Kadınlarla değişir!
Erkek egemen zihniyetin cisimleşmiş hali olan mevcut hükümet 16 yıllık iktidarı boyunca kadınların kazanımlarına dair her şeyi yerle bir ederken mahkemelerin erkek şiddetine yönelik cezasızlık uygulamalarını da meşrulaştırmıştır. Fakat artık TAMAM!
Meral Danış Beştaş*
Kadınlarla değişir dedik ve özgürlük mücadelesinin kadının özgürleşmesi ile mümkün kılınabileceği şiarıyla yola çıktık. Çıktığımız yolun ne denli zorlu, taşlı dikenli olduğunun bilincinde olarak ama bu yolu temizlemez isek gerçek anlamda bir dönüşümden söz edilemeyeceğini öngörerek…
Kadınlarla değişir dedik ancak yaşadığımız iklim ve coğrafyada kadına biçilen rollerin bu mücadeleyi ne denli zorlu kıldığı ile başlamak gerekiyor öncelikle. Türkiye’de kadına yönelik erkek şiddeti adeta kangren haline gelmiş ve ivedilikle çözülmesi gereken bir sorun olarak duruyor önümüzde. Ben hukukçu kimliğim itibariyle de kadının maruz kaldığı baskı ve şiddete aşinayım. Bu temelde Diyarbakır Barosu’nda çokça çalışma yürüttüm; baro bünyesinde Kadın Hakları Merkezi'ni oluşturduk ve merkeze 3 dönem başkanlık yaptım. Sıklıkla ifade ettiğim üzere hak mücadelesi yürüten bir hukukçu olarak kadın özgürlük mücadelesi de elbette bunun en önemli parçası. Zira mücadelenin bir yerinden tutmak ve mücadeleyi ileriye, daima ileriye taşımak adına attığınız küçük küçük adımlar bir noktadan sonra çığ etkisi yaratır ve nüvelerini görürsünüz.
İzah ettiğim üzere Diyarbakır Barosu’nda yürüttüğümüz çalışmalar çerçevesinde kadınların maruz kaldıkları ayrımcılıklara dair çeşitli başvurular da söz konusu idi elbette. Bir gün -ki o günü hâlâ dün gibi yaşıyorum- büroma Minteha Beybur adında bir anne geldi. Kaygılı olduğu her halinden belliydi. Kalbi zayıf ve yorgun bedeninden dışarı fırlayacakmış gibi atıyordu. Daha soluklanmadan konuşmaya başladı; tedirgin… Damadının, kızını defalarca, hatta onlarca bıçak darbesiyle yaraladığını, kızını yoğun bakıma kaldırdıklarını anlattı soluksuzca… Karşımdaki bir anneydi. Saçının teline zarar gelmesinden imtina ettiği, uykusuz gecelerde kim bilir ne şartlar altında büyüttüğü yavrucağı kan revan içinde ölüm kalım savaşı veriyordu. Bu tabloya yürek dayanmaz. Tüm bunları anlatırken can güvenliklerinin olmadığını da ekleyiverdi. Evet, kendi can güvenliği de yoktu. Ancak kızının hastanede kanlar içinde yatıyor oluşu, kızının ölmesinden duyduğu korku kendi can kaygısını aşmıştı. Üstelik Minteha Beybur, kızının bu şiddete ilk kez maruz kalmadığını, eşi tarafından sürekli dövüldüğünü, tehdit edildiğini de anlattı. Tüm bu şiddet vakalarına ilişkin onlarca suç duyurusunda bulunduklarını ancak savcılıkların, mahkemelerin kısacası hukuk mekanizmasının bu olaylara sessiz kaldığını, hiçbir netice elde edemediklerini de ifade etti.
