Kadir Akın: Sosyalist hareket tarih bilincinden yoksun durumda
Kadir Akın'la Dipnot Yayınları tarafından yayımlanan 'Saklı Tarihin İzinde' kitabını konuştuk. Akın, "Anlattığım ve araştırdığım olgular bizim hikâyemiz, sosyalistlerin yok sayılan tarihi" dedi.
DUVAR - Vefa Lisesi’nde okurken devrimci mücadeleye katılan Kadir Akın, 1982 yılında tutuklanır ve Kurtuluş davasından yargılanarak hüküm giyer. 1988 yılına kadar cezaevinde kalan Akın, çeşitli sosyalist dergi ve gazetelerin yayın kurullarında bulunur. 1990 yılı sonrası birleşik parti süreçlerinin tümünde sorumluluk üstlenen Akın, yaptığı bir konuşmadan dolayı tekrar ceza alınca 3 yıla yakın bir süre yurt dışında kalır.
2011 yılında yayımlanan 'Sosyalizmin Krizi: Birlik ve Yeniden Kuruluş' kitabından sonra, 2015 yılında 'Ermeni Devrimci Paramaz - Abdülhamid’den İttihat Terakki’ye Ermeni Sosyalistleri ve Soykırım' isimli kitabını yayımlayan Akın, 'Utanç ve Onur', 'Türkiye Solundan Portreler' kitaplarında da bölüm kaleme alır. 'Sevdaların Yangınından Geçtik' adındaki anı kitabında geniş bir söyleşisi bulunan Akın’ın, 'Paramaz' kitabından esinlenerek yaptığı "RED" belgeselinin yanı sıra, değişik haber portallarında yayımlanan yazı ve makaleleri bulunmaktadır.
HDP ve SYKP kurucularından olan Akın, bu günlerde 'Saklı Tarihin İzinde' isimli bir kitap kaleme aldı. Kitabında Osmanlı Modernleşmesi ile birlikte 2. Abdülhamit dönemini ve Osmanlı sosyalistlerinin ortaya çıkışını anlatan Akın’la bir araya geldik ve çalışmasını konuştuk.
'YIKILAN SOSYALİZMİ HİÇ DERS ÇIKARMADAN TEKRARLAMAYA ÇALIŞMAK AKILLICA BİR İŞ DEĞİL'
Geçmiş yıllarda yine Dipnot Yayınları’ndan çıkan 'Ermeni Devrimci Paramaz' kitabını kaleme almıştınız. Yeni çıkan 'Saklı Tarihin İzinde' kitabınızda Paramaz'ın da odağında olduğu yapıyı daha geniş bir yelpazede, evveliyatı ve paydaşlarıyla birlikte ele alıyorsunuz. Bu alan üzerine daha detaylı bir çalışma yapmanızın sebebi nedir?
Sosyalist hareketin bir bütün olarak enternasyonalizmle derdi olduğunun uzun yıllardır farkındayım. Sosyalist hareketin görece “enternasyonalist” bir geleneğiyle çok genç yaşlarda hemhal oldum. Dolayısıyla bu konudaki eksik ve zaafları hissetmem, daha duyarlı olmam çok doğal. Üstelik sosyalist hareketin dünya planında yerle yeksan olduğu bir süreç benim kuşağımın önünden geçti gitti. Yıkılan sosyalizmin ve yenilen devrimlerin “yanlış bir sosyalizm” olduğuna hep inandım. Suyun ilk doğduğu pınara dönerek oraya bakmak gerekiyordu. Yani Paris Komünü'ne, 1917 Devrimi'ne bakmak ve onun derslerine çalışmak. Bu ise yeniden kuruluşu zorunlu kılıyor. Yıkılan ya da yenilen sosyalizmi hiç ders çıkarmadan tekrarlamaya çalışmak akıllıca bir iş değil. Çıkarılacak derslerin başında ise “milliyetçilik” geliyor. Gerçekten içinden “enternasyonalizmi” çekip aldığınızda, geriye kalanın sosyalizmle bir alakası kalmıyor.
