Kadınların örtülü tarihine feminist bir erkek şairin bakışı: Ağıt, Şiir, Kadın
Mahmut Temizyürek'in eril zihniyete meydan okuyan kitabı Ağıt Şiir Kadın Edebi Şeyler Yayınevi tarafından yayımlandı. Temizyürek kitapta ağıdın şiir ile bağını, şiire nasıl kaynak olduğunu, destandan hikâyeye, ninniden masala, sözel ve yazınsal edimleri beslemesinin örneklerini sergileyerek her kültürde benzeri yaşanan evrensel töresini irdeliyor.
Mehmet Kazım
Şiirin kaynağı nerededir? Bu soruya farklı karşılıklar bulunabilir elbette. Ancak öncelikle şunu belirtmek gerek: Şiirin varlığı dille mümkündür. Dili oluşturan en başat etmense bir arada yaşama olgusudur. İnsanlar işaretleri kullanıp, yorumlayarak dile doğru evrilmişlerdir. Çağdaş fizyolog İvan Petroviç Pavlov sözü "işaretleri haber veren işaret" olarak nitelendirir. Yazının tarihinden önce sözlü tarih vardı kuşkusuz. Şiirin başlangıcı sözlü tarih içinde gizemini koruyor bir anlamda. Bu başlangıca dair tezler, tahminler, yorumlar söylenegelmiştir hep.
Yapılan kimi araştırmalara dayanarak, şiirin ilk insanların büyü törenlerinden doğduğu savlanır. Şiirin aslında büyünün sözü olarak doğduğunu düşünenler olmuştur. Bunu bir olasılık olarak reddedemeyiz. Ancak başka olasılıkları da dikkate almak durumundayız. İşte Mahmut Temizyürek böyle bir olasılığı işaret ediyor. Şiirin ağıttan doğduğunu, ağıdın da kadının sözü olduğunu göstermek istiyor. Ağıdın ontolojik bir gücü olduğunu dikkate aldığımızda, kitabın yola çıkışının da önemi artıyor. Ağıt, büyüden farklı olarak, halkın kendi söylemidir. Sınıfsallığın dışındadır, herkes söyleyebilir. Oysa büyü toplumun ayrıcalıklı kişileri tarafından ( büyücü, rahip ) seslendirilmiştir. Acının söze bürünmesidir ağıt. Kadın geride, acıyı, ölüm duygusunu ve kaybı yaşayan olduğuna göre, ağıdın da kadından gelmesi akla yakın görünüyor. Sanat acıdan doğar mottosunu da unutmayalım.
Kitap, ağıdı tanımlayan, tarihini kuşatan ve örnekleyen uzunca bir bölümle başlıyor. Giambattista Vico’nun Yeni Bilim’inden yola çıkarak şöyle diyor: "Halkların dillerindeki benzerliğin en görünür biçimi ağıtların benzerliğidir." Ağıt bir kaybın ardından dile getirilen, geride kalanın sözüdür. Ölümle kaybedilen, geri alınamaz. Yitirilen, geri gelmeyecektir. John Berger’in sözünü anımsıyorum burada: "Şiir yitirilen bir şeyi bize veremez, ancak yitirilen şeyle aramızda oluşan ayrılığa kesinlikle karşı çıkar. Bunu da hayatımızdan koparılan şeyleri sürekli olarak bir araya getirmekle yapar." Yitirilen şey; ağıdın şiirin rahmi olduğuna dair bir işaret sanki. Ağıdın dilinin kadına ait olduğunu düşünüyor Temizyürek. Bunu çok sayıda örnekle gerekçelendiriyor. Sınıfsallık daha ilk çağlarda kadın ve erkekle başlamıştır denilebilir; dildeki sınıfsal durumun kaynağı da. Mağaranın dışına çıkan avcı ve toplayıcı erkek, mağarayı koruyan, muhafaza eden kadın. Geride kalanın, kimi zaman geriye dönmeyenin kaybından duyduğu acıdan ortaya çıkan ağıt. Elbette ki olasılık dahilinde.
