduğu düşünülerek bir kısım hemcinsleri tarafından bile şehirli, orta ve orta üst sınıftan kadınların kaprisi gibi görülen bu hareket, süfrajetlerin emek sömürüsüne, kamusal alanın eşit biçimde kullanılamamasına, bedenin tahakküm altına alınmasına ve erkek egemenliğine karşı da mücadele ettikleri anlaşılınca daha yaygın bir destek kazandı.
Süfrajetleri, hak mücadelesinde diğer muhalif gruplardan ayıran özellikleri, Birleşik Krallık gibi muhafazakar bir kültürün hakim olduğu coğrafyada kadınların kamusal alanda protesto için var olmalarının yarattığı şaşkınlık ve infialin yanında, taleplerini görünür kılmak için uyguladıkları yöntemlerdi. Kimsenin ölmemesine özen göstererek, maddi zarar yaratıp ses getirecek kundaklama, binaların camlarını kırma, asit atma ve bombalama eylemleri organize ediyor, kendilerini parlamento binasına zincirliyorlar ve sık sık sokak gösterileri yapıyorlardı. Bu eylemler arasında en unutulmaz ve dramatik sonu olanlardan biri, bu uğurda daha önce 49 kez açlık grevine girmiş, birkaç kez de intihara teşebbüs etmiş olan Emily Davison’un, kraliyet at yarışında, süfrajet bayrağıyla kralın atının önüne atlamasıydı. Davison, birkaç gün sonra ölmüş fakat eylemi çok ses getirmişti.
Süfrajet komandoları veya bodyguardlar olarak anılan, jujitsu ustası Edith Garrud’un önderliğindeki bir grup süfrajet ise Emmeline Pankhurst’u korumak amacıyla bir araya gelmişti. Yakın dövüş sanatında usta bu kadınlar, alamet-i farikaları haline gelmiş at kamçısını da kullanarak yeri geldiğinde polisi bile etkisiz hale getirebilecek bir güce ve tekniğe sahiptiler. Süfrajetlerin bu ataklıkları, özsavunma becerileri ve cesaretleri, hem devletin baskı aygıtlarının onlara uyguladığı şiddeti meşrulaştırmalarına hizmet ediyor hem de geleneksel cinsiyet rollerine bağlı, statükocu geniş kamuoyu nezdinde olumsuz imajlarının güçlendirilmesine yarıyordu. Süfrajetlik boşanma, hatta çocuklarını görmekten men edilme sebebiydi.
Süfrajetlerle birlikte anılan Holloway Cezaevi’nde onlara uygulanan işkenceler önceleri bu sebeple büyük bir tepki görmüyordu. Britanya Hükümeti, tutuklu süfrajetlere politik değil de adi suçlu muamelesi yapmaya başlayınca, süfrajetler açlık grevlerine başladılar. Cezaevinde ölüm vakaları İngiliz hükümetinin üstlenmek istemediği bir sorumluluk olduğu için, 1909’da çeşitli biyolojik ve ruhsal travmalara yol açan zorla besleme uygulamasına geçildi. Bu uygulamaya da direnen süfrajetlerin ABD’deki kızkardeşleri sımsıkı kilitledikleri ağızlarından dolayı “demir çeneli melekler” olarak anılıyorlardı. Açlık grevleri ve zorla besleme süfrajetlere çok acı çektirdi fakat nihayet kamuoyunun dikkatini çekmeyi başardılar.
Azimle ve cesaretle sürdürülen oy hakkı talebi, 1916’da Alice Paul’un Ulusal Kadınlar Partisi’ni kurmasına imkan verdi. Ancak birkaç yıl içinde birçok üyesi tutuklanan partiye yaşama şansı tanınmadı. Bu tecrübe size Nezihe Muhittin’in 1923’te kurduğu Kadınlar Halk Fırkası’nın ve bir akıl hastanesinde ölen Muhittin’in başına gelenleri hatırlatıyor mu? Kadınlara en erken oy hakkı verilen ülke olmakla övünürken, oy hakkı almak için uğraşan kadınların başlarına gelenleri de bilelim diye şu linki buraya bırakayım.
Süfrajetleri çevresinde toplayan Kadınların Sosyal ve Politik Birliği’nin faaliyetleri Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla uzun süre sönümlendi. Birleşik Krallık’ta kadınların oy hakkı elde edebilmesi 1928’de mümkün olabildi. Emmeline Pankhurst ise bunu göremeden, kararın açıklanmasından sadece 18 gün önce öldü.
