Hayır, Ayasofya üstüne yazmayacağım. Yeterince yazıldığı için değil. Yazmakla bitmeyeceği için. Kültürel değil son derece politik bir mesele olarak Ayasofya, Türkiye’deki dönüşümün simgesi olacak. Ve daha çok konuşacağız. Şimdi derin bir nefes alıp roman okumak lazım sanki… Ya da ben öyle yapıyorum. Roman okuyor, resim bakıyor, podcast dinliyor, film seyredip sanata sığınıyorum. (Umarım sonum, Ayasofa’ya sığınan Bizanslılar gibi olmaz…) Yine de böyle yapıyorum, çünkü şu kaosta kafamızı edebiyata ve sanata gömüp kışkırtmalara kapılmamak en iyisi gibi geliyor…
Masamın üstünde birikmiş dergilere el atıyorum. Yapı Kredi’nin Cogito’su yine zihin açıcı. Hasta Dünyada Yaşlanmak sayısı, güya koruyup kollamak için eve tıkıp hayatın kıyısına ittiğimiz insanların gözüyle bakıyor dünyaya ve bize insan haklarını anımsatıyor. Yaşlılar yerine ‘büyüklerimiz’ demeyle işlerin düzelmediğini, hayatın her yerindeki ayrımcılığın şimdi de yaş bağlamında nasıl görünür olduğunu anlatıyor Cogito. Sonra Tarih Vakfı’nın yayımladığı Toplumsal Tarih’in Mayıs sayısı… O kadar çok ilginç yazı varmış ki, iyi ki ayırmışım bir kenara. Mesela Osmanlı Sarayı’nda 19. yüzyılda ziyafet menülerinin alaturka ve alafranga diye konuklara göre ayrıldığını anlatan yazıda sarayın gözde yemekleri listelenmiş. Levreği mayonezli yapınca alafranga, pilaki yapınca alaturka oluyor… Şaka bir yana Fransız mutfağının tıpkı Fransızca gibi o dönem uluslararası ilişkilerde bir ortak dil oluşturduğunu anlatıyor makaleyi yazan Özge Samancı. Diplomatlara ‘alafranga menü’, diğer tüm ziyafetlerde ise kuzu dolmalı, ızgara köfteli, bamyalı, tulumbalı alaturka menü ikram ediliyor. Dergide ilgimi çeken bir başka yazı ise Osmanlı döneminde dezenfeksiyon uygulamaları hakkında. 19. yüzyılda hekimbaşının sorumluluğunda kükürt, güherçile ile tütsüleniyor ve bol bol sirkeli su ile yıkanıyor her şeyler. Mikroplar tam olarak tanımlanmasa da yüksek sıcaklığın ve bazı kimyasalların yararı biliniyor ve şimdiki ilaçlama pompaları gibi pülverizatörler ile kimyasallar sıkmak, dev etüv makineleri ile sıcak buhar fışkırtmak gibi yöntemlerle hijyen elde edilmeye çalışılıyor. Ama o zaman da bu zaman olduğu gibi başrolde sabunhane mamülü el sabunları var, en iyi temizlik yine köpük köpük el yıkamayla sağlanıyor…
Edebiyat dergileri arasından Notos’u çekiyorum önüme. Semih Gümüş, çıtayı hiç düşürmeden çıkartıyor bu dergiyi. 81. sayısında kapak konusu Küçük İskender, ‘şiirimizin aykırı halkası’. Gerçekten çok kapsamlı bir dosya, neredeyse İskender ile ilgili herkesten bir şeyler almışlar. Nefis yazılar ve fotoğraflarla edebiyat dünyamızın hakikaten bu en kendine has insanına uygun bir anma sayısı olmuş. Yazılar güzel, ama Notos’un benim için en güzel yanı öyküleri. Bu sayıda beni en çok eğlendiren Sheila Heti’nin ‘Neden dışarı çıkalım ki?’ başlıklı metni. Ümitsizce sigarayı bırakmak isteyen herkesin bir kez okumayı denediği ve sayesinde sigarayı bırakacakmış gibi olduğu o ünlü kitabı dolamış diline: Sigarayı Bırakmanın Kolay Yolu-Allen Carr. “Bir insana duyulan hasret sigaraya duyulan hasretle neredeyse aynı. Ne tuhaf” diyor…