Kitapta önemli bir kaynak kabul edilen Yaşar Kemal’in Ağıtlar’ında da, ağıdın daha ziyade kadınlar tarafından söylendiği zikredilir. Yaşar Kemal şunu da söyler: "Bölgede o kadar çok ağıt vardı ki, her kadın o kadar çok ağıt biliyordu ki, ben de kadınlardan ağıt derlemenin yolunu öylesine ustalıkla bulmuştum ki…" Temizyürek’in Teleskoplu Destancı adlı kitabında, Yaşar Kemal’in bu konudaki önemi, yetkin biçimde anlatılmıştır. Homeros’un, Hektor’un karısı Andromakhe’nin birazdan öldürülecek oğlu için söylediği ağıdı dile getirişine; Ermenice söylenen anonim ağıt Naze’nin Ninnisi’ne; Euripides’ten Manas Destanı'na; Kozanoğlu ağıdından Cemalim türküsüne, ağıtların dünyanın her kültüründe varlığına dair, karşılaştırarak ve kadınların sözü olduğunu belirterek, geniş bir kaynakçayı, öyküleriyle birlikte sunar bize yazar. Bu buluşturmalar da gösteriyor ki, diller arasındaki en köklü ortaklık ağıtlardır. Dünya halklarının dillerinde ortaklaşa bir duyguyla beliren ağıtların, büyük çoğunlukla kadınlar tarafından söylendiği de bilinmektedir. Halk aşıklarının söylediği üç ana temaya değiniyor yazar: Ayrılık, yoksulluk ve ölüm. Ölüm telafisi olmayan bir kayıptır ve acısı yakıcıdır. Kadının çığlığıdır ağıt. Yasın sessizliğini yırtıp parçalar. (Kadın geride kalandır, çünkü cinsiyet üzerinden kendisine bu rol biçilmiştir. Kadın ve erkek arasında oluşan sınıfsal gerilim biraz da içeride ve dışarıda konumlanmanın tarihinden beslenir.)
Kadının temsil ettiği başka şeyler de öğretilene karşı durmak konusunda önemlidir. En çarpıcılarından biri de Kemik Balta ve Çuval karşılaştırması. Elizabeth Fischer’in, Ursula K. Le Guin tarafından çok benimsenen "Çuval Kuramı." Bu kuramda, insanın kullandığı ilk aletin ölümcül kemik balta değil, toplananları taşımaya, bir arada tutmaya yarayan bir tür çuval olduğu iddia edilir. Le Guin bir adım daha ileri giderek, Kubrick’in 2001: Space To Odyssey filminin ünlü sahnesiyle, 'Çuval Kuramı'nı karşılaştırıyor. Maymun Adamın ilk cinayetini işlediği kemik baltayı (Fallus) havaya atarak, kozmosu döllediği ve erkek bir ceninin ortaya çıktığı sahneyi eril bir söylem olarak niteliyor ve karşısına çuvalı (rahim) yerleştiriyor. Dahası "cinsiyetler arasındaki işbölümü" deyişindeki kadınları sınırlayan imaya da tepkilidir Le Guin. Bu ima’nın reddedilmemesinin genetik bir sınıfsallığa yol açtığını ve tarih içinde bu kaderdir diyerek, kadının yolunun kapatıldığını işaret eder.
'TEMİZYÜREK, KADINA YAPILAN HAKSIZLIKLARI BETİMLİYOR'
Kitabın başından itibaren anlıyoruz ki Mahmut Temizyürek kadınlardan yana bir tavrı koruyarak söylüyor sözünü. Erkek egemen bir dünyada, ilk çağlardan bu yana kadınlarla ilgili yapılan haksızlıkları işaretleyip, kadınların hakkını teslim etme arzusuyla oluşturuyor kitabını. Bu duygusunun farkında olarak okumak gerek yazdıklarını. Kitabın ilerleyen bölümlerinde mitolojik öykülerden yola çıkılarak, kadına yapılan haksızlıkları betimlemeyi sürdürüyor Temizyürek. Benjamin’in “Hiçbir kültür ürünü yoktur ki, aynı zamanda bir barbarlık belgesi olmasın. Ve kültür ürününün kendisi gibi, elden ele aktarılma süreci de nasibini alır bu barbarlıktan" deyişinden yola çıkarak şöyle diyor: "Kadınlar başkaldırdıkça bilim, şiir, tarih, felsefe vs adına bize öğretilen ne varsa, dehşete kapılmadan edemeyeceğimiz bir duyguyla, yeniden düşünmeye, sorgulamaya başladık. Bu sorgulamada, kabullendiğimiz sansürün hepsi yukarıdan değil, kendi içimizde de taşıdığımız görme engeli olağanlaşmış, ya da bilincin en dibine itilmiş olgular olduğu görülüyor." (Gizli erkek iç faşizmi denilebilir mi buna?)