Doğrusu aklım almıyordu; ortada bu denli ciddi bir hadise vardı ancak yargıdan bir karar çıkmıyor, Nahide’nin kocası elini kolunu sallayarak etrafa korku saçmaya devam ediyordu. Bunun bir yolu olmalıydı elbet, bu böyle gidemezdi. Derhal boşanma davası ve gerekli şikâyet mekanizmalarını devreye soktum. Aradan çok değil ancak birkaç gün geçmişti Minteha Beybur’un büromu ziyaretinin üzerinden… Diyarbakır’ın yerel gazetelerini okuyordum yanlış hatırlamıyorsam Söz Gazetesi idi, Minteha Beybur’un ölüm haberini gördüm. Kalbim sıkıştı, canım yandı! Bana birkaç gün evvel can güvenliğinin olmadığını söylemişti, ben de gerekli başvuruları yapmıştım ama ne fayda! Minteha anne damadı tarafından vurulmuş yatıyordu öylece… Nahide yoğun bakımda; annesi hayata gözlerini yummuş, yatıyor. Son nefesini verirken bile Nahide’yi düşünüyor olmalıydı… Nahide kurtulacak mıydı acaba? Peki kurtulsa bile kocasının zulmünden kaçabilecek miydi? Kurtulsa bile ya kendisi gibi Nahide de katledilecek miydi silahla? Benim yaptığım ve daha önce yapılan nice şikâyete rağmen elini kolunu sallayarak dolaşan Hüseyin Opuz bu kez cinayetten tutuklandı. Gerçekten çok mu zordu Minteha annenin can güvenliğinin sağlanması, elinde bıçağıyla, silahıyla dolaşan Hüseyin Opuz hakkında hukuki mekanizmaların işletilmesi? Çok mu zordu bir can yitmeden önlem almak! Evet, Türkiye’de yaşıyorsanız canın kıymeti yok, hele de kadınsanız hiç yok!
Fakat yaşadığım acı olay beni bu davaya daha da bağladı. Bir şekilde netice alınmalı ve bu şiddet sarmalından çıkmalı, iklimi değiştirmeliydik. Bu inançla yerel mahkemeler nezdinde hukuk mücadelesini sürdürdüm. Ancak hiçbirinden netice alamadık. Hakkında 36 ayrı şikâyet başvurusu olmasına rağmen Hüseyin Opuz hakkında iç hukukta bir gelişme kaydedilmedi. İç hukuk yollarından bir sonuca varamayacağımızı anladığım noktada Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuru yapmaya karar verdim. Buraya yapacağımız başvurunun bu tür vakalara örnek teşkil etmesi ve en azından bu yolda bir mesafe kaydedilmesi önem arz ediyordu. Evet, AİHM yoluna girdik, iç hukuk mekanizmalarından bir netice alınmasının mümkün olmadığı izahı ile. Yıllarca süren yazışmalar ile süregiden dava neticesinde AİHM’den bir karar çıktı nitekim. AİHM, aile içi şiddet konusunda açılan bu ilk davada, Türkiye’yi 36 bin 500 avro ödemeye mahkûm etti. Mahkeme, eski eşinden şiddet gördüğü için savcılığa başvurduğu halde korunmayan Nahide Opuz’un ayrımcılığa uğradığına hükmetti. Bu karar ile Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde aile içi şiddete karşı vatandaşını koruyamadığı gerekçesiyle ceza alan ilk ülke oldu. Böylece Avrupa'da ilk defa bir devlet AİHM önünde kadın vatandaşlarına ayrımcılıktan hüküm giydi.
Mahkeme, Türkiye’yi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin yaşam hakkını düzenleyen 2. maddesini, kötü muamele ve işkenceyi yasaklayan 3. maddesini ve ayrımcılığın yasaklayan 14. maddesini ihlal etmekten mahkûm etti. Avrupa’da da bir ilk olan bu davanın Türkiye için önemi ise artık benzer davalara emsal teşkil etmesidir. Evet, bir mücadele sonunda haklı bir zafer ile neticelenmişti. Ben de Minteha anneye verdiğim sözü tutmuş oldum… Bu karardan sonra rahat uyuduğundan emin oldum. Bu karar ile Nahide’nin de yaşamı kurtulmuş oldu. Artık şiddet görmeyecek, ölüm korkusu ile yaşamayacaktı. Ve hatta Nahide şahsında şiddete maruz kalan tüm kadınlar…