Daha önce Paramaz üzerinden tarihsel bir sürece ışık tutmaya, yok sayılan ve unutulan bir dönemi gün yüzüne çıkartmaya çalıştım. Üstelik Paramaz ve arkadaşları, Türkiye sosyalist hareketinin eksik olduğu enternasyonalizm konusunda son derece öğretici bir pratiğe ve düşünceye sahiptiler. Onun 1897 yılında yargılandığı Van Mahkemesi'ndeki savunması tercüme edilerek önüme geldiğinde çok heyecanlanmıştım. O savunmada Paramaz: “Bizim talebimiz Ermeni, Türk, Kürt, Rum, Alevi, Laz, Yezidi, Süryani, Arap ve Kıptilerle birlikte eşit koşullarda yaşamaktır. Bir devrimci olarak bu hedefe ulaşacağımıza inanıyorum. Ama Osmanlı devletinin tutumu onu Türkçülüğe götürüyor. Yüzlerce yıl önce bu topraklara geldiğiniz noktaya, Türkçülüğe geri dönüyorsunuz… Bizler, milliyetçi değiliz, ‘millet gayreti’ tarafından yönlendirilmemekteyiz. Bizler, şoven milliyetçiler değil, halk dostlarıyız. Biz milliyetçi bir hükümranlığın aynı düzeni devam ettireceğini biliriz. Bizim talebimiz Ermenistan’ın bütün sakinlerinin, Ermeni’nin, Kürt’ün, Türk’ün, Arap’ın, Laz’ın, Çerkez’in, Süryani’nin, Yezidi’nin ve Mıtrıb’nin kendi iradesi ve oyuyla kendi yöneticilerini seçmeleridir. Biz, bu geleceği Ermenistan’ın bütün sakinleri için, bütün Osmanlı halkları için talep ediyoruz” diyordu. Bu sözler karşısında aynı heyecanı 'Bitti Bitti Bitmedi' romanını yazan Vedat Türkali de yaşamıştı. Bu konuda çalışmaya başladığımda beni Ermeni devrimcilerinin “milliyetçiliği” konusunda uyaran Vedat abi, belgeleri ve çevirileri gördükten sonra, “biz bunları neden bilmiyoruz” diye hayıflanmış, sonra da romanının içine Paramaz’ı ve onun savunmasını yerleştirmişti. Paramaz, önemli simgeydi ama onun evveliyatı vardı ve bilinmiyordu. Çalışmayı biraz daha gerilere taşıyarak Osmanlı modernleşmesi, Anayasa süreci ve sosyalizmin bu topraklardaki köklerine kadar getirdim.
Bir başka konu da 1908 Devrimi sonrasında yeniden açılan Osmanlı Meclis-i Mebusanı’ndaki sosyalist vekillerin sosyalizm önermeleri ve savunmalarıydı. Bu vekillerin bir bölümü, 1908 yılında yeniden ilan edilen Meşrutiyet sırasında dağlarda fedai idiler. Devrim sonrası dağlardan inince; Van, Erzurum ve Muş’ta Alay komutanı ya da valiler tarafından törenle karşılanmışlar, sonrada meclise vekil olarak girmişlerdi. İşçi sınıfının, çalışanların haklarını, kadın ve çocuk haklarını, adaleti ve bütün Osmanlıların haklarını nasıl savunduklarını meclis kürsüsünden yaptıkları konuşmalarla göstermek istedim.
Tarihi kaleme almak başlı başına zor bir iş. Hele de sizinki gibi resmi tarihin yok saydığı, bastırmaya ya da deforme etmeye çalıştığı bir alanla ilgili tarihsel çalışma yapmak daha zor… Bu bağlamdan hareketle, tarihi yorumlayış ve yeniden üretiş biçiminizin koşullarını ve nasıl yaklaştığınızı anlatır mısınız?
