Bugün bir değişiklik yapacağım ve bu köşenin içeriğini uzun
yıllardır çok değer verdiğim bir dostumun kalemine bırakacağım.
Levent Metinoğlu’nu tanıyanlar bilir, son derece renkli ve keyifli
bir kişilik, ben kendisini TÜYAP’taki üst düzey yönetici görevi
nedeniyle tanıdım, bir zamanlar savunma sanayiinde çalışırken
kendisiyle dünyanın dört bir yanında fuarlara gittik ve her zaman
oturup konuşmaktan çok keyif aldık. Hâlâ da fırsatımız olduğunda
görüşmeye çalışırız. Levent Bey görevi dolayısıyla inanılmaz fazla
seyahat eder, dünyanın birçok yerinde nerede ne yeneceğini
kendisine sorabilirsiniz. Tabii pandemi nedeniyle iki aydan
fazladır evde, o da bu süreçte müthiş yazılar yazmaya başladı. Dün
sosyal medyada kahve üzerine bir yazı yazmıştı, o kadar güzel
anlatmıştı ki kendisinin de izniyle ve dostluğuna sonsuz
teşekkürlerimle, bugün o yazıyı sizlerle buradan paylaşıyorum.
“Kahve Kahve;
Kahvenin Brezilya’dan geldiğini sanan pek çok kişi vardır. Kahve
Yemen’den gelir diye bilenler de. İtalyanlar, hatta Fransızlara
dayandıranlar da vardır. Ne de olsa en güzel kahveler, kafeler bu
ülkelerdedir.
Paris’e gittiğimde, St. Michel Meydanı'ndaki “Le Depart’ta” bir
sabah kahvesiyle, Parisien kahvaltımı yaparak güne başlamayı çok
severim. Yalnızca iki dilim kızarmış ekmek, tereyağ, bir küçük
kavanoz genellikle çilek reçeli, küçük bir bardak portakal suyu ve
tabii kahve. Ve de kocaman bir krosan. Kaldığım otellerin
kahvaltılarının yarı fiyatı olmasına karşın, hep tercih ettiğim
olmuştur o Cafe Cream eşliğindeki kahvaltı. Akşam fuardan dönüşte
de, hemen Le Depart’ın yanındaki “Saint Severin’de” akşam kahvemi
puromla içmek. Tabii akşam yemeğimi Saint-Benoît’daki “Le Relais de
L’Entrecôte”da muhteşem patatesler eşliğindeki cafe de Paris soslu
antrikotları, oranın kendi şarabı eşliğinde mideye indirdikten,
bazen de nefis creme brulee ile bitirdikten sonra. Bu üçleme,
Paris’e her gidişimde yaptığım ve çok sevdiğim bir şeydir, hem de
son derece uygun fiyatlarla. Paris’e gidip o bölgedeki restoranlar
dururken lüks olanları tercih edenleri hiç anlamam. Relais de
L’Entrecôte’un dört tane restoranı vardır; üçü Paris’te, biri
Cenevre’de ve ben hepsine gittim.
Kahveye dönersek; kökeni ve tarihsel başlangıcı, yukarıda
yazdığım yerlere değil, Habeş Köleler Ülkesi olarak bilinen
Etiyopya’ya dayanır. Kahvenin bulunmasında keçiler de önemli rol
oynamış. Kahve keşfinden sonra ekmek yapımında ve tıbbi amaçlarla
kullanılmaya başlanmış aslında Etiyopya’da. “Sihirli meyve”, denen
kahvenin içindeki kafein ağrı kesici etkisi de gösterirmiş. Bir
süre sonra Arabistan’a mal karşılığında gönderilmiş. Bir söylentiye
göre Osmanlı tüccarları götürmüş.
Özellikle Yemen’de kahve, dilden dile dolaşıp nam salmaya
başlamış.
Kahve Yemen’e gelmeden önce, yine onun gibi uyarıcı etkisi olan
ama yan etkileri olan “kat” adlı bir bitki içilirmiş.
Kahvenin hiçbir yan etkisinin olmamasıyla Yemen’in önde gelen
kişileri ve halkı kahveyi kat yerine tercih etmeye başlamış.
Kahvenin bulunmasıyla birlikte de kahvehaneler açılmaya başlanmış.
Bu kahvehaneler, önce sohbet ve eğlence merkezleri, sonra da
siyaset konuşulan yerler haline dönüşmüş. Bunun üzerine, Yemen’in
önemli kişileri kahveyi yasaklayıp kahvehaneleri kapatmışlar.
Yavuz Sultan Selim’in Yemen’e atadığı vali Özdemir Paşa, kahveyi
ilk kez tatmış ve çok beğenmiş, tattırmak için 1517 yılında Yavuz’a
getirmiş. Sultan Selim kahveyi o kadar çok sevmiş ki, “kahveci
başı” ismiyle anılan yeni bir rütbe getirmiş. Kahve İstanbul’a,
oradan da tüm Anadolu’ya yayılmış, kahvehaneler açılmış (ilk
kahveler Mısır Çarşısı ve Tahtakale’de) ve zamanla Osmanlı kültür
ve toplum yapısında etkili olmuş. Halkın ve dönemin ileri
gelenlerinin buluşma noktası olan kahvehaneler, sosyal sorunların
konuşulduğu, dedikoduların ve hoşnutsuzlukların dile getirildiği
yerler olmaya başlamış. Bunun üzerine de yasaklamalar başlamış, ilk
yasak Sultan 3. Murat, en ağır yasaklar da 4. Murat döneminde
uygulanmış.
