Asosyallikler çağında aşırı sosyal olan medya tam bir panayır. Sosyoloğa, psikoloğa, hukukçuya epey bir malzeme sunuyor sağolsun.
Kuş gözlemi yapar gibi sosyal medyada tartışma ya da yorum gözlemi yaptığınızda dehşetten dehşete sürükleniyorsunuz.
İnsanların yüz yüzeyken birbirlerine söylemekte imtina edeceği şeyleri sosyal medya üzerinde ifade edebilmeleri, sosyal medyanın çakma bir özgüven oluşturması üzerinde düşünülmesi gereken bir konu.
Literatüre yeni kavramlar girse fena olmaz; sosyal medya özgüveni, sosyal medya kibarlığı, sosyal medya flörtözlüğü, sosyal medya savunuculuğu vs..
Derdim sosyal medyayı tartışmak değil, bunun üzerine epeyce yazıp çizdim, artık sıkıldım bu konudan.
Ancak sosyal medyada tanıklık ettiğim bazı tartışmaların ana eksenini belirleyen eril ve aynı zamanda şiddet dili üzerine birkaç kelam etmek istiyorum.
Elbette bu meseleyi tetikleyen birçok olay oldu son zamanlarda.
Başta Mustafa Ceceli’nin ahlaksızlığı, sonrasında Sevan Nişanyan’ın fütursuzluğu…
Bu olaylar üzerine çok güzel yazılar yazıldı, içimize sular serpildi. Kalemler dert görmesin.
Bu noktada sözün üzerine söz söylemeyeceğim.
Ancak yazılan yazıların ardından sosyal medyada yapılan yorumlar, başlatılan tartışmalar akıllara ziyan… Yaşanılan olaylar zaten beynimizi yakmışken bu tartışmalar da iyice tuz biber ekti.
Eril dil deyince aklımıza hemen erkeklerin kullandığı dil ve cinsiyetçi küfürler geliyor sanırım.
Halbuki bir dil, erkek kullanınca eril, kadın kullanınca dişil olmuyor.
Bir dili eril yapan şey, iktidarın dili olmasıdır. Hükmedici, işgalci, buyurgan, aşağılayıcı ve kapalı bir dil olmasıdır. Kadın ya da erkek kullanmış fark etmez.
Üretken bir tartışmayı yürütmek değil de, muhatabını ezici, yok edici, onu yerin dibine batırma üslubu eril dilin alametifarikasıdır.
Zaten biz kadınlar hep bundan muzdarip olmadık mı? Böyle bir üslubu benimseyen adamlardan yaka silkmedik mi?
Bu konuyla ilgili kendini bilen feminist arkadaşlarımızın çok güzel yazıp çizdiği, söylediği şeyler var zaten.
Benim odaklanmak istediğim özellikle feminizm kokulu tartışmalarda ortaya çıkan kadınların kullandığı eril dil üzerine.
Nasıl oluyor da bu denli doğurgan olan dil, o erilliği, şiddet dilini, “errrkek” adamları, erkekliğini kullanan adamları eleştirmek için adeta bir penise dönüştürülüp bu denli saldırganlaşabiliyor?
O karşısında durulan eril dilin -belki de buna şiddet dili demeliyim- düpedüz kendisi olunuyor.
Biçim verilemeyen şeyin biçimi alınıyor.
Bir şeyin karşısında durup, onunla mücadele etmek o şeye benzeşmekle değil, ondan ayrışmakla mümkün olabilir ancak.
Bazen kadınlar olarak çok zorlanıyoruz. Bizi çileden çıkaracak olaylar yaşıyoruz veya tanıklık ediyoruz. O zamanlarda kişilerin anladığı dilden konuşarak onlara hadlerini bildirmeye kalkışıyoruz. Ancak çoğu zaman meziyet, karşımızdakinin anladığı dilden konuşmak değil, bizim anlamak ve duymak istediğimiz dille iletişim kurup, o dile sahip çıkmamız.
Kadın dayanışması çok güzel. Fakat birbirimize arka çıkacağız diye de birilerinin “astığım astık, kestiğim kestik” üslubunun bir parçası olmaya gerek olduğunu sanmıyorum.
Bu üslubun parçası olunmadığı takdirde de bir “kadınlık/kadın camiasından” aforoz edilmeyi oldukça faşizan bir tutum olarak görüyorum.
Bu da bana bazı kişisel sorunların teorize edildiğini düşündürüyor.
Kadınların yaşadığı bazı kişisel sıkıntıların yine kendileri tarafından “feminizm” adı altında meşrulaştırmaya çalışıldığını gözlemliyorum.
Halbuki ruhsal sıkıntıların tedavisi olur teorisi değil. Ve feminizm bu ruhsal sıkıntılara alet edilemeyecek kadar anlaşılmayı hakeden önemli ve kıymetli bir teoridir. Bu teorinin pratiğe dönüşmüş hali de nefret söyleminden uzak olsa ne güzel olur.
Eril dilin özelliklerinden biri öfkeyi de, nefreti de, alayı da kadını ve kadınsılığı aşağılamak üzerinden kurmasıdır. Aynı dil kullanılarak erkekleri ve erkeksiliği ve hatta farklı düşünen kadınları aşağılama noktasına geliniyorsa koskoca teorinin gelmiş olduğu nokta -niyeti bambaşka olsa da- basit bir misillemeden ibaret kalıyor.
Dört bir yanımızı faşizmin sardığı son yıllarda ben faşizmin öncelikle dili kullanma biçimimizle başladığını düşünüyorum.
Ingeborg Bachmann’ın artık klişeleşelen şu cümlesini anmadan geçmek istemem;
“Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar…”
İki insan arasındaki ilişkinin en önemli belirleyicisi de dildir.
Kullanılan dili güçlendirmek adına argüman üretmek değil de argümanlarımızı güçlendirmek adına yeni ve üretken bir dil üretmek bize özgürlük ve dahi huzur getirebilir.