Belma Koray karavanına atlayıp umut oluyor. Dizinin ana karakteri Nefes’se görünen o ki çocuğunu alıp evden kaçtığında bir esaretten bir başka esarete sığınıyor. Belma’nın kurtarılmaya ihtiyacı yok, Nefes’i bir nevi zamane Superman’i, Karadenizli sarıyağız bir erkek kurtarıyor. Çünkü bıkmadık kadınların erkekler tarafından kurtarılma hikayelerinden.
“Bir yerde ağaç gibi kök salmak istemiyorum,” diyor, “dünyanın
bir parçası olmak istiyorum.”
Masayı Foça’da deniz kıyısına kurmuş. Elindeki kitaba dalmış,
poz değil sanki, gerçekten dalmış. “Haberim yokmuş gibi çek panpa,”
hali değil, bakanı zarafetle karışık belli belirsiz bir
isteksizlikle, bir anlığına hayatına davet eden bir poz ya da.
Karşısındaki boş sandalyenin açıklamasını okumak, kalbimi
portakal gibi soydu. O andan itibaren Belma Teyze’nin
askeriyim.
“O biraz da kendimi korumak için. Hani, ‘yalnız değilim, oraya
gelecek birisi var’ mesajı ve bir de sizin gibi davetsiz
misafirlere”. Bizim gibi.
Belma Teyze diyorum ki ayıp, pek kimsenin teyzesi olabilecek
birine benzemiyor, ziyadesiyle kendisi. Yaşsız da.
Ama hiç tanımadığım Belma Koray bana hem ailemin güçlü
kadınlarını hem de Virginia Woolf’u hatırlatıyor. “Bir kadın
olarak, ülkem yok. Bir kadın olarak, bir ülke istemiyorum. Bir
kadın olarak benim ülkem bütün dünyadır,” diyen Woolf’u. (“Ağaç
değilim,” diyor yani, bir diğer bilinç akışıyla…)
Belma Koray, kitabı, köpeği
Zerdüşt ve boş sandalyesi
Gazete Duvar’dan Adem Erkoçak’la söyleşen Belma Koray, emekli
bir İngilizce öğretmeni. 10 yıl önce emekli olup eşinden
ayrıldıktan sonra kalan her şeyi de geride bırakmış, köpeği
Zerdüşt’ü yanına alarak düşmüş karavanıyla yollara.
“Bu isim ve karizmayla film yıldızı da olabilirmiş,
istememiştir.” İnsana bunu düşündürüyor! Sahip olmaktan ya da
olmaktan mutlu olabileceğimiz bir sürü şeyin karşısına aslanlar
gibi boş sandalyesini koymuş. “Gölge etmeyin, başka ihsan istemem,”
diyor.
Belma Koray bana anneannemi hatırlatıyor. Çocukken bazen
yazları, nadiren de şubat tatilinde, yaşadığı kasabaya ziyaretine
giderdik. Gece yatmadan önce, pamuk saçlarını omuzlarına,
görünmeyen bir musluktan akan incecik iki süt çeşmesi gibi döküp
örerken bir masal mırıldanırdı.
Çocukluğumuzda hâlâ ayva kokan ayvaların yeşil ahşap yüklüğün
derinliklerinden yükselen kokusu nene evini (anenevi!) köşe bucak
doldururdu. ‘Ananevi’ kelimesinin bir kokusu olsaydı yani, bu benim
için ayva kokusu olurdu. Gelenekten geleceğe ayva… Boğazdan inmek
bilmeyen, büyülü meyve. Bu koku eşliğinde, hipnotize olmuş gibi
dinlerdim anneannemin masallarını.
Ben onu tanıdığımda ikbal yıllarını çoktan geride bırakmış olsa
da, anneannemiz Feride Özdinçer, tam manasıyla hükümet gibi bir
kadınmış. (Dedeme o evlenme teklif etmiş, bilmem anlatabiliyor
muyum?) Yer yer zorlayıcı da olabilen bir düzen, disiplin içinde
beş kız çocuğu yetiştirmiş. Akşamüstü pencere önü sedirinde tütün
saran, enfiye çekerek sektirmeden ajansları dinleyen, kasabanın
ileri gelen erkeklerinin kritik konularda akıl danışmaya geldiği,
sözü derin, gözü derin bir kadın.