Kahve ve kahvehanelerin bugüne dek nasıl geldiklerini burada
anlatmayacağım. Ama bir güzel bilgi daha vermek isterim ki, Türk
kahvesi geleneği, 20 sene önce, UNESCO tarafından insanlığın somut
olmayan kültür mirası listesine alınmıştır.
Kahvenin Avrupa’ya, yani İtalyanlara, Fransızlara, İngilizlere,
oradan Brezilya’ya gitmesinin öyküsü Viyana’da başlar. Kanuni
adını, adaletli yönetimi nedeniyle almış olan Sultan Süleyman ya da
Batı'daki ismiyle Muhteşem Süleyman, komutasındaki Osmanlı ordusu
ile 27 Eylül'de Viyana (1. Viyana Kuşatması) önlerine gelmiş,
Avusturya Arşidüklüğü'nün başkentini kuşatmaya başlamış. Kanuni
Sultan Süleyman’ın, 120 bin kişilik Osmanlı ordusuyla Budin'i alıp
aslında özel hazırlığı olmadan Viyana üzerine yürüdüğü haberi
duyulunca, Avusturya ve Almanya başta olmak üzere, tüm Avrupa'da
büyük bir korku başlamış. Hemen Viyana'ya yardım seferberliği
başlatılmış, Avrupa'nın her yerindeki çeşitli milletlerden yardım
gelmiş. Kuşatma öncesi bu askerlerin büyük bir kısmı kaleye
yerleşmiş, ama Arşidük Ferdinand kaçmış, yerine ihtiyar ve
deneyimli bir asker olan Kont Nicolos Von Salm'i kale komutanı
olarak bırakmış.
Kanuni Sultan Süleyman, on yedi gün boyunca döverek, şehrin
surlarını iyice yıkmış. Akşamları top ateşleri kesiliyor, Kanuni
kahvesini yudumlayarak Viyana surlarını seyrediyormuş. Ancak 20
güne yakın süren kuşatma, kış aylarının etkisi ve beklenen
cephanenin ulaşamaması, Osmanlı ordusu için koşulları çok
zorlaştırmış. Kanuni, büyük bir olasılıkla, Viyana'ya 150 kilometre
uzaktaki Linz'de bir Alman ordusunun toplandığı haberini alınca,
ani bir kararla kuşatmayı kaldırma emrini vermiş. 16 Ekim'de Viyana
önlerinden hareket eden Osmanlı ordusu İstanbul'a dönüşe
geçmiş.
İşte, apar topar İstanbul’a dönüşe geçen Osmanlı ordusunun
toplamayı gerek duymayıp bıraktıkları çadırlarında, torbalar dolusu
kahve çekirdeği kalmış. Bu çadırlara giren bir İtalyan rahip,
torbaları bulmuş. Önce ne olduğunu bile çözemediği, hatta deve yemi
sandığı bu çekirdeklerin Doğu'da içildiğini duyduğu kahve olduğunu
bir biçimde öğrenmiş, artık evinde mi neredeyse, pişirmeye
çalışmış. Uzun çabalar sonucu, bir pişirme tekniği bulup kahveden
yaptığı o sıcak içeceğin ismini, rahip giysisinin bir parçası olan
kapüşondan türetmiş; Cappuccino.
Bir söylentiye göre de, çuvallar Leh Yahudisi Kolschitzky
tarafından satın alınmış ve böylece Viyana’nın yerel kahvesi olan
Melange kahvesini yaratıp şehirdeki ilk kahvehaneyi açmış.
Ve böylece, Avrupa’nın kahve serüveni başlamış, kahve ağaçları
dikilerek seralarda kahve üretilmeye başlanmış. Amerika'nın
keşfiyle, kahve Amerika'ya taşınmış, Hollandalılar bu kıtanın bir
kısmını sömürgeleri haline getirdikleri andan itibaren kahve
Amerika’da da içilmeye başlanmış. İtalya’dan gelen göçmenler,
Brezilya’da önce benim de gördüğüm çay plantasyonları kurmuşlar,
sonra bunları kahve plantasyonlarına çevirip tüm dünyaya ihraç
etmişler. Bazılarının kahvenin Brezilya’dan geldiğini sanma nedeni
budur.
Kahveyi severim, pandemi nedeniyle evden çalışma günlerinde en
çok özlediğim şey, TÜYAP’ta bizim katın mutfağını yöneten Elmas’ın
bana getirdiği öğle kahveleri. Ama evde kaldığımız bu 70’e yakın
günde, her gün, bir Türk kahvesi tutkunu olan Esra da beni hiç
kahvesiz bırakmadı. Geceleri kahve içemem çünkü uykumu kaçırır.
Bunu çok iyi bilen Esra da, hiç yılmadan her akşam kendine kahve
yaparken bana da “kahve içer misin?” diye sormayı sürdürüyor. Artık
“hayır” demek yerine dönüp bakıyorum, o da “peki” diyor ve kendi
kahvesini yapmaya gidiyor.”
Sağlıkla kalın.