Ertuğrul Kürkçü’nün 'Saklı Tarihin İzinde'ye önsöz yazarken Edward Hallett Carr’ın 'Tarih Nedir' yapıtından aldığı alıntılar çok önemli. Carr, bir yerde: “Tarihin olguları bize asla ‘saf’ halde intikal etmezler çünkü saf bir biçimde var olmazlar; onları kayda geçirenin zihninde kırınıma uğrarlar. Buradan çıkan sonuç şudur: Bir tarih yapıtını elimize aldığımızda ilk bakmamız gereken hangi olguları içerdiği değil, onu yazan tarihçinin kim olduğudur” diyor. Çok genç yaşlardan beri sosyalist mücadelenin içindeyim. Sosyalizmin dünya planında yaşadığı yenilgiye ve milyonlarca insanın zihninden bir gelecek tasavvuru olarak nasıl çıktığına tanıklık ettim. Milliyetçiliğin sosyalizmi nasıl kirlettiğini, yıkılıp dağılan SSCB’de ve Çin’de gördük. Bir dönem “sosyalist” diye tanımlanan Balkan ülkelerindeki o kanlı boğazlaşma hepimizi ürküttü. Ülkemizde de enternasyonalizm yoksunluğunun sosyalizm üzerinde yarattığı tahribatın sonuçları var. Bunu Kürt sorununa bakışta, Kıbrıs meselesinde, göçmen ve mülteci konusunda ve Ermeni Soykırımı'na yaklaşımda her gün görüyoruz. Son derece ilkel milliyetçi görüşlere sahip olanlar, utanmadan kendilerine “sol-sosyalist” diyebiliyorlar.
Beyazıt Meydanı’nda Paramaz ve 19 arkadaşının idam sehpasındaki “yaşasın sosyalizm” çığlıkları onlarca yıl duyulmadı. Şimdi bu devrimcilerin enternasyonalist görüşlere sahip ve ortak vatanda bir arada yaşama ideallerine sahip devrimciler olduğunu anlıyoruz. Sosyalistler yakın döneme kadar kendi tarihlerini 1920’de Moskova’da kurulmuş Türkiye Komünist Partisi (TKP) ile başlattılar. Kimileri hala bunda ısrar ediyor ve daha önce bu topraklarda mücadele etmiş, bedel ödemiş komünistleri görmezden gelmeye çalışıyor. Ben Marksist ve yeniden kuruluşçu bir perspektifle tarihe yaklaştım ve tarihin yeniden ele alınması, enternasyonalist bir prizmadan geçirilerek yeniden yazılması gerektiğinin altını çizdim. Bunu yaparken de çalışmamı belgelere dayandırmaya, olabildiğince objektif kaynaklardan faydalanmaya çalıştım. Son derece değerli çalışmaları kronolojik olarak yeniden kalıba dökerek okuyucuya sundum. Osmanlı Meclisi’ndeki sosyalist vekillerin çalışmalarını ise tümüyle TBMM Kütüphanesi arşivinden yararlanarak çalışmanın içine aldım. Meclis Genel Kurulu'na 4 dakika uzaklıktaki Meclis Kütüphanesi'ne gidip orada Türkçeleştirilmiş 1908-1912 Osmanlı Meclis tutanaklarını okumak bile bu güne ışık tutacaktır. Özellikle eğitim konusunda kendisi bir gerilla olan Vahan Papazyan’ın yaptığı kürsü konuşması, bugün eğitim konusunda içinde bulunduğumuz zorluğu anlamada bize çok yardımcı olacağını düşünüyorum.