Anneannem ve daima görünmez çıkınından yenilerini çıkarabildiği
bilgece sözleri… Anneannem ve bir kuyunun dibinde parlayan
elmasları andıran, hüznünde bile kırılamaz bir şey saklayan
gözleri...
Böyle bir mirası istesen de reddedemezsin. Nur içinde yatsın,
anneanneciğim biraz sertmiş işte, koşullar da herhalde, öyle
gerektirmiş. Annem çok güçlü ama sıcakkanlı bir kadındır. Ben daha
çok ona benziyorum. Elmas sertliğiyle şeftali yumuşaklığı bir
arada. Burnum havayla bence sağlıklı bir temas halindeyken kendimi
bazen kendimden bile koruyamadığım da olur. Hep öğreniyorum.
Dedem beni bir gün beyaz bir ata bindirip dere tepe gezdirmişti.
Bizimkiler dedemin beyaz bir atının olmadığında, olsaydı da benim o
zaman bunu hatırlamayacak kadar küçük olduğumda ısrarlı. Bal gibi
de hatırlıyorum ama, yanağımda o gün değen bir ağaç dalının minik
izi var hâlâ. Tatları, kokuları, değişen manzaralarıyla tüm bir
gün, doğadan kopuk, apartman yoğun çocukluğumun fantezisinden
ibaret olamaz ya?
Eteğimde hep kelimeler, dökmezsem batarım. Dil ve yazma tutkusu,
bir hediye olduğu kadar lanettir de. Böyle olmasa, hiç de yazmazdım
belki! Çımacı olur uzak denizlere giderdim. Belma Koray gibi
karavanıma atlardım, dünyayı gezerdim. O veya bu şekilde, hep
gezerdim. Hiçbir yerin yerliliğine talip olmazdım. Gidiş-dönüş
geldiğimizi bal gibi bildiğimiz dünyaya, aman ne meraklıyız kazık
çakmaya.
Heyhat, doğduğumda kulağıma adım fısıldandığından beri
kelimelerin esiriyim. Hemingway de değilim ki zıpkınımla balık
avladığım bir günün haz gecesini takiben doncak daktilomun başına
geçip tıkırdayayım. Yazmak ve kadın olmak terkibinde insana
istemese de biraz kök saldıran bir yan var. Alışkanlıklar, günlük
ritüeller, belli bir masa/sandalye hatta, diz dibi kedileri, türlü
bağlayıcı tortor, konfor… Bu nedenle, daha önce bir yazımda
anlattığım gibi hep “evci-yolcu” oldum.
Belma Koray da yazıyor mu bilmiyorum, çok okuduğu kesin. Bir
noktada tepesi de bir atınca düşüyor işte yola. Kafa nereye o
oraya. Boş sandalye bir de, o çok mühim.
Gençliğinde de dere tepe gezerken kocası “başına kötü bir şey
gelecek,” demiş. Belma Koray durur mu yapıştırmış cevabı, “Başıma
gelebilecek en kötü şey sensin!”
Yani bütün kocalar kötüdür falan anlamında söylemiyorum
kesinlikle, yanlış anlaşılmasın, dünyada nefis kocalar var her
zaman. Ama bu soruya bundan muzip, bundan ayva tatlısı bir cevap
verilebilir miydi ya? Kalp Belma Teyze, duble kalp, siyah kalp,
hatta herkese benden kalp.
Bu güzel yazının tamamını lütfen okuyun. Belma
Koray’ın hikayesi esin ve umut verici.
Anneannem masallar anlatmıştı, dedem beni beyaz bir ata
bindirmişti. Masallardan, hep gidildiğini, beyaz attan eninde
sonunda ‘eve’ dönüldüğünü öğrendim.