KUM SAATİ FABRİKASI
Şimdi gelelim yazının başlığını ve konusunu ilham eden romana. Lucy Ribchester’in Kum Saati Fabrikası, Çiçek Öztek çevirisiyle Alef Yayınları’ndan çok yakın bir zamanda çıktı. Roman, süfrajet hareketinin talepleri, eylem biçimleri ve Britanya kültüründe bulduğu karşılık üzerine sürükleyici bir metin. Bir tarihi anlatı olmasının yanında, polisiye bir olayın da izi sürüldüğü için gerilimli bir roman. 1912’de, yani WSPU’nun kurulmasının üzerinden dokuz yıl geçmişken, Edward dönemi Londra'sında trapez gösterileri yaparak hayatını kazanan süfrajet Ebony Diamond’un esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolmasıyla açılıyor hikaye. Ebony’yi erkeklerin hakim olduğu basın piyasasında kabul görmeye çalışan ve hatta kendisini Frankie olarak tanıtıp pantolonla dolaşan Frances ile birlikte arıyoruz.
Frances başlarda süfrajetlere mesafeyle yaklaşan, hırslı ve yoksul bir genç kadındır. Ancak, Ebony’yi ararken tanık oldukları, tanıştığı süfrajetler onu da dönüştürecektir. Polis teşkilatının içinde de bir benzeri vardır Frances’in: Teşkilatın özel süfrajet biriminden müfettiş Primrose. Meslektaşlarından farklı yaklaşır süfrajet hareketine o da. Özellikle de amirinin şu sözlerini duyduğunda daha fazla hak verir kadınlara: “Bu kadınlar, yani onlara ne kadar kadın denirse artık, adi suçlu, bunlar bayan değil. Tutuklama sırasında biraz tartaklanma olursa, ‘eh, bu işler böyle ablam’ diyeceksin.”
Romanda önemli bir yer tutan, kadınları ince ve zarif gösteren, adeta bir işkence aleti gibi korselerin üretildiği Kum Saati Fabrikası, kadınların bedenen ve ruhen muhasara altına alındıkları, erkeklerin hizmetine ve beğenisine sunuldukları bir kültürün/dönemin sembolüdür. Frances/Frankie’nin queer bedeni ve kişiliğinde beliren başkaldırı, roman boyunca sık sık karşımıza çıkar. Sadece iki yüzlü ahlak anlayışının yarattığı her türlü şiddeti ve cinsiyet eşitsizliğini değil, etnik ve kültürel eşitsizlikleri de eleştiren, oryantalist indirgemeciliği, kültürel önyargıları da sorgulayan bir tavrı vardır yazarın.
Bentham’ın panopticon tarzı gözetleme tekniğinin uygulandığı Halloway Hapisanesi, süfrajetlere uygulanan işkenceler, onların buna karşı direnişleri, dönemin Londra'sının teşkil ettiği fonda etkileyici biçimde anlatılır romanda. Polis şiddetinin tıbbi ve hukuki şiddetle birleştiği zorla besleme, sorgulama ve mahkeme sahneleri de etkileyicidir. Ve tabii bütün bunlara mağrur bir şekilde başkaldıran, “iyimser olmaktan başka şansları olmadığını” vurgulayan süfrajet kadınlar da… Ribchester, Emmeline Pankhurst’un ağzından, kadınların direnirken bile barışçıl bir dünyaya duydukları bağlılığı ve eril şiddetinse herkes için sebep olduğu tahribatı vazıh biçimde özetler: “Dünyayı kana bulayan, erkeklerin militanlığı müfettiş; yarattıkları bu vahşetin karşılığında adlarına dikilen anıtlarla, yazılan şarkılarla, destanlarla ödüllendirilen erkeklerin. Kadınların militanlığıysa hiçbir insanın hayatına kastetmeden devam edecek, bu savaşı kendi bildikleri gibi yapmak isteyenlerin hayatları da dahil. Onlara verilecek ödülü zaman gösterecek. Size şöyle bir önerim olabilir müfettiş, elleri kanlı birilerini arıyor olsam, biraz daha uzağa bakardım, hükümetin yakınlarına yani.”