Sokrates’in tüm söylemlerinde yalnızca üç kadının varlığından söz edilir: Karısı Xantippe, büyük hatip, aristokrat Aspasia ki Perikles’in ikinci karısıdır ve Diotima. Sokrates, Şölen’de aşk üzerine konuşurken şunları söyler: "Bir zamanlar Mantinealı bir kadından, Diotima’dan sevgiye dair bir konuşma dinlemiştim. Sevgi üstüne ne biliyorsam ondan öğrenmiştim." Atina gibi kölelik ve erkek üstünlüğünü kabul etmiş sınıflı bir toplumu itirazsız benimseyen Sokrates’in Diotima’yı bunca övmesinin önemine işaret ediyor Temizyürek. Kendini Diotima’nın felsefe çömezi gibi yansıtarak, 44 sayfa boyunca düşünme adına, ondan ne çok şey öğrendiğinden söz etmesi, Sokrates’i kavramak açısından çok önemlidir. (Biraz da Sokrates’in, Atina’daki kadına bakış açısından, rahatsız olan vicdanının işareti değil midir Diotima; hele ki kadın düşmanı sayabileceğimiz Platon’u da düşünürsek.) Bu durumun başka örneklerinin de olabileceği, yani başka kadın filozofların da varlığının mümkün olduğu, ancak bunların gün ışığına çıkarılmadığı konusuna da değiniliyor kitapta; bunun felsefe tarihinin günahı olduğuna da.
'BAŞLANGIÇTA KADININ SÖZÜ VARDI'
Kadınların imgesel olarak olumsuz, ürkütücü biçimde yansıtılmasının sayısız örneği vardır. Temizyürek, Sirenleri de bu bağlamda ele alıyor kitabında. Odysseia, askerlerine savaş sonrası tüm kadınları ganimet olarak veren kurnaz Odysseus’un öyküsü, anlatısında Sirenler, erkekleri şarkılarıyla, güzellikleriyle kandıran şeytani varlıklar olarak betimlenir. Bu fatal figürlere dünyanın tüm mitolojik anlatılarında rastlarız. Oysa Temizyürek bize Sirenler için farklı bir bakış sunar: Sirenlerin savaşta, katliamlarda sevdiklerini kaybeden ve onların öcünü alan gerçek kadınların, mitsel görünümleri olduğunu söyler. Kurtuluş Savaşı sonrası Akhisar tarafında kendilerine tecavüz eden, hırpalayan, kimilerini öldüren Yunanlı askerleri, çekilirken bekleyip yakalayan, parçalayıp öldürerek öcünü alan kadınlar da benzer değil midir? Tarih boyunca erkekler tarafından çevrilen Odysseia’nın, İngilizceye ilk kez bir kadın, Emily Wilson, tarafından çevrilmesi, büyük tartışmalara yol açmıştı. Özellikle Odysseus ve karısı Penelopeia ile ilgili cinsel sadakat konusundaki çifte standart konusuna dikkat çekiyor Wilson. Mahmut Temizyürek, tüm bu değinileri, başlangıçta kadının sözü vardı önermesine destek anlamında dile getiriyor: "Bu önermeyi temellendirmek için elimizde söylencelerden başka hiçbir kanıt olmasa bile, insan anlağının değişmez simgeleri olan, bugün de kültürel figürün bir parçası olan esin perilerinin, Dokuz Mousa’nın (Mousai) hepsinin de kadın olması, bu sözün doğruluğu için kanıt sayılmalıdır."
Okudukça anlıyoruz ki, yazar, bazı kadınları kahramanı gibi kabul etmiştir. Bilinen ilk kadın şair sayılan Sappho da bunlardan biridir. Onun, imgesel dokuz Mousa’dan sonra, gerçek bir kadın olarak "Onuncu Mousa" diye adlandırıldığını hatırlatır bize (Sanırım Platon’un adlandırmasıydı bu). Eril geleneğin, Aristotales dahil, aşağılayıcı tavrına maruz kalan kadınlara aşık Sappho için keder ve öfke duyduğunu söylemek yanlış olmaz, Temizyürek adına. Şunu da söyleyerek bakışını keskinleştirir: “Aynı çağlarda erkekler de erkek, hatta ‘oğlan’ sevgilileriyle övünürlerdi. (Günümüzde Osmanlı anakronizmasının içinde yüzen erkekler, aynı durumun orada da olduğunun farkında mıdırlar acaba?) Sappho’nun kadınlara duyduğu aşkı yadırgarken, kadınların birbirine aşkını fahişelik ya da erdemsizlik sayarken, erkek erkeğe aşkı yüce bir erdem sayıyorlardı."