Belma Koray kalabilirdi, torun torbayla huzurlu bir yaşlılık
sürecini mutlulukla kabullenebilirdi, bir seçim olduğu takdirde bu
da güzel olurdu ayrıca. Ama gitmek istediğine karar vermiş,
gitmiş.
Bu seçimi yapmak işte, sonra da dünyaya karşı o çelikten
zarafetle durmak. Dünyanın önüne o sandalyeyi koymak. Tek, net, şık
bir hareket. Budur.
Kadın gücü sırf doğurganlıkta değil, belki esas burada gizli.
Savaşmadan kazanma becerisinde. Bu yüzden işte dünyayı ya kadınsı
enerji kurtaracak ya da hep beraber pis bir karanlığın dibini
boylayacağız.
Coştum biraz, başka bir şeyden daha bahsedeceğim. Belma Koray
dünyayı yol şeridi yapmış çekerken çocuğuyla birlikte kapatıldığı
dünyanın vahşetinden kaçan kurmaca bir karakterden, ‘Sen Anlat
Karadeniz’ dizisinin Nefes’inden.
Sen Anlat Karadeniz'in büyük
tartışmalar yaratan sahnesi.
Dizi geçtiğimiz günlerde Mehmet Ali Nuroğlu’nun, çok da başarılı
biçimde canlandırdığı psikopat koca karakterinin damga vurduğu
kadına şiddet sahneleri nedeniyle çok tartışıldı. Tartışılmakla
kalmadı, oyuncuyla karakteri ayırt edememe hastalığı, giderek
çılgınlaşan ‘fandom’ müessesiyle birleşince olaylar iyice
çığırından çıktı. Ben de oturdum iki bölümünü izledim.
Belma Koray karavanına atlayıp umut oluyor. Dizinin ana
karakteri Nefes’se görünen o ki çocuğunu alıp evden kaçtığında bir
esaretten bir başka esarete sığınıyor.
Belma’nın kurtarılmaya ihtiyacı yok, Nefes’i bir nevi zamane
Superman’i, Karadenizli sarıyağız bir erkek kurtarıyor.
Çünkü bıkmadık kadınların erkekler tarafından kurtarılma
hikayelerinden.
Romantik komedi olunca, çekiliyor… Kadına şiddetin, taciz,
tecavüzün anlatıldığı bir ‘kurtuluş’ hikayesi içinse dev sıkıntı.
Dizi tempolu, dizi güzel müzikli, iyi oynanıp iyi çekiliyor, su
altında suni teneffüs, uçurumdan el ele sığ suya atlamaca gibi
atraksiyonlar yer yer “hey yavrum” dedirtse de…
En önemli sıkıntı bence bu: Hapsedenin de, kurtaranın da erkek
olması. Üstelik de erkeklik türlerinin birbirine çok benzemesi!
Biri psikopat, dövüyor, işkence ediyor. Öbürü, ‘ideal erkek’ olansa
tek dövmüyor, haricinde aynısının laciverdi gibi. Her nevi höt
zötlük, kaş bitiştirmece, kırık elden tutup sürükleme çabası, “sen
sus kadın!”cılık mevcut. Hep bir parmak havada, “yoksa!” hali…
Şiddet sahneleriyle ilgili problem de dahil, üzerinden çok şeyin
tartışılabileceği bir dizi, ‘Sen Anlat Karadeniz’. Başka bir yazıda
açacağım.
Öykü kitabının adından esinle başlıklandırdığım bu yazıyı, Duygu
Asena’nın anısına saygıyla şöyle bitirmek istiyorum.
Kahramanların hep erkek olmadığını, insanın altmışından sonra
bile kendi hayatının direksiyonuna gayet güzel geçebileceğini
gösterdiğin için teşekkürler Belma Koray. İyi ki varsın özgür ruh.
May the force be with you, nam salarsın! Hürmetler.
*Duygu Asena'nın kaleme aldığı Kahramanlar Hep Erkek ilk
olarak Hollanda'da ardından da Doğan Kitap etiketiyle Türkiye'de
yayımlandı.