Yayınevinde hepimizi en çok sevindiren yeni dergilerden biri ise Kitap Eki. Kitap tanıtım yazıları, eleştirileri ve röportajlarına ayrılan yeni bir basılı yayını hayal etmekte güçlük çektiğimiz bir dönemde, internet sitesi olan ‘Kitap Eki’ bu dergiyi çıkartmaya başladı. Gün Çağ Aydın bu işi güzel yapıyor. İyi yazılar var. Herkesin merak ettiği çok okunan ya da kendinden söz ettiren edebi isimler de güzel ve farklı kitaplar da dengeli biçimde yer alıyor. Baştan sona okuyorum ve internet kitapçısındaki sepetime her defasında en az bir iki kitap ekliyorum…
Tam da Ayasofya tartışmasının zirveye vurduğu günlerden birinde, Cumaydı galiba, hoş bir sergi gördüm. Sosyalist Arnavut sanatından örneklerin yer aldığı ‘Bir Rüyanın İnşası’. Neticede bir diktatörlüğün resmi sanatı olduğu için yapılanları yerden yere vurmaya niyetlenmiş, ama sanki bunu yapmaya da bir türlü içi el vermemiş bir sergi bu. Çünkü bazı resimler hakikaten çok hoş ve onları yapan sanatçılar Enver Hoca’ya galiba hakikaten inanıyorlarmış…
Hafta sonu yaptığım en iyi iş ise uzun uzun Günün ve Güncelin edebiyatı podcast’leri dinlemek oldu. Seval Şahin’in Açık Radyo’da yıllardır sürdürdüğü programını yayınlanırken dinlemek pek az nasip oldu. Şimdi Storytell üstünden takip ettiğim podcast’lerin başında geliyor. En son Ayşegül Yüksel ile Samuel Beckett ve Godot konuştukları bir kayıt var ki harikulade. Beckett’in bir edebiyatçı olarak tiyatroya neden geçtiğini, Godot’nun ne anlattığını ya da anlatmadığını, bu oyunun ilk temsilde beğenilmeyip daha sonra dünyanın en sevilen absürd tiyatro metnine nasıl dönüştüğünü anlatıyor. Ayşegül Yüksel’in o sınırsız dağarcığından yarım saat içinde bizlerle paylaştığı Beckett hakkındaki bilgiler eşsiz. Üstelik dinlemesi de çok zevkli. Ayrıca Meltem Gürle ile James Joyce’un Ulysses’ini ya da mesela İnci Enginün ile Ahmet Hamdi Tanpınar’ı iki bölüm boyunca konuştukları kayıtları özellikle tavsiye ederim. Tanpınar’ın edebiyat araştırmalarını anlatan İnci Hoca, sözü bir ara denemelerine getiriyor, ‘Onun denemeleri sayesinde birçok şeye nasıl bakılacağını daha iyi öğrendim. Belki fazla süslü, ama Boğaz’ın ışıkları söndüren sisini başka nasıl anlatır, bir çeşit lüfer bayramından nasıl söz edebilirdi…” diyor. ‘Gerçekten yalnız adam’ dediği Tanpınar’ın renk ve ışık duygusunu Rembrandt ile karşılaştırarak anlatıyor. Bulup mutlaka dinleyin bence…
Yakında Sakıp Sabancı Müzesi’nde İstanbul Film Festivali yarışmalı filmleri gösterilecek. Aylar sonra başkalarıyla birlikte tekrar bir sanat etkinliğine katılmanın, fikri bile güzel. Bakalım bilet ve zaman ve cesaret bulursam onları da izleyeceğim…