'BAŞKASI İÇİN KADIN OLMAK YERİNE KENDİSİ İÇİN KADIN OLMAK'
Yazarın kadın kahramanlarından söz açmışken Virginia Woolf’u anmamak olmaz. Bir konuşmasında “Yazmak isteyen bir kadının parası ve kendine ait bir odası olması gerektiği" cümlesini kuran Woolf... Hiç kuşkusuz burjuva ve melankolik bir kadından söz ediyoruz. (Yazar anmasa da, Alexandra Kollontai, Clara Zetkin gibi feminist zihniyet taşıyan, ama burjuva anlayışına karşı diğer kahramanları da anmak gerek. Çok sayıda kadın, çok farklı anlayışlarla bu konuda söz almıştır. Hepsini anmak mümkün değilse de, sınıfsal çatışma açısından bir gösterge olarak söz ettim onlardan.) Ancak Virginia Woolf, sınıfsal durumuna indirgenemez elbette. Bilinçli bir tavır almıştır kadınlar konusunda. Çağdaşı kadın yazarların yapıtlarını “kadın yazarlar kendi değer ölçülerini, başkalarına uymak adına değiştiriyor” saptamasıyla eleştiriyordu Woolf. Erkek egemen dünyaya uyumlu kadınları “Evdeki Melek" diye adlandırıyordu. Ne zaman yazmaya kalkışsa, kağıtla arasına giren bu Meleği öldürdüğünü söylese de, sessizce geri gelişinden yakınıyordu. Başkası için kadın olmak yerine, kendisi için kadın olmanın önemini vurguladığı için olsa gerek, yazarın kahramanlarından biri olmuştur. Bilinç akışı tekniğini yazdıklarında ustaca kullanan Virginia’nın intiharında, dayanamadığı eril ve hoyrat dünyanın payı vardır elbette; yazdıklarının bu erkek egemen dünyada karşılık görmemesinin de.
'YANLIŞ HAYAT DOĞRU YAŞANMAZ'
Tam da burada Temizyürek’in Woolf ile bağlantılı biçimde sözünü ettiği Fatma Aliye Hanım'a değinmek gerek. Babası tarihçi Cevdet Paşa'nın da yardımıyla okuyan, felsefeden, edebiyattan haberdar, o devre göre aydın bir kadın. Ahmet Mithat Efendi'nin de dikkatini çeker ve onun himayesinde, birlikte bir roman yazarlar: Hayal ve Hakikat. Özgürce yazamaz Fatma Aliye, çünkü Ahmet Mithat’ın gölgesi ağırdır. Tek başına roman yazabilmek için uzun süre kocasının iznini bekler; Virginia Woolf’ün öldürmek istediği Evdeki Melek rolünü gönüllü olarak kabullenir yani. Mahmut Temizyürek bu durumu şöyle belirliyor: "Yanlış hayat doğru yaşanmaz denir; o sözün bir yeri de burası olsa gerek. Evdeki Melek’i öldürmeden; hatta bunu sorun bile etmeden yazmaya koyulan kadını önce en sevdiği, en manevisi, en değer verir görünen erkeği değersizleştiriyor, Fatma Aliye örnek modelinde. Yalnızca cinsiyetine yüklenen eril kodlardan dolayı hem de. Kadınlara dair eril dogmaların tuzağına gönüllü düşüyor Fatma Aliye."
Erkek yazarlar ve şairler de eril tavrın dışına pek çıkmamışlardır genelde. Aleksandr Blok, Anna Ahmatova gibi bir şaire "bir kadın için şair olmanın abes olduğunu" söyleyebilmiştir; tıpkı Cemal Süreya’nın, Zuhal Tekkanat’a (Elif Sorgun) "bir eve bir şair yeter" demesi gibi. Türk Edebiyatında da cinsiyet, belirleyici bir öge olmuştur. Kadın şair, kadın yazar deyişinde, bir tür sınırlama yok mudur? İzin verildiği kadar var olmalıdır kadınlar. Orhan Koçak’ın dediği üzere, erkeklerle 'iyi geçinirlerse' mesele yoktur. Ancak yazar olarak Leyla Erbil, şair olarak Gülten Akın (örnekler çoğaltılabilir kuşkusuz), deyim yerindeyse, kafalara vura vura kabul ettirmişlerdir yazdıklarının değerini. Bu bağlamda Temizyürek’in, Gülten Akın için, unutulan ve Türkiye’nin kurucu ögelerinden biri olan, Baciyan-ı Rum (Anadolu Bacıları) geleneğinin temsilcisidir saptamasına katılmamak mümkün değil.