'SOSYALİZMİN BU TOPRAKLARDAKİ İLK ÖNCÜLERİ SOYKIRIMLA BİRLİKTE YOK OLDU'
Kitapta, Sultan Abdülhamit dönemine muhalefet eden İttihatçılarla Ermeni aydınlarının arasındaki ilişkiye de yer veriyorsunuz. Muhalefet ederken bazı konularda ortak hareket ettikleri bile söylenebilir. Fakat sonraki süreçte İTC iktidarı ele geçirince, soykırıma uzanan süreç yaşanıyor. Bunun sebeplerini nasıl açıklıyorsunuz?
Jöntürk muhalefeti, 1900’lerden başlayarak Osmanlı demokratik aydın hareketinin bir parçası olan Ermeni partileriyle ilişki içinde. 1902 ve 1907 Paris Kongresi’ni Ermeni Devrimci Federasyonu-Taşnaktsutyun (EDF) ile birlikte topluyorlar. Sosyal Demokrat Hınçak Partisi- Hınçaklar (SDHP) ise Jöntürkler'e mesafeliler. Onlar adına Paris’te görüşmeleri sürdüren Sabah Gülyan, yazdığı makalelerde daha sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) adını alacak olan Jöntürkler'i “Türkçülük”le suçluyor. Ne var ki 1908 Devrimi sonrasında oluşan demokratik ortamda İTC, EDF ve HSDP birlikte davranıyorlar. Gerçekten özgürlüğün doruğa ulaştığı, “eşitlik, adalet hürriyet” sloganlarının ortalığı kapladığı bir süreç yaşanıyor. Meşrutiyet’in ilanından yaklaşık 8 ay sonra gerçekleşen 31 Mart gerici kalkışmasına ise hep birlikte karşı duruyorlar. İTC önderleri geceyi Beyoğlu Balo sokakta bulunan EDF binasında geçiriyor. Meşrutiyeti ve Parlamento'yu omuz omuza savunuyorlar. Çarpışmalarda ölen Türk-Müslüman askerlerle Ermeni fedailer, Çağlayan’da bulunan ve bugünkü adı “Abideyi Hürriyet” tepesi olan mezarlığa birlikte gömülüyorlar. O zaman “Kardeşlik Mezarlığı” denen yerde yapılan defin töreninde konuşan Enver; Müslümanların ve Hristiyanların yaşarken ve ölürken, bundan böyle hiç bir ırk ve inanç ayrımı olmaksızın yurtsever arkadaşlar olduklarını ve bunun nişanesi olarak yan yana yattıklarını belirtiyor.
Fakat olaylar ve koşullar hızla değişiyor. İngiltere ve Almanya arasında sömürgelere ve hammadde kaynaklarına sahip olma yarışının, hızla bir paylaşım savaşına doğru gidildiğine işaret ediyor; uluslararası diziliş ve iç ilişkiler bu eksende şekilleniyor. İTC etrafında kümelenmiş sınırlı sayıdaki Türk-Müslüman ticaret burjuvazisi de sermayesini büyütme arzusu içindeydi. Balkan savaşı, Sarıkamış Felaketi ve nihayetinde Çanakkale Savaşı, İttihatçıların “Türk” olduklarını hatırlamalarını sağladı ve sermayenin el değiştirmesine de kapı araladı! Aslında 30 Eylül 1911’de Selanik’te gerçekleştirdikleri gizli kongre, sadece milli ekonomi oluşturulmasının konuşulduğu bir kongre değil; “Türkleşme” sürecinde nasıl bir strateji izleyeceklerini belirledikleri önemli bir toplantıydı. Asker kökenli bir kurucular heyetine sahip olan İttihat ve Terakki, gizli yapısı gereği, bu kongre sonrasında geriye bir belge bırakmamış olduğundan “bu bir iddiadır” denmektedir. Ama 1911 kongresi sonrası İttihatçıların “soğukkanlı” bir biçimde 23 Ocak 1913’e kadar geçirdiği süreç ve izlediği stratejiye bakınca bu duruma “iddia” demek açıkçası hafif kalıyor.
