Dişil enerji diye kafamızı yedikleri aslında budur işte: Kadınlardaki, az ya da çok daima türlü zorluk çıkaran bir hayata, “beni yenemedin çünkü benim derdim oyunu değil hayatı kurmaktı” deme gücü. Hayatla, onun gözünün tam içine bakarak dalga geçebilme ve gülerek hayatta kalabilme gücü.
Herkesin mutlaka böyle bir kadın akrabası vardır: Küfürbazlığı mizahına, sonsuz alaycılığı dert yüküne denk geldiği için “dokunulmaz” kadın. Çoğunlukla ya eşini çok genç yaşta kaybedip çocuklarına kendi başına bakmış ya da erken yaşta hayatın ve ataerkil evliliğin sillesini yemiş biridir ve buradan çıkmıştır. Sonra yıllarca hayatta kalmış ve böylece artık söz hakkı edinmiştir. Bunun için de kadınlıktan hatta kalan hayat deneyiminden vazgeçmiştir ama maalesef, yazısız sözleşme. Aile meclislerinde ondan en yakası açılmadık sövgü, espri ve anektodları dinleyebilirsiniz. “Yorgun mermi” gibidir, nereye düşeceğini bilemezsiniz; her an size de denk gelebilir.
Hayatın büyük acılarını mizaha çevirmiş kadınlardır bunlar. Deli olmadıkları aşikardır. Sadece onlara hiç şefkatli davranmamış hayata verebildikleri en iyi karşılık, bu yaygın alaycılıktır. Büyük acılarla yitmiş gençliklerinin ya da genel olarak hayatın hesabının sorulamayacağının farkındadırlar. Büyük mücadelelerle hayatta kaldıkları için bu artık bir haktır, hayata sunabilecekleri en cömert şey. Acımasız bile olsa bu mizahta hala bir şefkat vardır: “Dünyadan sağ çıkılabiliyor ve mizah aslında en çok hayatla çok cebelleşmiş olanların hakkı, ben yaptıysam herkes başarabilir” diyen türden bir şefkat.
Herkesin böyle bir kadın akrabası vardır. Bizim de var ama şimdi güler mi kızar mı bilemeyeceğim için adını yazmayacağım. Denk gelirse görür. Bizi çok güldürmüştür. Her biri birer stand- up gösterisi gibi olan sohbetlerde hedef alınacak kişi olup olmayacağımızı bilmeden, tam da o tatlı gerilimle çayımızı, meyve suyumuzu önümüze alıp çok oturduk çocuklukta. Aslen çok romantik ve böyle uluorta yaylım ateşine pek müsait karakterde biri olmayan babam da katılır ve ağzının payını alırdı. “Abla” hepimizi güldürürdü. Kimseye bir borcu yoktu ama geri kalan hayatla anlaşması buydu. Kabul etmemek mümkün değildi.
Sevgili Buket Uzuner’in müthiş bir tanımı var: “Kız neşesi”. “Sadece kızlarda olan bir şeydir kız neşesi ve coşkusu. Hiçbir şekilde kimsenin onu öldürmesine izin vermeyeceksiniz. Ne oğlunuzun, ne kocanızın ne babanızın, ne sevgilinizin,” diyor. Bütün ataerkil dünyanın bu neşeyi hem fethetmek hem de yok etmek üstüne kurulu olduğunu da ekliyor. Buna rağmen, herhangi bir yaş diliminden üç kadın bir araya geldiğinde, dünyanın o müthiş kıkırdaması duyuluyor.
Dişil enerji diye kafamızı yedikleri aslında budur işte: Kadınlardaki, az ya da çok daima türlü zorluk çıkaran bir hayata, “beni yenemedin çünkü benim derdim oyunu değil hayatı kurmaktı” deme gücü. Hayatla, onun gözünün tam içine bakarak dalga geçebilme ve gülerek hayatta kalabilme gücü.