'GILGAMIŞ'TA KADIN ÖNEMLİ BİR FİGÜRKEN ÖNEMSİZ OKUNDU'
Mahmut Temizyürek ağıttan yola çıkmış öncelikle. Geride kalanın, ölüp kaybolana seslenişi. Bu sesleniştir şiirin kaynağı diyor yazar. Ölümden büyük acı yoksa eğer, bu sesleniş en yakıcı tonu taşır doğal olarak. Veriler geride kalanın kadın olduğuna işaret ediyor genelde. Bu nedenle de şiir, ağıdın çığlığını taşıyan kadından doğmuştur tezini öne sürüyor. Bilinen yazılı ilk destan olan Gılgamış’ta, kadın önemli bir figürken, önemsiz olarak okundu diyor. Gılgamış’ın annesi Ninsuna ve Enkidu’yu bir yaban olmasına bakmadan, kente, Uruk’a getiren ve evrimin bütün aşamalarından geçiren, Tanrıça İştar’ın aşk tapınağının rahibesi Şamhat, destanın önemli karakterleriyken, zaman içerisinde önemsizleştirilmişlerdir. Bu ve benzeri işaretlerle, şiirin kaynağının ağıt yakan kadın olabileceği fikrinin, tarih içinde karartıldığı eril zihni göstermek istiyor bize. Bir anlamda kadınların corpusunu oluşturarak, eril dille yazılan tarihe karşı, bir kadın tarihinden söz ediyor.
Şiirin ağıttan ve dolayısıyla kadından doğduğu tezi, şiirin kaynağına dair diğer tezler gibi, bir kesinlik taşımaz, taşıyamaz elbette. Bir olasılık (ama güçlü bir olasılık) olarak kabul edilebilir, öte yandan. Ağıdı tek başına ele almıyor aslında yazar. Ağıtlar, destanlar, türküler, mitolojik öyküler birbirinin içinde, bir bütün olarak düşünülüyor. Tez, hepsinin bütünlüğünden yola çıkarak oluşturuluyor. Üstelik ağıtların kadının belleğinden, toplumun belleğine aktarıldığını da unutmamak gerek. Sözlü aktarımın kadının belleğiyle taşındığını düşünmek, bu tezin başka bir göstergesi. Ancak Mahmut Temizyürek bu tezini kanıtlamak kadar, hatta daha fazla, bunu bir imkan olarak kullanmanın peşine düşmüş sanırım. Asıl mesele tarih boyu şiirin, yazının nesnesi olarak gösterilen kadının, onu yazan özne olmasına karşı gelen, kabullenemeyen, eril egemen zihniyettir. Bir tür erkek normatizminin baskısına ve zulmüne, bir erkek olarak koyduğu feminist denilebilecek tavır, kayda değerdir kuşkusuz. Bu bağlamda Türk Edebiyatında yazılmış bir başka kitap olduğunu sanmıyorum. Bu konuda Mahmut Temizyürek’in de hakkını teslim etmemek, adil olmaz. (Temizyürek’in, yazının başlığında “erkek feminist şair” olarak nitelenmesi, sıfatın yanlışlığının da farkında olmama karşın, bundandır.)
Bu kitap çok daha geniş bir zeminde yazılabilirdi diye düşünülebilir. Ancak öylesine kapsamlı bir konu ki, bin sayfalık bir kitap bile eksik kalabilirdi. Anladığım kadarıyla Temizyürek bunu amaç edinmiyor kitabında. Tarih boyunca yapılan bir haksızlığa işaret etmeye, o hakkı teslim etmeye çalışıyor. Ansızın çakan bir şimşek gibi, oluşturulan eril karanlık ve onun içindeki örtülü kadın tarihi fark edilsin istemiş. Tartışılacak çok şey var bu kitapta. Kadınların şiddetle, erkeklerin (hepsi değil ama çoğunun) cılız biçimde değindiği koyu bir derinliğin, tam da üzerine, bir işaret şamandrası konmuş yazar tarafından. Daha önce yazılmadığını düşündüğüm bu çetrefilli konuyu, cesaretle sözcüklere döken Mahmut Temizyürek, bize bir yol teklifinde bulunuyor aslında. Bu yazı, o teklife verilen olumlu bir yanıt, yol arkadaşlığı hevesidir biraz da. Şimdi asıl mesele şu: Bu görüşler artısıyla, eksisiyle tartışılacak mı (ki bir tartışma zemini yaratırsa bile işlevini yerine getirmiş olur) ; yoksa sükut suikastinin kurbanlarından biri mi olacak bu kitap?