Günümüz gençliği önceki kuşaklara kıyasla büyük bir değişimin habercisi olarak görülüyor. Dramatik değişim ilk olarak dindar ailelerinden hayli farklılaşan mütedeyyin kesimin gençlerinde görünür olmuştu. Deizm, ateizm tartışmalarıyla, farklılaşmanın inanç boyutu üzerinde durduk çoğunluk. Bilindik kuşak çatışmasının hayli ötesinde, derin bir ayrışmayı işaret eden bu farklılaşma sadece dindar kesimin gençlerine özgü olmadığı gibi sadece din alanıyla da sınırlı değil.
AKP gençliğinin yaşadığı farklılaşmanın benzeri CHP gençliği için de geçerli. Farklı sol grupların gençlerinde de yeni neslin geçmiş nesillerden hayli farklılaştığını görebiliyoruz. Kürt gençleri de öyle gözlemlerime göre. Fakat en az dindar kesimin gençleri kadar toplum hayatını etkileyecek bir diğer dramatik dönüşüm de milliyetçi gençlerde dikkatimi çekiyor bir süredir.
MHP ve hatta İyi Parti milliyetçiliğinin, devletçiliğe eklemlenmiş haline itiraz ediyor, yeni nesil milliyetçiler. Daha çok Nihal Atsız’a yakın duruyor gibiler. Ancak insan haklarına dayalı bakış açılarıyla ondan da biraz daha farklı bir Türk milliyetçiliği anlayışı geliştirmeye çalıştıklarını gözlüyorum. En belirgin özellikleriyse Türk-İslam sentezinde fersah fersah uzaklaşmaları gibi görülüyor. Hemen her kesimin gençleri gibi bireysel özgürlüklerine de alabildiğine düşkünler. Ki en ümitvar özellikleri, bence. Bağımsız bir ideoloji olmayıp ancak devletçilik gibi bir akıma tutunarak var olabilen milliyetçi düşünce için farklı bir yol çizebilecekler mi, izlemek gerek. Belki otuz yaş altı gençlerin idrakindeki devlet sadece AKP devleti olduğu için “şimdilik” devletçiliğe mesafeli oldukları da düşünülebilir. Fakat değişimin her hali bana umut verdiği için izlemeye devam ediyorum. Ve izlerken yeni nesil milliyetçilerin eril şiddete bakışını göz önüne seren bir yazıya denk geldim.
Eril şiddete, şiddetle müdahalenin hazin sonuçlarına pek çok kez tanık olduk. Bir kadını şiddetten, olası ataerki cinayetinden kurtarmak isterken hayatını kaybedenleri hepimiz hatırlıyoruz. Fakat bu defa gündem olan Kadir Şeker, şiddete, şiddetle karşı koyarak eril şiddeti önlemek isterken maktul değil katil oldu. Ve Kadir örnekliğinde ataerkillikten nispeten uzaklaşmış, hukuk düzenini önemseyen bir yazıya değinmek istiyorum. Tamga Türk adlı bir sitede Bahadırhan Dinçaslan, kadını ikincilleştiren söylem ve eylemlere itirazla açıklıyor Kadir Şeker’in müdahalesini: “Kadir Şeker’in iyi niyetli ve “suçsuz” olduğu senaryoya -kötü niyetli olduğu var sayılan senaryo da ele alınmış- bakalım: Şiddete uğrayan bir kadın görüyor. “Bir kadın olarak sus”, “kız mıdır kadın mıdır bilemem” gibi lafların devletin en tepesinde havada uçuştuğu, her gün bir başka kadının polisin/bekçinin yetkilerini kötüye kullanarak kendilerini taciz ettiğini sosyal medyada anlattığı, çocuk evliliklerinin ahkamlı köşkemli adamlar tarafından savunulduğu bir ülkede yaşıyor. Ancak Kadir insan, üstelik Türk kültürüyle yetişmiş. Bizde, hatta çoğu zaman menfi olacak biçimde, müdahale kültürü yaygındır. Burada kadının ne olduğu, yardım isteyip istemediği, şiddet uygulayan adamın özellikleri önemsiz: Bu Kadir’le ilgili bir mesele. O sahneyi görüp müdahale etmeden gitse, vicdanıyla baş başa kalınca rahatsız olacaktı. Ancak seçtiği müdahale yöntemi düşündürücü: Polisi aramak aklına gelmemiş. Kendi çözmeyi tercih etmiş”.
