Yazılırken yazarının ve sonra da okurunun yüreğini bir kağıt
kesiği gibi ince ince sızlatarak ilerleyen bir roman Telef. Attila
Şenkon'un Cumartesi Anneleri'ne ve tüm kayıplara, kayıp yakınlarına
yaktığı bir ağıt. Retime'nin, Fersude'nin, Ülmen’in, Nulipar’ın,
Herfene’nin, Beduh’un, Dozdar’ın, Bizeban'ın ağzından bize,
"gözleri yatırıp ıraklara" beklemenin acısını hissettiriyor. Tam da
Dersim'de oğlunun birkaç parça kemiğine olsun mezar kazabilmek için
kendini telef etmeye razı Kemal Gün'ün PTT'den kargo beklediği
günlerde çıktı roman. Artık evladının, kocasının, kardeşinin
dirisinden ümidi kesmiş, mezar hakkını isteyen, kaybedecek bir şeyi
kalmamış kadınların hikayeleri hakkında Attila Şenkon'la
dertleştik.

Telef, Cumartesi Anneleri ve tüm kayıpları, kayıp
yakınlarını ele alan bir anlatı, bu konuda bir roman yazmak nereden
aklınıza geldi?
“Telef”in yolculuğu, Cumartesi Anneleri’nin Galatasaray Lisesi
önündeki buluşmalarından birine denk gelmemle başladı. Elinde
tuttuğu çerçeveyle en önde oturan yaşlı bir kadının parmağında,
yüzüğünün yanına bağlanmış bir ip gördüm. Bu ip bana bulmacalarda
sıkça karşılaştığım ‘bir şeyi unutmamak için parmağa bağlanan ip’
sorusunun yanıtı olan retime sözcüğünü hatırlattı. Yaşlı kadın işte
o andan itibaren benim için gözaltında göz göre göre kaybedilen
oğlunu arayan Retime Ana’ya dönüştü. Ben o ipin peşi sıra gittim.
Romanın ilk bölümü böyle oluştu. Kâğıt kesiği gibi yüreğimi ince
ince sızlatarak ilerledi roman. Cumartesi Anneleri ve kayıp
yakınlarıyla empati kurmaya çalıştıkça öylesine yandı ki canım,
yazmaktan vazgeçtiğim zamanlar oldu. Ama kurgu olarak yarattığım
bütün kayıp yakınlarına bir borcum vardı artık. Devletin yaptığı
gibi onları orta yerde çözümsüz, çaresiz bırakmaya gönlüm el
vermedi. Eylül 2012’de başladığım yolculuk, Aralık 2016’da İletişim
Yayınları’nda sona erdi.
Size Telef'i yazdıran halet-i ruhiyeyi merak ediyorum.
Kedere boğulduğumuz şu dünyada, neşeli bir şeyler anlatmanın ne
kadar zor olduğunu bilsem de...
Ben de okurun da içini açacak, bizi karşılıklı neşeye boğacak
şeyler yazmayı isterdim elbette. Ne yazık ki, tarih şeridinin bu
diliminde, böyle bir coğrafyada yaşamak düşmüş payımıza. Yaşadığı
çağın tanığı olan yazarların kaleminden böyle kederli metinlerin
çıkması ise kaçınılmaz. Ruh halime gelince, “Telef”i yazarken bu
kederin bütün bedellerini ödedim.

Giderek duyarsızlaşan bir toplumun genel vicdanı hakkında söz
söyleyemem. Cumartesi Anneleri’ne hepimizin borcu var. Ben üzerime
düşen kısmı bir edebiyatçı olarak ödediğimi düşünüyorum. “Telef”i
yayıncıma teslim ettiğim günden beri uykularım daha huzurlu. Çünkü
temiz bir vicdandan daha rahat bir yastık yok. Kitabın Mayıs ayında
yayımlanması yayın yönetmeninin kararıydı. Onat Kutlar’ın dediği
gibi “Bahar İsyancıdır”. Bu anlamda “Telef”in bahara ve Mayıs'a çok
yakıştığını düşünüyorum. Kısa sürede ikinci baskıya ulaşmış
olmasında bu zamanlamanın da payı büyük hiç kuşkusuz.
Kitapta anlatılan acılı hikâyeler, Türkiye'de değişen
bir şey yok dedirtiyor. Aynı fikirde misiniz?
Altmışlı yılların hemen başındaki darbeyi kıl payı kaçırmış;
Süleyman Demirel hükümetinin ordu müdahalesiyle devrildiği 12
Mart 1971’i yaşama ilişkin pek çok kaygıdan uzak bir çocukken
atlatmış; 12 Eylül’ü ise on sekiz yaşımdayken iliğimde kemiğimde
yaşamış biriyim ben. Türkiye bu darbelerin artçı sarsıntılarıyla
bugün hâlâ titriyor. Böyle bakıldığında evet, değişen hiçbir şey
yok. Yaşadıklarımızdan ders almayı bilmiyoruz. Aslında bunların
hepsi politikacılardan kaynaklanan politik acılar.
Telef, bana bir mersiye gibi geldi. Şiir desem değil,
hikâye veya roman desem değil. Mersiye olmak çok yakışırdı Telef'e.
Bir türe dahil etmek şart olmasa da, siz bu konuda ne
düşünüyorsunuz?
Yazdığım bölümleri her okuyuşumda metni biraz daha eksilttim.
Sözcükleri attım, anlatımı olabildiğince sadeleştirdim. Düz yazı
şeklinde başlayan roman, giderek kendi ritmini yarattı ve dört
yılın sonunda yüz beş sayfalık bir ağıt-roman olarak okura ulaştı.
Her bölüm ayrı bir öykü olarak okunabileceği gibi, uyku kaçıran bu
masalların şiire yakın durduğunu söylemek de olası. Galiba “Telef”
için bütün yazınsal türlerin kardeşliği demek en doğrusu.
Kitapta geçen karakterlerin adları başlı başına birer
yaratıcılık örneği. Bu isimlerin artık kullanımda olmayan ama
kulakta iz bırakan tınıları var. Bunun için ne
dersiniz?
Retime sözcüğüyle başlayan bu oyunu roman bütününde sürdürdüm.
Kayıp yakınlarına verdiğim özel adların hepsinin, kullanıldığı
bölümle ilintili bir anlamı var. Söz gelimi, gazeteci bir genci
evinde saklayan Fersude’nin adı ‘hatalı basıldığı için piyasaya
sürülmeyen gazete’ anlamına geliyor. Tek başına Fersude ne kadar
şiirsel ve bir kadın adına nasıl da yakışıyor değil mi? Ülmen’in,
Nulipar’ın, Herfene’nin, Beduh’un, Dozdar’ın, Bizeban’ın ve
diğerlerinin anlamlarını burada açık etmeyelim. Araştırmacı
okurlara sürpriz olsun.
Telef, Attila Şenkon, İletişim Yayınları,
2017.