Ben böyle düşünüyordum ancak Türkiye’nin bu davaya bakışı şiddeti görmezden gelen bir biçimde seyretti. Dönemin hükümeti adeta panikle yaklaştı meseleye. Türkiye’deki mevcut şiddet, Nahide Opuz’un maruz kaldığı şiddet yalanlandı. Dönemin başbakanı ve çok sayıda hükümet partisi mensubu milletvekili olayı yalanlamayı adeta görev bildi. Yine dönemin TBMM Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu Başkanı Güldal Akşit bu karara ilişkin “İnsanı çok mutlu eden, sevindirici bir karar değil. AİHM’nin ilk kez bir ülke hakkında böyle bir karar vermiş olması ve onun da Türkiye olması bizim için üzücü. Ancak şunu belirtmek isterim ki bu müracaat 2002 yılında yapılmış ve o günkü şartlara göre değerlendirilerek verilmiş bir karar. 2002’den bu yana kadın hakları konusunda hükümet olarak, sivil toplum kuruluşları olarak çok şey yapıldı. Duyarlılık artırıldı. Bunlar görmezden gelinerek ‘Türkiye hiçbir şekilde sorumluluklarının bilincinde değil bunların üzerine gitmemiş’ gibi bir karar verilmesini talihsizlik olarak değerlendiriyorum. Bence itiraz edilmesi gereken ve düzeltilmesi gereken bir karardır. Polislerden tutun askerlere kadar pek çok kişiye eğitimler verildi. Bir tek talihsiz olaya göre değerlendirip ceza öngörmek Türkiye’ye haksızlıktır.” biçimindeki talihsiz yorumunu yaparken dönemin
Adalet Komisyonu Başkanı Ahmet İyimaya ise “Türkiye, bu karar gerekçesine göre iç hukukuna gerekli uyarlamayı yapmalı.” şeklinde beyanda bulundu. Dönemin Kadın ve aileden sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf ise AİHM kararını değerlendirirken, Türkiye’deki yasal düzenlemelerin birçok Avrupa ülkesinden ileri olduğunu ifade etti ve “Uygulamaya yönelik çalışmalar devam ediyor. Şimdi burada bu nihai karar değil. İtiraz hakkı var. Tabii, itiraz hakkını da yine bir kurul değerlendirecek. Burada olayın gelişme şeklini okursanız, söz konusu davayı açan Nahide Opuz, defalarca şikâyetini geri çekmiş.” diyerek her zaman olduğu gibi kadın mücadelesini oturduğu koltuğa kurban etmeyi tercih etti. Hükümet kanadında bunlar yaşanırken ve ben pek çok televizyon kanalında bu davayı izah etmeye, kadına yönelik şiddeti görünür kılmaya çalışırken diğer taraftan tarafımıza yönelik tehditlerle de uğraşmak zorunda kaldık. Haklı bir kararın alınmasını sağlamanın bedeli bunlar oldu ne yazık ki…
Ancak haklı mücadelemiz kadın mücadelesine önemli katkılar sağlamış oldu. Bugün erkek şiddeti konusunda tüm dünyada içtihat niteliğinde görülen Opuz vs. Türkiye Davası kararı, İstanbul Sözleşmesi’nin temelini oluşturmuştur. İstanbul’da imzaya açıldığı için, İstanbul Sözleşmesi olarak adlandırılan ve Türkiye’nin de tarafı olduğu sözleşme; cinsiyet, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği temelli tüm ayrımcılık biçimlerine karşı mücadele edilmesi, erkek şiddetinin önlenmesi, şiddete karşı tedbir alınması, şiddete maruz kalan kadınların zararlarının tazmin edilmesi ve şiddet uygulayan kişilerin şiddet eylemi ile orantılı cezalar ile cezalandırılması konusunda taraf devletlere pek çok yükümlülük getirmektedir.
Kuşkusuz bu dava Türkiye’de kadınların maruz kaldığı mağduriyeti sonlandırmaya yetmedi. Çünkü erkek egemen zihniyetin cisimleşmiş hali olan mevcut hükümet 16 yıllık iktidarı boyunca kadınların kazanımlarına dair her şeyi yerle bir ederken mahkemelerin erkek şiddetine yönelik cezasızlık uygulamalarını da meşrulaştırmıştır. Fakat artık TAMAM! 16 yıllık eziyete, şiddete, baskıya, zulme, ötekileştirilmeye, yok sayılmaya TAMAM! Son kullanma tarihi çoktan dolmuş olan bu hükümeti sandıkta yeneceğiz ve 16 yılın hesabını soracağız.
İlmek ilmek ördüğümüz ve bu güne getirdiğimiz kadın özgürlük mücadelesi her yerde, her alanda yemyeşil ve taptaze umutlarla büyümeye devam ediyor. Yazımın en başında yürüdüğümüz yolun ne kadar meşakkatli olduğunu ifade etmiştim. Evet, mücadele yolları taşlı dikenli ancak bizler bu yolda inançla yürümeyi en iyi bilenleriz. Bu yüzden kadınla değişir dedik ve az kaldı bu düzeni değiştirecek ve yolumuzu ışıklarla bezeyeceğiz.
*HDP Grup Başkanvekili
Adana Mv. ve Siirt Mv. Adayı