Kadınların genel mücadeleciliği, sürdürülebilir şeyleri sürdürme azmi (kendimde olan kadarı dahil) bazen beni bile yoruyor ama hayatta kayda değer her şeyin bundan yapıldığını ya da bundan güç aldığını da biliyorum. Şuh kahkaha. Alaycı mizah. Önden bir “bu da geçer” bilgisinin eşlik ettiği ağır alay ya da ironi, sonunda çok da fark etmiyor: Kadınların mutluluğu ya da hayatla başa çıkma becerisi tüm dünya mutluluk endekslerinde en çok dikkate alınması gereken şey. Dünya hem bunun sayesinde hem de bunun aleyhine dönüyor çünkü.
Bir kız çocuğunun ferah ve bilmiş gülüşü, dünyanın en güzel, en yaşama dair şeyi. Narin’i bu nedenle de yok ettiklerini düşünüyoruz çünkü ay geçti, hala ortada abuk subuk pembe dizi senaryoları dışında fail yok, inandırıcı bir motivasyon yok, lafa ve saptırılmış kanıtlara boğulmuş bir dosya, suskun bir köy ve karşısında ya hakikat arayışı ya da fırsat gereği çok konuşkan türlü arayış, spekülasyon var. Çünkü yapılması gereken hiçbir şey düzgün yapılmadı ve bir kız çocuğunun katli, yazıldıkça, üstüne konuşuldukça, hala, ortamı dağınık bilgiye boğarak örtülmeye çalışılıyor. Narin gibi binlercesi var, yine de bu kadar göz önünde gerçekleşen bir soruşturmada, Narin’in gerçek fail ya da failleri bulunamazsa sonrasının daha da karanlık olacağına inanmak için çok da sebep var.
Julian Barnes, “Bir Son Duygusu”nda demiş: “Tarih daha çok ne zafer kazanmış ne de yenilgiye uğramış olan, hayatta kalanların anılarıdır.”
Hayatta kalmış kadınların acı alaycı ve cinsiyetsizleştirilmiş gülüşlerine şahit olduk hepimiz çocukluğumuzda en azından. Daha önce yazmıştım, “eskinin o mutlu kopmaz bağları, evlilikleri…” denilen şeyin çoğu da buna katlanmış kadınların çocuk yaşlarda başlamış taciz, istismar, şiddet anılarından sağ çıkmanın hikayesinden başka bir şey değil. Üstelik bir kısmı hala hayata mizah yoluyla bir bakış ve gülüş hizmeti sunabiliyor.
Peter Handke, 51 yaşında intihar eden annesinin ölümünün dehşetli etkisiyle, üstelik de onun ölümünden kısa bir süre sonra, kadının kıstırılmış, mutsuz yaşamını, küçük dünyasını ve içinde açtığı, açabildiği hava deliklerini yazmış, bir yas ve sorumluluk hissiyle, “Mutsuzluğa Doyum”da. Bu 74 sayfalık çok etkileyici anlatının bir yerinde şöyle diyor:
“Gözüpek bir kişiliği varmış annemin, fotoğraflarda ellerini kalçalarına dayayıp, kolunu erkek kardeşimin omzuna dolamış. Elinden gülmek dışında bir şey gelmezmiş gibi durmaksızın gülüyor.” (s.13) Kadın gülüşünün bir duygu ifadesi olduğu kadar en az, bir direnme biçimi olduğunun bu kadar iyi anlatımına çok az rastlamışımdır.
Dünyanın cefasını çeken kadınlar her şeye rağmen direnmeye, hayat yeşertmeye, hiç de adil olmayan hayata mizah mesafesinden bakmaya, mücadeleye ve gülmeye devam ediyor.
Kız çocuklarına ve kadınlara dünya gülüşlerce borçlu. Asla vazgeçmeyeceğiz. Hayatı da, kendimiz olabilmeyi de, herkes için adaleti de, sevinci de istemeye devam edeceğiz. Son gülen iyi gülecek mi bilmiyorum ama bu adaletsiz, bu kirli dünyanın mutsuz ya da mutlu sonunu, kadınların soldurulamayan gülüşü getirecek.