Abartılı Türk kültürü vurgusu bir yana bırakılsa bile 6284 sayılı şiddet yasası ve İstanbul Sözleşmesi'ne atıf yapılmadan eril şiddet hakkında kalem oynatmak ciddi bir eksiklik. Ancak devletin şiddetle mücadele görevini hatırlatışı da bir o kadar önemli: "Onca polis, onca bekçi alınır, bol keseden maaşlar yazılır, her köşe başına bir üniformalı dikilirken, bir süredir parkta bağır çağır kavga eden bir çifte ilk müdahale, yoldan geçen bir kabadayıdan geliyor. İnsanlar devlete, polise, hukuka, adalete güvenini yitirdi, özellikle güçsüzler, yani kadınlar, muhalifler, fakirler… " Güçsüz sıfatıyla damgalayarak eşitlikçi yaklaşıma ne denli uzak düştüğü açıkça görülüyor. Çok mu iyimserim, biraz fazla mı zorluyorum bilmem ama kadınları, muhalifleri, fakirleri dert edinen bir milliyetçi söylemle ilk defa karşılaştığım için önemsedim bu satırları da.
Ali Duran Topuz’un “anti hukuk” tanımını anımsatan ama “sokağın adaleti” ihtimalini düşündürdüğü için ürkütücü geldiği kadar hukuk çağrısı ve devlet eleştirisi içeren şu satırlar da ilginç: “Hepimiz Hakan İlhan Kurt şiirindeki gibi “hep tedbirli geziyoruz” ve tedbirlerimizin hiçbiri modern kurumları, devleti, polisi, hukuku içermiyor. Özellikle son birkaç yıldır hep bu psikolojide olduğumuzdan (Ben mesela Gezi’den beri devlete/polise güvenmiyorum.) Kadir Şeker vakası bizim için sembolleşebiliyor, bayraklaşabiliyor. Kadir Şeker’in cinayetinin suç olup olmadığını tartışıyoruz ama bu cinayeti neden işlemek zorunda kaldığını düşünmüyoruz.” Hangi anlama geldiğinden emin olamasam da yeni nesil milliyetçiler için bile “Gezi”nin bir milat, bir kırılma noktası oluşu önemli. Buraya bir mim koymalı. ‘O cinayeti neden işlemek zorunda kaldığı’ sorusu ise konunun belkemiği, kuşkusuz. Devlet, kadınları koruma görevini yerine getirmiyor, şiddetle mücadele mevzuatını uygulamıyor. "İstanbul Sözleşmesi yaşatır" sloganı öyle yerinde ki erkekler için bile geçerli. Hem ölmekten hem öldürmekten korur kadınları da, erkekleri de. İmzalandığı günden bu yana hiçbir zaman gerçekten uygulanmadığı için eril şiddetin tırmandığı öyle açık ki. Ancak örnek olarak ele aldığım bu yazıda sözleşmeden ve yasadan hiç bahsedilmeyişi, yeni nesil milliyetçilerin de eril şiddetle mücadele söz konusu olunca ‘yerli ve milli’ söylemle uygun adım ilerleme ihtimalini düşündürüyor.
Sona gelirken yazarın bir sorusuna cevap vermeden geçemeyeceğim: “Ancak ülkemizde tuhaf bir ihtiyaç var: Kadınlar sürekli şiddet görüyor ve kolluk güçleriyle hukuk sistemine güvenmiyoruz. O halde, yakında Türk hukukuna kadını korurken adam öldürmek gibi bir konsept girecektir diyebilir miyiz?” Hayır. Bu ülkede erkek yargı ve erkek siyaset, kadınları şiddetten kurtarmak için böyle bir düzenleme yapmaz, es kaza yapılsa bile zaten cinsiyetçi uygulanır. Nitekim bizler annesini şiddetten korumak isterken babasını öldürmek zorunda kalmış bir kadına yüksek ceza verilirken benzer şekilde annesini korumak için babasını öldüren bir erkek için düşük ceza takdir edildiğini görenleriz. “Kadir’i savunan milyonlar, kendi adaletini tesis fikrine hiç de uzak olmadıklarını haykırıyorlar aynı zamanda.” Hukukun işlemediği, adalete güven duygusunun yıkıldığı şu ortamda toplumu bekleyen ciddi bir tehlikeyi işaret ederek bitiyor yazı. Her kesimden genç neslin siyasal ufkundaki değişimi, kadına yönelik şiddet, şiddetle mücadele, şiddete acil müdahale yöntemleri ve toplumsal cinsiyet eşitliğini ölçü alarak izlemek öğretici olacak, notunu düşüyorum, bu yazıdan sonra kendime.
Yeni nesil dindarlar gibi yeni nesil milliyetçiler de bir dönüşümün arifesinde. Ancak diğer ideolojiler ve hayat tarzlarının gençliği de farklı değil. Kimi zaman keskinleşmeyi kimi zamansa yumuşamayı, birbirine yakınlaşmayı çağrıştıran yaklaşımlar var bu değişimde. Ülkenin otuz yaş altı gençliği, dönüşümünü tamamlayıp kozasından çıktığında neyle karşılaşacağımızı kestirmek güç. Yine de yapılması gereken tek şey gençliğe alan açmak. Siyasetin her alanında ve tüm karar mekanizmalarında gençliğin enerjisini değerlendirmek mümkün olsa belki başka bir siyasetin imkanı da doğabilir.