Türkiye siyasetinin belki de son yıllardaki en tipik özelliği sürprizlerle dolu olması. "Yok artık, o da olmaz” denilen ne varsa oluyor. 26 Temmuz 2014’te yaptığı Diyarbakır mitinginde "silahların değil siyasetin konuştuğu bir Türkiye inşa ediyoruz. … Kardeşlerim, terör yıllarca bu ülkede bir bahane olarak bir perde olarak bir vasıta olarak kullanıldı. Terörün varlığı üzerinden birileri güç devşiriyordu. Kardeşlerim terörle bölünme korkusuyla millet olağanüstü şartlara mahkûm ediliyordu. Terör bahaneydi. … Şunu herkes bilsin ki biz bu çözüm yoluna başımızı koyduk, bedenimizi koyduk, canımızı koyduk” diyen Erdoğan’ın üzerinden bir yıl geçmeden çözüm sürecini buzdolabına kaldıracağını kim bilebilirdi?
Bundan beş altı yıl önce devlet örgütü ve ordu içinde yapılanmış bir cemaatin savaş uçaklarını kaldıracağından, Meclis’i bombalayacağından ve darbe yapmaya kalkışacağından söz edilse, “Bu devirde darbe yapmak kolay mı? 1980’lerde mi yaşıyoruz, iletişim teknolojisinin, istihbaratın bu denli geliştiği, medyanın çeşitlendiği, ekonominin bunca karmaşıklaştığı bir dönemde kim darbe yapmaya cesaret eder?” diyenler çokça olurdu. Bir zamanlar cemaatin önüne her türlü devlet olanağını serenlerin, liderine güzellemeler dizenlerin “kandırılmışsak demek ki” diyerek kolayca kendilerini temize çekebileceğini, hatta bir anda sütten çıkmış AK kaşık olacağını düşünebilir miydik?
Selahattin Demirtaş, daha dört-beş yıl önce meydanlarda "seni başkan yaptırmayacağız” diye sesleniyordu. Hem 7 Haziran’da ilk hezimetine uğrayan AKP, Anayasa’yı değiştirecek çoğunluğu nerden bulacaktı? 9 Mayıs 2015’te yaptığı Manisa mitinginde "Denge, denetim ve fren sistemi olmayan, tek adam diktatörlüğü, tahtsız ve taçsız Sultanlık peşinde koşmaktadır. Beştepe’nin Başkanlık sisteminin faziletleri konusunda söylediklerinin tümü yalandır ve aldatmacadır” diyen; “Recep Tayyip Erdoğan tipi Başkanlık sistemi, Türkiye’nin bölünmesinin reçetesidir” sözleriyle seslenen Devlet Bahçeli’nin bu sözlerinin üzerinden iki yıl geçmeden mecliste başkanlık sistemini getiren Anayasa değişikliğine evet oyu vereceğini kim tahmin edebilirdi? Aynı Bahçeli’nin bugün başkanlık sistemini eleştirenleri itibar suikasti yapmakla suçlayıp "Diyorlar ki, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi tutmadı. Bu iddiaların hepsi yalan, alayı palavradır” sözleriyle hedef göstereceğini kim hayal edebilirdi?
Bir zamanlar "Millet AKP’ye zıkkımı gösterecek” diyen Süleyman Soylu’nun bugün Bahçeli’yle birlikte AKP’nin her türlü muhalefeti marjinalize eden agresif siyasetini tayin eden başlıca isim olacağını kim bilebilirdi?
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Partinin kurucu üyesi, uzun bir süre Dışişleri Bakanlığı, ardından Başbakanlık yapmış Ahmet Davutoğlu’nun başbakanlığı kaybettikten birkaç yıl sonra, adeta bir aydınlanma yaşayarak harekete geçeceği, sonra da tam partiden ihraç edilmek üzereyken yeni bir aydınlanma anıyla, partisini eski genel başkanı ve kurucu üyesini ihraç eden parti olmaktan kurtarmak adına istifa edeceğini tahmin edebilir miydik? Ya da 13 yıl bakanlık yapmış ve partisinin bu dönemdeki başarılarıyla böbürlenen Ali Babacan’ın, -AKP’de genel başkanlık, dışişleri bakanlığı ve nihayetinde Cumhurbaşkanlığı yapmış olan Abdullah Gül’ün desteğiyle- onca yıl sustuktan sonra bir anda demokrasi idealleriyle kurulduğunu iddia ettiği partisinin bu ideallerden uzaklaştığını fark ederek yeni bir parti kurmaya kalkışacağını nereden bilebilirdik? Görüldüğü gibi, Türkiye’de sağ siyasetin ana motifi olan çelişkiler ve tutarsızlıklarla dolu olma hali, aktörlerini ahde vefa, sözüne güvenilirlik ya da adına ne derseniz deyin politik tutarlılıktan azade kılıyor. Süleyman Demirel’in bir zamanlar dillerde dolaşan "Dün dündür, bugün bugündür” sözü, 1970’lerden bu yana sağ siyasetin çelişkilerini, tutarsızlıklarını adeta mazur göstermenin sıradan bir yolu olarak görülüyor. Böyle olunca da “her an her şey olabilir” duygusu yozlaşmış bir siyasetin meşrulaştırılmasına aracılık ediyor. Kuşkusuz, sağ siyasetin ilkesizliğini pragmatizmle açıklamanın kendisi de bunu meşrulaştıran bir bakış açısı.
Oysa son yıllarda başka sürprizler de yaşadık. Bu sürprizler bize, bir kez daha "buna” mecbur olmadığımızı gösterdi. Yedi sekiz yıl önce yüz binlerce insan sokağa dökülecek, ikisi hariç Türkiye’nin bütün illerinde neredeyse bir ay süren büyük kitlesel gösteriler yapılacak deseniz, buna inanan çok az kişi çıkardı. Üç dört yıl önce, CHP Genel Başkanı Ankara’dan kalkacak, Adalet için İstanbul’a kadar yürüyecek deseniz, "yok canım” diyen çok olurdu. Daha geçen sene bu zamanlar, "muhalefet partileri demokrasi ve bir arada yaşam talebiyle bir araya gelecek, AKP ve müttefikleri yerel seçimlerde birçok büyükşehirle birlikte İstanbul’u ve Ankara’yı da kaybedecek” deseniz şüpheyle yaklaşanlar olurdu. Yılların köhneleşmiş, yeni bir söz, yeni bir siyaset üretmekte mütereddit CHP’sinden Canan Kaftancıoğlu, Ekrem İmamoğlu gibi siyasetçiler çıkacak, milyonlarca seçmene bir şeylerin değişebileceğini gösterecek deseniz, "acaba” diye soranlar olurdu. AKP’nin ve müttefiklerinin kayyum siyasetiyle ve açıkça hedef gösterme yoluyla HDP’yi siyaset dışına atma yönündeki çabalarının gün gelip geri tepeceğini kestirmek kolay değildi. Bu türden saldırıların seçmen gözünde bir inandırıcılığının kalmaması bir yana, HDP Diyarbakır il binası önünde eylem yapan anneler için "bütün anneleri sevindirmeliyiz” diyerek barış çağrısına güç veren Selahattin Demirtaş’ın, tutukluyken bile muhalefetin en etkili figürlerinden biri olmaya devam edeceğini öngörmek de… Bu nedenle, artık geri dönüşü olmayan bir yola girmiş olan AKP’yi konuşmak yerine Kaftancıoğlu’nu, İmamoğlu’nu, Demirtaş’ı konuşmak önemli. Yeni bir siyasetin kurucu aktörleri olarak önümüzdeki yıllarda daha çok onları göreceğiz.