Önce kıyılar Rumlardan arındırıldı. Ardından Ermeni Soykırımı ile devam eden süreç, Anadolu’nun bütün kadim halklarının ve farklı inanç gruplarının, Süryani, Yezidi, Keldani, Pontus, Kıpti ve Alevilerin, soykırımına uzanan kanlı bir süreç olarak devam etti. 1908 Devrimi'ne, Osmanlıcı bir programı hayata geçirmek için öncülük eden İTC’nin, 1913 yılına gelindiğinde artık bu iddiasından eser kalmamış, hızla siyasal bir gericiliğin içine yuvarlanmıştı. Babıali baskınıyla birlikte toplumda demokratik hiçbir işleyişten bahsedilemeyeceği gibi; geride örgütlenme, fikir özgürlüğü; grev, sendikal hak ve sosyalizm mücadelesini sürdürecek bir örgüt de kalmamış, sosyalizmin bu topraklardaki ilk öncüleri de soykırımla birlikte yok olmuşlardı.
Kitapta ele aldığınız dönemi irdelerken, emek hareketleri üzerine de değerlendirmeler yapıyorsunuz. Grevlerin tartışmalara konu olduğu biliniyor. Dönemin aydınları, emek hareketlerine nasıl yaklaştı? Ermeni vekiller bu hareketlerin neresinde?
Emek hareketinin gelişimi, elbette Sanayi Devrimi ve modernleşme ile doğrudan alakalı. Gelişen ticaret burjuvazisine paralel, sınıfsal talepler de aktüalite kazanıyor. Çok yoğun ve ağır bir sömürü çarkı var. Nerede kaldı 8 saatlik iş günü? 14-15 saatlik çalışma koşulları, çocuk işçilerin ve kadın işçilerin sağlıksız ortamlarda emek sömürüsü söz konusu. Abdülhamid istibdadı, hem ulusal kimlik hem de hak taleplerini bastıran bir rejim kurmuştu. Abdülhamid’in Meclis'i feshettiği 1878 yılından 1902’ye kadar geçen yıllar boyunca, bilinebildiği kadarıyla hiç grev olmamıştır. Abdülhamid’in 1908 yılına kadar süren iktidarı döneminde ise bilinen toplam 35 grevden bahsedilebilir. İkinci Meşrutiyet’in ilanından hemen sonra ise grevler dalga dalga yayılmaya başladı. Daha önceki hak arama talepleri kolluk kuvvetlerince bastırılıyor, haber bile olmuyorlardı. Meşrutiyet devriminin getirdiği düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğü, halk kitlelerinin sokak gösterileri, işçilerin taleplerini dile getirme konusunda onları cesaretlendirmişti. Toplumu altüst eden özgürlük ortamı koşullarında, farklı milliyetlerden işçiler sınıf çıkarları için bir araya geliyorlar, hızla yaygınlaşan bu grev dalgası içinde sosyalizm fikri de “sörf” yapma imkânı buluyordu. 30 Temmuz tarihinde İstanbul’da tütün ve vapur işçileri greve başlamıştı. 1908 yılının Temmuz-Aralık ayları arasında, Osmanlı İmparatorluğu’nda grev sayısı 120’yi buldu. İttihatçıların işçiyle işveren arasında çıkan ihtilaflarda, hakkını arayan işçinin yanında devreye gireceği bekleniyordu. Bu da makul bir düşünceydi çünkü İttihatçılar, Fransız Devrimi’nin “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” ana sloganıyla yola çıkmışlardı. Ne var ki grevlerin giderek yaygınlık göstermesi İTC’yi korkutmaya başlamış ve hiç gecikmeden sermayenin yanında saf tutmuşlardı. Sonuçta bu grev dalgasını denetim altına almak için de Tatil-i Eşgal Kanunu (Grev Kanunu) meclis gündemine bile getirilmeden Bakanlar Kurulu kararıyla uygulamaya sokuldu.
İştirakçi Hilmi diye bilinen Hüseyin Hilmi’nin, Osmanlı Sosyalist Fırkası (OSF) dışında grevleri destekleyen Türk ve Müslüman Orijinli bir hareketten söz edemeyiz. Sosyalist Ermeni vekiller Meclis'te grev kanununa karşı muhalefet ederlerken, sendikaların kurulması ve sınıf kardeşliğinin yaygınlaşmasının birbirlerine düşman olan farklı milliyetten işçileri yan yana getireceğini savunuyorlar. Selanik'te binlerce işçinin katıldığı grev hakkının dile getirildiği mitingler gerçekleşiyor. Meclis kürsüsünden bu konuda yapılan konuşmaları ve İTC temsilcilerinin işçi ve emek düşmanı tutumlarını kitaba yansıtmaya çalıştım. Selanik'te sosyalist bir örgütlenme olarak önemli bir işlev gören Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu ve Rum Sosyalist çevresi Ergatis’ten de bahsettim.
'SOSYALİST HAREKET TARİH BİLİNCİNDEN YOKSUN DURUMDA'
Çalışmanızda, üzerine düşünülmesi gereken ve bugünle ilişki kurduran bazı noktalar olduğunu düşünüyoruz. Örneğin, 20. yüzyılın başlarında güçlü bir Ermeni sosyalist hareketi olsa da, sonraki süreçte Türkiye’de sol-sosyalist siyaset üreten yapılar bu hareketi sahiplenmiyor. Siz, bu durumu nasıl açıklıyorsunuz?
'Paramaz' kitabımda ve şimdi yeni yayımlanan 'Saklı Tarihin İzinde' kitabımda, bu unutma ve yok sayma halini irdeliyor ve sorguluyorum. Sovyetler, devlet politikası çerçevesinde Mustafa Suphi ve arkadaşlarının Karadeniz’de katledilmelerini o gün Kemalistlerle tartışma konusu yapmadı bile. Mustafa Suphilerin Rus Komünist yetkililerinin onayı ve bilgisi dâhilinde Türkiye’ye geldiği biliniyor, tersini düşünmek mümkün değil zaten! Bunu konu etmeyen, Ermeni Soykırımı'nı da pek konu etmezdi. 1920’de kurulmuş TKP’nin de Komintern solu olduğu hatırlanır ve en önemlisi enternasyonalizmden uzak ve şoven yaklaşımlara sahip olduğu düşünülürse, gerisi anlaşılır. “Biz ülkemizi emperyalistlere karşı korurken Ermeniler onlarla iş birliği yaptılar” lafı sizi bir güzel antiemperyalist yapıyor. Bir de genç Cumhuriyet'in SSCB ile bağlantılarına ilişkin ortada bir sürü laf var! Onları da arka arkaya sıraladınız mı, hem antiemperyalist, hem de sosyalist oluyorsunuz…
Ne yazık ki sosyalist hareket tarih bilincinden yoksun durumda, geçmişi sorgulamıyor. Hafızasız olmak iyi bir şey değil, hâlbuki deney ve tecrübeden yoksunsanız Sisifos’un kaderi sizi bekliyordur. O yüzden TKP öncesine bakmak gerekir diyorum. Sosyalizmin bu topraklardaki gelişimine, örgütlenmesine, ortak vatanda bir arada yaşama isteklerine, mücadele yöntemlerine bakmak gerekir. Kaldı ki ulusların kendi kaderlerini özgürce tayin ilkesi de sosyalistler tarafından prensip düzeyinde kabul görüyordu. Yani anlattığım ve araştırdığım olgular bizim hikâyemiz, sosyalistlerin yok sayılan tarihi. Bu tarih incelendiği zaman 1915 de çok daha iyi anlaşılacaktır.
Alanla ilgili bu denli bir çalışma yapmanızdan dolayı fikrinizi merak ediyoruz. II. Meşrutiyet sonrası çoğulcu bir yapıya bürünen ve içinde farklı ulus ve inançtan kişileri barındıran Osmanlı Meclis-i Mebûsanı ile bugünkü Kürt, Alevi, Ermeni, Süryani ve Ezidilerin yer aldığı TBMM arasında nasıl bir fark var? Siz bu bağıntıyı tarihsel perspektifle nasıl yorumluyorsunuz?
2. Meşrutiyet, bir devrim sonrasında gerçekleşti ve Parlamento teşkil edilirken bu devrimin bütün özneleri orada temsil edildi. En azından ilk aylar ve Adana Katliamı'na kadar geçen zamanda ilişkiler görece daha iyi gidiyordu. Ama Hınçaklar için bir parantez açmalıyım. Bu toprakların ilk Marksist partisi olan SDHP, İTC’ye mesafesini ve kuşkusunu sürekli korudu. Hatta partide “yasalcı” bir örgütlenmeye itiraz eden Paramaz’ın da içinde olduğu güçlü bir ekip var. Parlamento yeniden açıldığında orada tek temsilcileri var, o da Sasun direnişinin önderlerinden olan Hampartsum Boyacıyan. Ona “büyük Murad” diyorlar. İstanbul Tıp Fakültesi'nde okurken Gedikpaşa yürüyüşünü örgütlüyor, kaçak duruma düşüyor, sonra Sasun Dağları'nda gerilla oluyor. 13 yıllık hapis-sürgün, sonra afla birlikte Paris’ten geliyor ve Adana milletvekili olarak parlamentoda yerini alıyor. Bu tablo bile bize çok şeyi anlatıyor aslında. Murad, Meşrutiyet sonrası İTC merkeziyle görüşmelere katılan heyette ve Talat ona saygılı davranıyor. Sonraları giderek İTC’nin Osmanlıcı programı rafa kaldırması, Türkçü bir hatta ilerlemesi, Anadolu’yu gayrimüslimlerden arındırma çabası ve siyasal gericiliğin merkezi haline gelmesi ile işler değişiyor. Bunun nedenlerine yukarıda değinmiştim.
Evet, bugün de parlamentoda Kürt, Alevi, Ermeni, Süryani ve Ezidi temsilciler var. HDP vasıtasıyla parlamentoda temsil ediliyorlar. Ama durum, İTC’nin Babıali Baskını'yla diktatörlüğünü ilan ettiği sürece benziyor. Parlamento işlevsiz hale getirilmeye çalışılıyor ve parlamentodan atılma, tutuklanma, partilerinin her an kapatılma riski altında vekilliklerini sürdürüyorlar. Kuşkusuz tarih tekerrür değildir. Ama en azından bunun böyle olmadığını anlamak için bile tarih bilincine sahip olmak, geçmişe dönüp bakmak ve dersler çıkarmak gerekiyor. Hafızanın eksik yanını tamamlamak, geçmişte düşülen hataların benzerlerini tekrarlamaktan bizi alıkoyabilir. Belki de şimdi tam böyle bir noktadayız.
''SAKLI TARİHİN İZİNDE'DEN BİR BELGESEL FİLM ÇIKARTMAYI PLANLIYORUM'
Hazırladığınız yeni bir çalışma var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?
'Paramaz' kitabımdan yola çıkarak "RED" isimli bir belgesel film yapmıştım. Yabancısı olduğum bir alandı ama film düşe kalka bitti ve birçok yerde gösterildi. Bence hiç de fena olmadı. Pandemi nedeniyle gösterimler aksadı ama yeniden programlar yapacağız. Yeni kitabım 'Saklı Tarihin İzinde'den de bir belgesel film çıkartmayı planlıyorum. Bana bu konularda sonsuz bilgi ve ilham veren Beyrut’a önümüzdeki süreçte yeniden gitmek niyetindeyim. Öte yandan “Babıali Baskını” gibi bir şey olmadı ama memleket bıçak sırtında! Yine de umutlu olmak için çok nedenimiz var. Enseyi karartmamak gerekli.